Savaş günlerinde sinema

Bütün zorluklara karşın hayallerine tutunmak için bir yol bulan Suriyeli çocuklar.
Bütün zorluklara karşın hayallerine tutunmak için bir yol bulan Suriyeli çocuklar.

Suriye topraklarında bir mülteci kampında çekilen 'Yaşamak' filmi, rejimin saldırılarıyla babaları şehit olan iki yetimin çadırkentte kesişen hayatları ve mahrumiyetleri üzerinden kurdukları çocuksu bir dostluğu anlatıyor.

Savaş günlerinde sinema... Kulağa ne tuhaf geliyor değil mi. 7 yıldır iç savaşla boğuşan bir ülke düşünün. Nüfusunun yarıya yakını ülke içinde veya dışında bir yerlerde sığınmacı olarak yaşıyor. Yarım milyon insanın canına kıyılmış. Savaştan menfi manada etkilenmeyen neredeyse kimse yok. Şehir merkezleri virane haline gelmiş, İslam dünyasının en kadim eserlerine ev sahipliği yapan köklü kentlerin tepelerinde hayaletler dolaşıyor sanki.

Suriye’nin bizzat kendisi dışında savaştan en çok etkilenen ülke Türkiye’deyiz. Hiç hesapta yokken, binlerce Suriyeli ile beraber yaşamaya başladık, henüz beraber yaşamayı tam öğrenemesek de.

Ne yazık ki pek çoğumuz olan bitenden haberdar değiliz. Bu insanlar ne yapıyor, şu an memleketleri ne durumda, arkada kalanlar ne halde? Tuhaf bir biçimde; aslında bizleri derinden alakadar etmesi gerekirken, mesele bir avuç insan dışında kimsenin umrunda değil. Medyanın abartmaları ve insanların bir “öteki” oluşturup ona düşmanca bakmaya olan temayülleri sebebiyle bugün ülkemizde ciddi bir Suriyeli nefreti var. Temelsiz, tam olarak nedeni bile belli olmayan, büyük bir kısmı asılsız bilgilere dayalı bir nefret bu.

Öyle ki, ülkemizde siyaset yapan bir partinin lideri; bitimsiz bir kudurganlıkla, ağzından nifak salyaları saçarak, seçimlere sadece “Suriyelileri geri göndermek” vaadiyle çıkıp, on seçmenden birinin oyunu alabiliyor.
İHH prodüksiyon birimi tarafından yapılan Ev adlı kısa film, Suriye’de süren iç savaşın çocukların üzerinde bıraktığı etkiyi anlatıyor.
İHH prodüksiyon birimi tarafından yapılan Ev adlı kısa film, Suriye’de süren iç savaşın çocukların üzerinde bıraktığı etkiyi anlatıyor.

Sinemanın ehemmiyeti burada ortaya çıkıyor işte. Belki de konu hakkında esaslı filmler/diziler yapılsa idi bu denli bir nefret meydana gelmeyecekti. Dünya’nın ortak meselesi haline gelen mülteci krizi hususunda hassaten Avrupa sinemasında çok ciddi işler yapılırken Türkiye’deki sinemacıların -Türk Sineması diyemiyorum- bu duruma bigane kalmasına hayret ediyorum. Hem sinemamız, hem toplumumuz adına üzülüyorum.

Her neyse. Suriye topraklarında çektiğimiz “Yaşamak” filmi bu insanların hikayesinin anlatılmasına mütevazı bir katkı olacak inşallah.

Hikayede, rejimin saldırılarıyla babaları şehit olan iki yetimin çadırkentte kesişen hayatları ve mahrumiyetleri üzerinden kurdukları çocuksu bir dostluğu anlatmaya çalıştık. Bunu anlatırken de az çok oradaki okul hayatı, çadırda yaşam ve gündelik işlerden söz ettik. Umarım ajiteye kaçmamaya, meseleyi romantize edip cıvıtmamaya uğraştığımız bu küçük, nahif ama cesurane çabamız birilerinin kalbine dokunur.


İdlib’e yolculuk

Aynı zamanda filmin yönetmenliğini de üstlenen arkadaşım Mücahid (Aydoğan), İHH’nın çekim için onayladığı senaryosunu bana anlattı. Suriye lafını duyar duymaz hevesle senaryoya sarıldım. Benim bir iki ufak katkımla birlikte ortaya hiç de fena olmayan bir hikaye çıktı. Mesele oraya gidip çekmeye kaldı.

Filmle ilgili her şey hazır diye düşünürken, izin ve prosedürlerle ilgili bir sürü sorun çıkması sebebiyle planladığımız tarihten epey sonra, ancak heyecanımızdan bir parça olsun kaybetmeden İstanbul-Antep uçağına bindik. Antep’ten Kilis’e, oradan da Öncüpınar kapısına varıp Suriye topraklarına giriş yaptık. Daha evvelden beş kez daha gelmeme, ve hatta henüz birkaç hafta evvel orada olmama rağmen, o topraklara girer girmez burnunuza değen kesif mazot-kahve-sigara dumanıyla karışık kokuyu duyar duymaz içim sevinçle titredi.

Kilis'de bulunan Öncüpınar Sınır Kapısı, Türkiye ile Suriye arasındaki sınır kapılarından birisidir.
Kilis'de bulunan Öncüpınar Sınır Kapısı, Türkiye ile Suriye arasındaki sınır kapılarından birisidir.

Suriye gibi bir yerde film çekme fikri, başlı başına insanı düşündüren bir eylem zaten. Üstelik İdlib’te çekiyoruz; kavganın göbeğinde. Bunlar yetmezmiş gibi, daha evvelden reklam çekimine gelen Mücahid’in, bir sürü teknik sıkıntıyla karşılaşıp çekimleri erken bitirmek zorunda kalmasının üzerinden henüz bir sene bile geçmemiş.

O topraklarda beni çeken bir şey var, ne olduğunu ben de tam olarak tarif edemiyorum. Uzaktan baktığında her yer yıkıntı, fakirlik, çamur, düzensizlik ve tehlikeyle kuşatılmış vaziyette. Ancak ne zaman oraya gitsem, insanların Türkiye’den gelişimiz sebebiyle duydukları minnettarlıklarını göstermek için hızlıca demleyip ikram ettikleri o aşırı şekerli kaçak çaylarından bir yudum alıp muhabbete dalsam, içim tarifi zor bir huzurla kaplanıyor. Belki de aslında orada yaşamayıp üç-beş gün sonra sıcak yatağıma döneceğimi bildiğimden Ortadoğu romantizmi yapıyorum.

  • Yine de orayı sevmemin bildiğim birtakım sebepleri var elbet. Mesela hayatın hakikiliği... Hayatı daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayan pek çok suni kanun işlemiyor orada. Hal böyle olunca, kimin hain; kimin delikanlı olduğu daha net anlaşılıyor.

Belki de bunların hiçbiri değil. Belki de bizi oraya bağlayan şey, kısa bir süre de olsa buradaki bencil hayatımızdan çıkarıp “işe yarar bir iş” yaptığımızı hissettirmesi. Tekrardan yaşamak, mücadele etmek, kanının son damlasına kadar çabalamak isteğiyle doluyor insan orada.

Zira bıkkınlık ve yenilgi; kişiyi ne kadar iliklerine kadar kuşatırsa kuşatsın, bir yetimin gülüşü, birkaç garibanın sevinci, hatta bir hacı emminin basit bir teşekkür cümlesi insanı düştüğü ümitsizlikten çekip çıkarabiliyor.

Bu düşünceleri muhafaza ederek, aşkla yola koyuluyoruz. Şoförümüz M. Cübran, boynundaki siyah beyaz puşisi ve masmavi gözleriyle beni selamlayıp Mitsubishi marka bir pikaba atlamamızı söylüyor. Hava güneşli ama soğuk. Yakın zamanda açılan Afrin yolunda, Suriye’nin çukurlu ve bozuk asfaltında düşe kalka ilerliyoruz. Cübran reis, Manchester marka sigarasından ikram ediyor. Aç karnına midemi yakacağını bildiğim halde ikramını geri çevirmek istemiyorum. Sigara inanılmaz sert. Pencereden içeriye dolan rüzgar da öyle.

Kısa bir süre sonra Afrin’e varıyoruz. Afrin’in geniş balkonlu, işlemeli sarı beyaz sütunlardan yapılma, 2-3 katlı evlerine bakıyorum. Kimisinin çatılarında yıkılmış, kiminde kurşun izleri var ama hala çok güzeller.

Sağlı sollu dükkanların Kürtçe tabelalarında yazanları okumaya çalışırken İHH’nın lojistik merkezine varıyoruz. Bir müddet bekleyip, karnımızı oldukça lezzetli bir mensef pilavıyla doyurduktan sonra tekrar yola koyuluyoruz, istikamet İdlib.

Suriye'nin pilav ve koyun etiyle hazırlanan meşhur “mensef” yemeyi.
Suriye'nin pilav ve koyun etiyle hazırlanan meşhur “mensef” yemeyi.

İdlib’e doğru ilerlerken yine bozuk, çamurlu yollardan gidiyoruz. Sık sık Türkiye’nin kurduğu kamplarla karşılaşıp adlarını soruyorum. Soğuk hava biraz olsun ısınıyor. Pek çoğunun HTŞ’ye bağlı olduğunu zannettiğim bir sürü kontrol noktasından geçiyoruz. Hamalı şoförümüz, her seferinde nöbetçilerle selamlaşıp, arkandakiler kim sorusuna “etrak, i’lamiyyîn” (Türkler, basın mensupları) diyerek yoluna devam ediyor. Askerlerin ellerinde tuttukları kalaşnikoflara bakıyorum, bu eski ama bir o kadar namlı makinenin o estetik, sert ve keskin yapısı hoşuma gidiyor. Hiç kurşun yememiş olmanın getirdiği bu tedbirsizlik sebebiyle kendi kendime hafifçe gülüyorum.

En sonunda İdlib kırsalının zeytin ağaçları ile kaplı dağlarını görüyorum. Kuzey Suriye’nin o dümdüz, ovalık yer şekillerine kıyasla bambaşka bir coğrafî yapı var burada. Daha evvel Ürdün’den Filistin’i seyrederken yaşadığım hissin bir benzerini yaşatıyor.

İdlib bölgesi, her yönüyle daha Arap, daha Akdeniz ve daha Ortadoğu oluşuyla muhabbetimi kazanıyor.

Son bir kontrolden sonra İHH’nın Bab-ül Hava isimli lojistik merkezine varıyoruz. İdlib maceramız böylece başlıyor. Filmin senaryosu dışında hemen hiçbir şey hazır olmadığı için Mücahid’le oturup kara kara düşünmeye başlıyoruz: Acaba oyuncu bulabilecek miyiz? Bulsak bile dediklerimizi nasıl yaptıracağız? Kampın ortasında nasıl film edeceğiz? O duvarı nasıl yıktıracağız? ve saire… Ekibin Araplarla iletişimi sağlamakla vazifeli kişisi ben olduğumdan Mücahid “Artık top sende kral” diyerek şakadan darlıyor beni. Pek de aldırış etmeden, -artık kanıksadığım bir Araplıkla- “bukra inşallah” (yarın inşallah) yahut “Hallederiiiz, sen rahatke” diyerek Mahmood marka sallama çayımı yudumluyorum. Bir dağa, bir gökyüzündeki yıldızlara bakıyorum, Feyruz’un Rajeen ya hawa’sı tütün çıtırtısıyla karışıp yüreğime doluyor. Gözlerimi kapatıp kendi kendime mırıldanıyorum: “Döneceğiz ey aşk, döneceğiz…”

İHH’nın İdlib'teki Bab-ül Hava isimli lojistik merkezi.
İHH’nın İdlib'teki Bab-ül Hava isimli lojistik merkezi.

Filme hazırlık

Tam işlerin fazlasıyla ağır ilerlemesi sebebiyle artık Mücahid’le bir olup uflayıp puflamaya başlamışken, ilerleyen günlerde filmimiz için var gücüyle çalışan, elinden ne geliyorsa yapan, samimiyetine ve iş çözme becerisine hayran olduğum Ebu Faruk’la tanıştık. Atmeli olan ve Halep’te hukuk eğitimi alan Ebu Faruk, biraz kırık da olsa kendini gayet yeterli bir Türkçe ile ifade ediyor ve dediklerimizin tamamını anlıyordu. Kendisi bölgede İhh’nın ilgilendiği mülteci kamplarının tamamından sorumluydu.

Halep Lebbeh mülteci kampı'nın briket evleri.
Halep Lebbeh mülteci kampı'nın briket evleri.

Sırayla kampları gezip yer beğenmeye çalışıyoruz. Önce Halep Lebbeh kampına, ardından Kemmune’ye geçiyoruz. Ebu Faruk, kısa bir süre evvel Halep Lebbeh’te dağıtacaklarını söyledikleri bir şeyi dağıtmadıkları için kamp sakinlerinin kendilerine kızgın olduğunu, dolayısıyla orada çekim yapmanın münasip olmadığını söylüyor. Daha evvelden de karşılaştığım bu duruma canım çok sıkılıyor. Nasıl oluyor da insanlar kendilerine “yardım” adı altında, Allah rızası için bulunulan bir ihsanın gecikmesi durumunda hesap sormayı hakları olarak görebiliyorlar?

Belki İstanbul’da, rahat şartlar altında yaşayan biri için bunu söylemek şımarıkça olacak ama maalesef garibanlık, açlık ve ölümün getirdiği ruhî bozulma; insanların düşünme tarzlarına menfî yönde çok ciddi tesir etmiş. Hani merhum Ahmet Uluçay diyordu ya: “Yoksulluk utanç da getirir. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabilir ama acizliği asla.” Oradaki pek çok insanın üzerine sinen halin özeti olan bu söz, her kamp ziyaretinde kıymık gibi içime saplanıyor Suriye’de.

Risale kampı Kemmune kampına göre daha düzenli ve iyi durumda.
Risale kampı Kemmune kampına göre daha düzenli ve iyi durumda.

Suriye; savaştan evvel, fikir özgürlüğü ve insan hakları noktasında pek çok müşkülü olsa da halkın büyük bir kesiminin rahat yaşadığı bir yerdi. Ciddi bir zenginlik söz konusu olmasa da havaic-i asliyesini temin edebiliyordu insanlar. Üstelik Suriye’nin zamanında Arap dünyası için bir ilim, kültür ve sanat merkezi konumda olması hasebiyle oldukça saygın bir konumları vardı. Böylesine bir felaketle hemen her şeyini kaybeden, paramparça olan bir ülke düşünün. Pek çok insan yurdundan edilmiş; gittiği yerde aşağılanıyor, aynı milletten gördükleri insanlar tarafından bu zor durumları istismar ediliyor.

Bu durumun yüzlerce örneği var ama çarpıcı bir misal vereyim: “Suud’dan, Ürdün’ün içinden ve körfez ülkelerinden Ürdün’deki Suriyeli mültecilerin kaldığı kamplara gelip 100 dolar mehir vererek fukara ailelerin kızlarını ‘size yardım ediyorum’ diyerek nikahına almak isteyen insanlar var.” Bu bilgiyi, “Syria: Brides for Sale” isimli bir videoda konuşan iki kız babası Ebu Sanad isimli bir amcadan öğreniyorum.

Mezkur bahis uzun. Şimdilik bu kadarıyla iktifa edip filmimizin macerasına döneyim.

Ekiple beraber kampları gezdik. Kemmune’den sonra Risale kampına doğru yol aldık. Orası nispeten daha düzenli ve iyi durumda bir yerdi. En azından çarşı pazar diyebileceğimiz yerler kurulmuştu. Berber, fırın, eczane ve bakkal gibi temel ihtiyaçların sağlanacağı yerler mevcuttu.

Kampın yukarısında, bir tepeye kurulan Risale ilkokuluna varınca çekim için doğru yere geldiğimizi anlıyoruz. Hem okulun kendisi, hem de kurulduğu yer çok güzel. Veletler neşe içinde bahçede oynuyor, sonraki günlerde de bize hep ikramlarda bulunan -muhtemelen akciğerleriyle ilgili bir rahatsızlığından dolayı çoğunlukla tıbbî maskeyle gezen- zayıf, esmer ve matruş hademe abi; büyük bir gayretle misafirperverliğini göstermeye çalışıyor, oradaki bir başka görevliye Türklerin geldiğini söyleyerek şekersiz çay yapmasını söylüyordu. Diğer pek çok yerde olduğu gibi, buradaki öğretmenler de olanca yardımseverliklerini göstererek işimizi epey kolaylaştırıyorlar.

Çekimleri yapacağımız okulu böylece belirledikten sonra sıra oyuncu seçimine geliyor. Biraz istişareden sonra, İhh’nın yetim aileleleri için kurduğu Rahmet kampındaki okulda daha rahat oyuncu bulabileceğimize karar vererek istikameti oraya çeviriyoruz.

Yolda giderken, tabelasız bir dükkanın vitrininde asılı duran beyaz bir gelinlik dikkatimizi celbediyor. Hemen yanına doğru seğirtiyoruz. Tam istediğimiz gibi tozlu, ucuz malzemeden yapılma, hafiften eski bir gelinlik bu. Dükkanı işleten abladan bir günlük kiralama fiyatını öğrenip 4000 suriye lirası (yaklaşık 40 tl) gibi uygun bir fiyata anlaşıyoruz.

Risale kampının çocukları.
Risale kampının çocukları.

Rahmet medresesinde bizi, okulun müdürlüğünü yapan Üstaz Muhammed karşılıyor. İnce ve düzgün kesilmiş bıyıkları, simsiyah uzunca bir sakal, hafif briyantinli gibi duran gür saçlar ve boynundaki fularıyla yaklaşan reisi görünce aramızda hızlı bir ülfet oluşuyor. Sinemanın, sanatın şimdilerde uzak bir ihtimalden ibaret görüldüğü şu Suriye topraklarında derdimizi anlatabileceğimiz nadir insanlardan biri olduğunu anlıyorum.

Odasına oturuyoruz. Koca adamın -üstelik de hoca- bize gösterdiği hürmetin derecesinden mahcup oluyorum. Sürekli ahvalimizi soruyor, çay getiriyor, kahve de istetiyor. İkramı da gelen hademeye bırakmayarak kendisi yapıyor. “Hocam zahmet etmeyin biz hallederiz” diyorum, “Siz kalkmış Türkiye’den bizim ülkemizi anlatmaya gelmişsiniz, bırakın da yapayım” diyor. Bu söz öyle içime işliyor ki; gerekirse film berbat olsun, hatta çekemeyelim, her şey ters gitsin yine de gam yemem diyorum kendi kendime. Bu söz, sanat adı altında yaptığımız şeye hakiki bir mana kazandırıyor, Mücahid’le birlikte “Bir yerlerde, birilerinin kalbine dokunmak” için çıktığımız sinema yolunun boş bir hevesten ibaret olmadığını anlıyoruz…

  • Sahi diyoruz kendi kendimize; insana dokunmadıktan, bir yerlerde hala kurtarılmayı bekleyen “güzel”i anlatmadıktan, bir parça hüzne boğsa bile, gönle sürûr ve ümit vermedikten sonra sinema ne işe yarar ki?

Çay faslından sonra Üstaz Muhammed’e derdimizi anlatıyoruz. Biri kız biri erkek dokuz on yaşlarında iki çocuk ve bunların annelerini oynayacak biri lazım diyoruz. Hiç vakit kaybetmeden hemen çağırıyor bir kız çocuğunu.

Görür görmez içimden “işte bu” diyerek beni gülümseten minik oyuncumuz Tesnim, yüzünde biraz muzip, biraz çekingen ve biraz da heyecanlı bir tebessümle odaya giriyor. Ne kadar çekingen dursa da yemyeşil gözlerindeki sevinçten tam bir cimcime olduğunu anlıyorum. Başına giydiği Miki Maus desenli Suriye tipi yeşil başörtüye bakıp bir kez daha gülümsüyor, aradığımız oyuncuyu bulduğumuzdan emin oluyorum.

Biraz muhabbet ediyoruz Tesnim’le. Konuşkan, sorularıma çekinmeksizin cevap veriyor. Ama çenesi düşük değil, yalnız sorunca konuşuyor. Memnun bir şekilde Üstaz Muhammed’den diğer oyuncumuzu da bulmasını arzu ediyoruz. Bu sefer diğer oyuncumuz Muaz giriyor odaya. İlk bakışta tam bir fikir beyan edemiyorum ama uslu, akıllı bir çocuğa benziyor. Pek konuşkan olmadığı için oynayıp oynayamacağı hususunda çekiniyorum ama Üstaz Muhammed’in tercihine de güveniyorum.

Anne rolü için Muaz’ın annesini çağırıp teklifte bulunuyor hoca. Kadıncağız kocam izin vermez diyerek reddediyor. Sonra hocadan biraz daha kültürlü, mümkünse üniversite mezunu birini bulmasını rica ediyorum. Öğrencilerinden Velid diye bir çocuğun annesini çağırıyor. Çok temiz yüzlü, genç bir kadın geliyor. Sağ olsun, ikiletmeden kabul ediyor rolü.

Sonrasında hocadan, kadının bir şehit eşi olduğunu öğreniyorum. Ayrıca filmde onun yetim kızını oynayan Tesnim’in hakikatte de yetim olduğunu anlıyorum. Bu durumu kabullenirken duygusal olarak epey zorlanıyorum.

  • Çekim esnasında o oyunları nasıl vereceğimi düşünüyorum; yetim bir çocukla nasıl konuşulur ve bir şehit eşine nasıl muamele edilir?

Bir yandan kafam allak bullak oluyor, diğer yandan içim eziliyor ama o toprakların gerçekliğinin de bu olduğunu kabullenip işime devam etmek zorundayım.

Bu düşüncelerden tam sıyrılamamışken, Üstaz Muhammed kadından tam olarak hangi rolleri istediğimizi soruyor. “Eşi vefat etmiş birini oynuyor” diyorum. “Ağlayıp üzüldüğü bir sahne var.” Acı bir şekilde gülümseyerek cevap veriyor hoca:

Role gerek yok hocam, zaten ağlıyor burda kadınlar.

Önüme bakıyorum, diyecek bir söz bulamadığım için çayımı yudumluyorum. Bir müddet sonra, işimizin bittiğine kanaat getirerek ayrılmak için müsaade alıyoruz. Kapıda hocanın çoluk çocuğunun olup olmadığını soruyorum. “Beş çocuğum vardı” diyor. İkisi eşimle birlikte şehit oldu. Şimdi üçüyle birlikte yaşıyorum.” Dilim damağım kuruyor, soruyu sorduğuma pişman oluyorum. Suriye topraklarının her yerine, herkesin üzerine sinmiş bunca derin acı, yabani bir çalı gibi vücudumu dalıyor.

Dudaklarımı güçlükle açıp, yarım yamalak bir ağızla “Allahu yerhamuhum” (Allah onlara rahmet etsin) diyorum. Üstaz Muhammed, elini sırtıma koyuyor, Türkçe olarak, iyice içimi kıyan o cümleyi söylüyor yavaşça: “Burda hayat zor hoca.”

Cümleyi Mücahid’in de duyup üzüldüğünü görüyorum. Başımız esir düşen askerler gibi öne eğik, arabaya doğru yürüyoruz. Yaşadığı bunca şeye rağmen hala direnen, çocuklarını ve okuldaki diğer yetimleri yetiştirmek için uğraşan bu adama saygım bir kat daha derinleşiyor, bir kez daha -kısa bir süre sonra unutup eskisi gibi devam edeceğimiz- şımarıkça isteklerimize, incir çekirdeğini doldurmayacak dertlerimize, o kaypak ilgilerimize ve zarif ihanetlerimize hayıflanıyorum.

Vahid...İsnan...Selase… Ekşın!

Heyecanla uykuya daldığımız bir geceden sonra, -Suriye’nin olmazsa olmazı olan- bir miktar gecikmeyle birlikte ilk sahneleri çekmek için yola çıkıyoruz. Arabayı, sonradan bir miktar sohbet edip kendisini çok sevdiğim Kerim -oradaki Araplar kendisine Kermu diye hitap ediyorlar, sanırım Abdullah’a Apo demek gibi bir şey- kullanıyor.

'Yaşamak' filminin kapağı.
'Yaşamak' filminin kapağı.

Tesnim ve Muaz’ı almak için Rahmet medresesine gidiyoruz. Tesnim bizi kapıda karşılıyor, daha dün tanışmamıza rağmen hemen koşup sarılıyor bana. Ben daha şaşkınlığımı atamayıp, gülsem mi ağlasam mı diye düşünürken Tesnim hızla konuşmaya başlıyor: “Sabahtan beri bekliyorum, hocaya soruyorum ‘Nerede Fatih, nerede Mücahid?’ diye, bakıyorum bakıyorum yoksunuz.” Böyle demesine gülüyorum, ama benim şaşkınlığımın sebebi başka. Dün başına taktığı Miki Maus’lu başörtüsü gitmiş, baş açılmış, kumral saçlar belik belik örülmüş.

Elbette ufacık velede niye başını açtın diye kızacak değilim. Bana kalsa başı açık oynatırdım hatta.

  • Yalnızca beni şaşırtan, artık mevcut sinema algısı sebebiyle midir, nedendir bilinmez “sinema filmi” sözünü duyunca birden başörtüsünün “bu seferlik olmasa da olur” kıvamına gelmesi.

Bu anlayışı Anadolu’da da çokça yaygın olan evlenene kadar başı açıp, sonrasında muhaccep gezme geleneğini ve normal zamanda muhaccep olanların “düğün” için açılması gerçeğini getiriyor aklıma.

Elbette kızçenin yaşı biraz daha büyük olsa böyle yapmayacaklarını bildiğimden olayın üzerinde fazla durmuyorum. İnsafsız yargılamalara gerek yok.

Çocukları ve Tesnim’in annesini aldıktan sonra Risale ilkokuluna doğru gidiyoruz. Daha evvelden çekim yapılması için konuştuğumuz sınıfa girip hocahanımdan müsaade alıyoruz. Sınıfta figüranlık yapacak diğer çocukları da yerleştirdikten sonra nihayet çekim başlıyor. İçimizi yiyen heyecan, bir anda kaybolup iş telaşesine teslim ediyor kendini.

Yardımcı yönetmen olarak, sağı solu kolaçan ediyor, sınıfı çekim için hazırlıyorum. Mücahid ile filmin görüntü yönetmenliğini yapan Taceddin abi kamerayı konumlandırmaya uğraşıyor, sesçimiz Serhat abi cihazlarını kontrol ediyor.

Başlıyoruz.

Çocuklarla film çekmek zor iş. Tam anlamıyla istediğimiz rolü bir türlü kesemiyorlar. Ya çocuk olduklarından; ya da televizyon, youtube gibi şeylerden büyük oranda uzak büyümelerinden, bilmiyorum. Belki de biz beceremiyoruz oynatmayı, emin değilim.

Tesnim’de ilginç bir tavır var, rol yaptığı için, “artist” olduğu için doğal davranmaması gerektiğini düşünüyor. Oysa zaten asıl gayemiz her şeyi olanca tabiiliyle gösterebilmek. Bunu anlatabilmek için epey uğraşıyoruz, ancak kız ısrar ediyor. Farz-ı misal, “şunu diyeceksin” şeklinde ammice (resmi/kitabî Arapça dışındaki ağızlara/lehçelere ammice denir, örn.Suriye ammicesi, Cezayir ammicesi gibi) bir cümle mi söyledim, onu kafasında fasih bir cümleyle değiştirip söylemeye çalışıyor. Ancak fasih Arapça’yı da çok bilmediğinden, hem karıştırıp cümleleri hatırlamakta zorlanıyor, hem de yarı ammice yarı fasih değişik bir ibare çıkıyor ortaya. Sanırım kendince fasih konuşmanın daha elit bir hareket olduğunu düşünüyor.

Sonra mesela yavaş yürü deyince tosbağa hızıyla gidiyor, hızlı yürü deyince koşuyor. Tebessüm et deyince abartılı biçimde ağzını açıyor, üzülürmüş gibi yap deyince ağzına apacı bir çekirdek gelmiş gibi yüzünü ekşitiyor.

  • “Rol” yapıyor olmanın, kamera karşısında yazılmış bir senaryoyu canlandırmanın tesiri böyle bir şey oluyor demek ki. Belki uzun süredir işin içinde olduğumdan yahut filme-fırıldağa çok alıştığımdan çocukların bu halleri tuhaf geliyor bana. Oysa kendisini ilk defa böyle bir işin içinde bulan ufacık çocuklar için gayet tabii bir durum bu.

Sıkılıp eve gitmek isteyen çocukları çikolata, bisküvi ikram ederek, hatta arada mola verip “a ram sam sam” dansını yaptırarak, biraz muhabbet ederek oyalamaya çalışıyoruz. Böylece sınıf sahnelerini iyi kötü hallediyoruz.

Tesnim ve Muaz’ın konuştuğu sahnenin çekimi.
Tesnim ve Muaz’ın konuştuğu sahnenin çekimi.

Sıra dışarıda Tesnim ve Muaz’ın konuştuğu sahneye geliyor. Aslında çok zor bir sahne değil, ancak Muaz “sıkıldım” diye tutturuyor, eve gitmek istiyor. Şu sahneden sonra gideceğiz diyorum, yine de gönülsüz, “bitse de gitsek” havasında oynamaya başlıyor. Çocuklarla iş yapmanın başka bir zor tarafı daha çıkıyor karşımıza: Çocuğu vaatlerle tutamazsın. Eğer istemiyorsa, yapmaz. O kadar. Bu sahnede de öyle oluyor. Defalarca anlatsak da yapamıyor çocuklar. Yaklaşık bir 25 kez çekiyoruz sahneyi. Artık güneş de kaybolmaya başlıyor, çocuklar iyice işi bırakıyor. Herkes yoruluyor, mecbur vazgeçiyoruz. Mücahid’le benim moralim epey bozuluyor. Zira önümüzde çok daha zor roller kesmelerinin gerekeceği sahneler var.

Rahmet kampına dönüyoruz. Çocukları evlerine bırakıp biraz dinlenmeye çekiliyoruz. Önümüzde gece çekeceğimiz çadırkent sahneleri var.

Güvenlik görevlilerinin kulübesine geçiyoruz. Mette isminde garip bir şey içiyorlar. Yeşil, turuncu ve sarı birkaç bitkinin karışımından oluşan bir çeşit çay bu. Arjantin’den geliyormuş. Lübnan ve Suriye’de çokça tüketilen bu çayı ilk defa görüyorum. Kerim, denememiz için ikram ediyor bize. Ucunda, çayın gübürlerini engellemesi için filtre bulunan bir çubuk yardımıyla içiliyor. Anlam veremediğim bir tadı var. Neyse ki Kerim, metteyi pek sevmeyeceğimizi anlayarak normal çay ikram ediyor. Keyifle içiyoruz, biraz muhabbetten sonra çekim vakti geliyor.

Çocukları da alıp Ebu Faruk’un riyasetinde bir yerlere doğru yola çıkıyoruz.

Bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir işin içerisindeyiz, ama nedense kendimi Wong-Kar Wai’nin “Fallen Angels” filminde gibi hissediyorum. Loş ışık, hafif puslu hava, sağda solda yeni olmalarına rağmen bir eskilik hissettiren ledli Arapça tabelalar, soğuk havaya aldırmadan dükkanların önünde nargile içen esnaf, bozuk yol ve yıldızlı gökyüzü hissettiriyor bunu bana.

Ortamda güven veren neredeyse hiçbir şey olmamasına karşın müthiş bir huzurla kaplanıyor içim. Neticesi ne olursa olsun güzel bir iş için maceraya atılmanın sevincini yaşıyorum. Bir yandan sessizce camdan dışarıyı seyredip lise ikideyken tamamen şuursuzca, yalnızca bir miktar eğlenceli vakit geçirmek için giriştiğimiz video çekme eyleminden mevzunun buralara nasıl geldiğini düşünerek keyifleniyorum. Nasibi, duayla açılan kapıları, eğer gerçekten istersek bir şeyleri başarabileceğimizi görmek, hayata karşı farklı bir bakış penceresi açıyor bana.

Arabada müzik çalmıyor ama içimde bir yerlerde Şam’ın melikesi Feyruz, “Se’eltek habibi”yi söylüyor. Çekimi yapacağımız alana kadar içimden hafif hafif mırıldanıyorum.

Mekana varıyoruz. Tam manasıyla hiçliğin ortasında, pek az sayıda çadırdan oluşan derme çatma bir kamp yeri burası. Karanlık dolayısıyla görüş mesafesi çok kısa. Seti kurana kadar doyasıya yıldızlara bakıyorum. Biliyorum, şehre varınca yıldızlar aklıma gelmeyecek.

Alanı hazır ediyoruz. Sabah bizi epey zorladıkları için, çocukların diyalogları ezberleyip oyunu kurtarabileceklerinden şüpheliyim. Yine de iyice tarif edip yerime geçiyorum. Ne yazık ki ışıkçımız olmadığından ışığı tutmak durumundayım.

Şüphelerime rağmen çocuklar işi kıvırıyorlar. Hamdolsun deyip Babülhava’ya dönüyoruz.

Gündüzki sahnelere bir miktar canımız sıkılmış olsa da gece sahneleri içimize siniyor.

Bir müddet etrafta dolanıp Babülhava’nın bahçesindeki salıncakta sallandıktan sonra bekçilerin odasına, Kerim’in yanına varıyorum. Hem hikâyesini merak ediyor, hem de bir miktar Arapça pratik yapmak istiyorum. Suriye’yi terk etmeyip, hala o topraklar için bir şekilde gayret eden herkese sorduğum o soruyu ona da soruyorum: “Geleceğe nasıl bakıyorsun? Ümitvar mısın?”

Biraz sessizleşiyoruz, Kerim gülümsüyor.

Kendisinden beklemediğim bir fesahatle cevap veriyor: “Bu savaş ne zaman bitecek bilmiyorum. Belki de hiç bitmeyecek. Biz kayıp bir nesiliz. Bizim için ümit yok.”

Kendimce teselli edecek birkaç kaçamak cümle kuruyorum ama ben de meselenin farkındayım. Romantize etmenin manası yok. Yine de 25 yaşında, genç bir erkekten bu sözleri duymak bir miktar yaralıyor beni.

Kendi hikâyesini biraz daha anlatmaya başlıyor: “Savaş başladığında 18 yaşındaydım. Ailemle birlikte evimizi Reyhanlı’ya taşımıştık. Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Avrupa’ya kaçıp orada yeni bir hayat kurmak hevesiyle, botla kaçak olarak mültecileri taşıyan bir adama 2 bin dolar para ödedim. Ancak tam gitme vaktine birkaç hafta kala kendi kendime düşündüm; arkadaşlarım, akrabalarım cephede savaşırken ben nasıl arkama bakmadan kaçacaktım? İçimi bir utanç kapladı ve kaçmaktan vazgeçtim. Ülkeme hemen geri dönüp cihada katıldım. Özgür Suriye Ordusu’nda beş sene savaştıktan sonra, işler iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı ve ayrılarak burada çalışmaya başladım.”

Zaten kendisini çok sevdiğim Kerim’e derinden bir saygı duyuyorum. Mütevazı, hadiselerin gayet farkında ve içine düştüğü durum ne kadar üzücü olursa olsun bir şekilde direnmeye çalışıyor.

Nişan yüzüğünü görünce evlilikle ilgili sorular soruyorum.

Yine hafifçe gülümseyerek, başından geçen bir başka hikayeden bahsediyor. 3 sene boyunca bir kızı sevmiş. Savaş biraz durulursa evlenecekmiş. Ancak bir türlü durulmayınca gidip ailesinden istemiş kızı. “Sen savaşçısın, kızımızı riske atamayız” diyerek vermeyi reddetmişler. Sonra da başkasına vermişler. Bu olayın üzerinden 2 sene geçmiş. Şimdi o da başkasıyla evlenecekmiş.

En azından -Allah’ın izniyle- bir yuva sahibi olacağı için sevindiğimi söylüyorum. Türkiye’de de evliliğin ne kadar zor olduğundan, ailelerin acımasız isteklerinden ve aşırı koruyucu tavırlarıyla duygularımızı nasıl örselediğinden dem vuruyoruz bir müddet.

“Düğün ne zaman olacak?” diye soruyorum. “Düğün olmayacak” diye cevap veriyor, “Harp başladığından beri şehidlerimize saygısızlık olmasın diye düğün eğlencesi yapmıyoruz.”

Bu cevap karşısında gözlerimin yaşarmasına mani olamıyorum. Hamalıların bu yiğit tavrına hayran oluyorum. Hakikaten de Hamalılar, Hafız Esad döneminden beri hep muhalif ve mücadeleciler. Hamalı olup da en az birkaç şehidi olmayan aile yok, diyor Kerim.

Böyle duygusal anlarda her zaman yaptığım gibi geçiştirmek için “Allahu yahmii ehlihim” (Allah onların ailelerini korusun) diyorum yarım ağızla.

Çayımız kaynıyor. Kerim’in söylediklerini Serhat abiye tercüme ediyorum.

Onsuz bir Suriye düşünemediğim nargile de hazır. Bir iki nefes alıp bırakıyorum. İçmesem de kokusu ve dumanı hoşuma gidiyor.

2.Gün

İkinci gün harika bir rüyayla erkenden uyanıyorum. 3-4 gündür ritüel haline getirdiğim üzere salıncakta sallanıyorum. Hava serin ama birazdan sırtımızı iyice ısıtacağının sinyalini veren tatlı bir güneş var. Buraların güneşini, yazın felaket yaksa da seviyorum. Her zaman için sıcak, soğuktan daha evlâ geliyor bana. Kışın oraları yağmur basınca etrafın çamur deryasına döndüğünü bildiğimdendir belki de, bilemiyorum.

Kafam az evvel gördüğüm rüyayla bir parça karışık, telefonla oynamaya başlıyorum.

Sitelerden rüyanın yaklaşık olarak tabirine bakıyorum. Epey güzel yorumlar olunca başka bir yere bakma ihtiyacı hissetmeksizin inanıyorum.

Kötü bir tabir olsa mutlaka başka bir yere bakar yahut “Böyle konularda internete güvenilmez” derdim. Ancak bu sefer inanmak istiyorum, o yüzden daha fazla kurcalamıyorum. Dudağım tebessümle şaşkınlık arası bir ifade alıyor, öylece milleti beklemeye koyuluyorum. Birazdan Tacettin abi geliyor ve yine bir miktar gecikmeyle yola koyuluyoruz.

Sınıftaki matematik dersi sahnelerini çekmek için tekrardan Risale okuluna varıyoruz.

Sınıfa girince birkaç kızçenin düne göre daha süslü giyindiğini fark edip gülümsüyorum. Sınıfı kurup hemen çekime geçiyoruz. Daha evvelden çalıştığımız için bu sahneyi nispeten daha kolay yapıyorlar.

Sınıftaki işimizi hallettikten sonra dün bir türlü çekemediğimiz o yürüme sahnesini bir kez daha çekmeye çalışıyoruz. On-on beş defa çekmemize rağmen yine olmuyor bir türlü. En sonunda vazgeçiyoruz. Arada yemek, namaz filan derken ikindiyi buluyoruz.

Tesnim, hemen okulun ardında bulunan tepeye tırmanmak istiyor. Ben de istiyorum ama öylesine yorgunum ki. Yine de isteğini kırmayıp arkasından yürüyorum. Onu gören Muaz da tırmanıveriyor hemen. Onlara “Ben yaşlı bir adamım, çok koşmayın” diyerek tırmanıyorum tepeyi.

Tepeden bütün bir çadırkenti görebiliyorum. Az ileriye bakınca Atme ve Afrin de gözüküyor. Bir süre oturup manzaraya dalıyorum.

Vakit geliyor. Biraz sağı solu da kameraya aldıktan sonra yola düşüp Rahmet kampına varıyoruz.

Ebu Faruk’un görevlendirdiği elemanlar akşamki sahne için Rahmet kampında harıl harıl çalışıyor. Sahne icabı bir çadırın içini çekeceğiz, ancak sahne gece olduğundan ve bir kadını uzağa götürmek istemediğimizden çadırı bahçeye kuruyoruz.

Yardımcı yönetmen Fatih Alibaz, Muaz ve Tesnim.
Yardımcı yönetmen Fatih Alibaz, Muaz ve Tesnim.

Çadırın demirlerinden tutup adamlara yardımcı oluyorum. Münasip bir boşluğa çadırı kuruyoruz. İçini minder, battaniye ve birkaç parça eşyayla dolduruyoruz. Ebu Faruk’un bir tanıdıktan aldığı Singer marka dikiş makinesini kontrol ediyorum. İğnesinin çalışmadığını görüyorum. Bunun üzerine Ebu Faruk etrafta başka makine olup olmadığını soruyor. Bir evde olduğunu öğreniyoruz. Evi bilen birini yanıma veriyor Faruk reis. Starex’e biniyorum. Araba öyle örselenmiş ki benim kibar kibar geri vitese takmaya çalışmam karşısında adeta dalga geçerek vitesi bir türlü atmıyor. Yanımdaki elemana rezil olmamak için bir kez daha asılıyorum, beceremiyorum. En son arkadaş dayanamayıp sertçe tutup geriye takıyor vitesi. Hafiften mahcup olsam da bir şekilde götürüyorum arabayı.

Geldiğimde Mücahid’le Tacettin abiyi ışık yapmaya uğraşırken buluyorum.

Normalde sahne gereği kadının kocasının fotografının olması gerekiyor. İlkten bu işi nasıl çözeceğimize karar veremiyoruz. Aslında önemsiz bir detay gibi duruyor ama Ebu Faruk, eğer bir başkasının fotografı olursa Rahmet kampındakilerin izleyip hakkında tuhaf laflar edebileceği, ya da şehide saygısızlık ettiğimizi söyleyebilecekleri konusunda uyarıyor.

Dekoru ve ışığı ayarladıktan sonra Nur Hanım’ı çağırıyoruz.

  • Ben hala fotograf işini düşünürken, Ebu Faruk aileden Nur’un vefat eden eşinin fotografını isteyiveriyor. İkiletmeden veriyorlar. İçim yine bir tuhaf oluyor. Sahne gereği bir şehit fotografı koymak istiyoruz ve gerçekten de şehit olan, üstelik de hakikaten kadının kocası olan birinin fotografı geçiyor elimize.

Bir kez daha durumu garipseyerek yerime geçiyorum. Nur Hanım oğlu Velid ve ablasıyla birlikte çıkıp geliyor.

Bir şok daha yaşıyoruz. İlk gün Tesnim’in açılmasının tam tersine abla, kamera önünde yüzünü fazla göstermek istemeyerek bir peçeyle örtünmüş vaziyette geliyor.

Ebu Faruk’tan kendisine güzelce izah edip peçesini açtırmasını rica ediyoruz. İlkten çekingen davranıyor abla, ancak Ebu Faruk “Biz bu işi Allah rızası için yapıyoruz bacı” deyince kabul ediyor.

Kendimi bir miktar kötü hissediyorum ancak kadının normalde de peçesiz olduğunu bildiğimden aslında ekstra bir şey istemediğimizi düşünerek bu mahcubiyeti kafamdan atıyorum.

Başlıyoruz.

Önce Tesnim’in namaz ve dua sahnesi var. Kendisine repliği verdiğimiz halde yine fasih konuşmaya çalışarak diyeceğini unutuyor. Nur Hanım sağ olsun, kendisini güzelce yönlendirerek sahneyi kurtarıyor. İki gündür çekim yaptığımızdan, artık biraz daha alışmış görüyorum Tesnim’i.

Film oyuncuları Tesnim ve Muaz.
Film oyuncuları Tesnim ve Muaz.

Onun sahneleri tamamlanınca Seyyide Nur’un sahnesine geçiyoruz. Aslında başından beri beni en çok düşündüren sahneler bunlar. Zira eşi şehit olmuş bir kadından sahne icabı eşini hatırlayıp üzülmesini istiyoruz.

Neyse ki durumun farkındalar ve fazla duygusallaşmıyorlar.

Hatta sahneye geçmeden evvel, daha önceden de birkaç kez şahit olduğum ve her seferinde beni ciddi manada şaşırtan bir hadise oluyor. Sahnede figüran olarak kullandığımız Velid’in, -Nur’un oğlu- yerdeki minderde uyuya kaldığını gören teyzesi espri mahiyetinde “Velid babasının yanına gitti” diyor.

Espri niyetine söylenen bu cümleyi duyunca kanım çekiliyor, ama oradaki insanlar bu durumu öylesine kanıksamışlar ki aldırmıyorlar.

  • Bu bir mücadele yöntemi elbet. Kesinlikle acı duymadıklarından yahut ihtiram göstermediklerinden değil. Belki de aslında omuzların bunca acıyı taşıyabilmesini ancak mizah sağlayabiliyor, kim bilir?

Bana asıl ilginç gelen noktalardan biri de oradayken, bizzat müşahede ettiklerimizin bizi sahneye aktardıklarımız kadar etkilemiyor gibi gelmesi.

Tabi aslında etkilemiyor değil. Etkiliyor ancak daha derinde bir yere gidiyor. Bunu döndükten sonra fark ediyorum. İkincil travma denen mevzuyu iliklerimde hissediyorum. Orada çok daha ağırlarına şahit olduğum olayların hafif bir yansımasını burada gördüğümde ya da duyduğumda irkiliyorum, boğazım düğüm düğüm oluyor, gözlerimden yaşlar süzülüyor. Filmler bu sarsıntıyı en çok yaşatan sanat eserleri oluyor belki de.

Yorucu bir gecenin ardından, planladığımız gibi sahneleri çekmiş bir vaziyette konteynırımıza dönüyoruz. Bir gece daha çöküyor üzerimize. Yarınki sahneleri düşünerek, biraz heyecan ve çokça sevinçle uykuya dalıyoruz. Ertesi gün finali yapacağız, işimiz zor.

Ve...Final

Sabah uyanıyor, artık olan bitene alışmış olduğumuzdan herhangi bir garipseme olmaksızın işe koyuluyoruz. Yine ufak tefek aksama ve gecikmeler oluyor ama bir şekilde yola koyuluyoruz.

Dükkanın önündeki sahneyi çekmek için Üstaz Muhammed’i, Rahmet medresesinde Türkçe öğretmenliği yapan Adnan hocayı ve bacısı Zemzem’i alıyoruz. Çekimi yapacağımız tuhafiye dükkanına varıyoruz. Kullanılmış kıyafetlerin satıldığı enteresan bir dükkan burası. Pek müşterisi de yok, ancak bir şekilde işe devam ediyorlar.

Sahnenin kurulumuna yardım ediyorum, ardından herkese rolünü anlatıyorum. Sahne icabı hocalar gelinlik pazarlığı yapacaklar, çocuk ayakkabı fiyatı soracak, Zemzem hanım özlemle gelinliğe bakacak. Orada çocuğun ayakkabıya bakışıyla kadının gelinliğe bakışı arasında bir yakınlık kuracağız.

Tabii kadının bakış sahnesini sonradan fazlasıyla oryantalist bulduğumuz için pek içimize sinmedi ancak o zaman iyi bir fikirdi. Olsun.

Gelinlik pazarlığı sahnesi hazırlığı.
Gelinlik pazarlığı sahnesi hazırlığı.

Sahneyi birkaç seferde çekmeyi başarıyoruz. Adnan hoca ve bacısının Türkçe’leri gayet iyi. Biraz muhabbet ettikten sonra okula gidiyor, Kermu’nun aldığı şavurmaları yiyoruz. Şavurma dediğim bildiğimiz tavuk döner. Tabii kendilerine has soslarıyla hazırlıyorlar, bence tavuk dönerden çok daha güzel.

Artık en son sahneyi çekeceğiz. Muaz’ı evinden alıp çekim yapacağımız yere doğru gidiyoruz. Geniş bir düzlüğün önünde, uzun enine doğru uzayıp giden bir duvarın önünde yapacağız çekimi. Birkaç gün evvelden aldığım siyah sprey boyayı açıyorum.

Duvara, filmimize ilham veren o muazzam İsmet Özel dizesinin tercümesini yazıyorum: “El-hayatu bi’nnisbeti lena leyset uğniyetün müessira.” Yani, “Yaşamak bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.”

Ebu Faruk’un bizim için hazırlattığı ekip kepçeyle duvarın bir kısmını kırıyor. Bunu, o parçalanmışlığı anlatmak için bir metafor olarak düşünüyoruz. Sonradan filmi seyrettiğimde pek de o havayı vermediğini fark etsem de hoş bir anı olarak kalıyor bu.

Artık filmin sonuna geldiğimiz için biraz da acele ederek sahneyi bitiriyoruz.

“Yaşamak bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.”
“Yaşamak bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.”

Çocuklara son vedalarımızı ediyoruz. Ebu Faruk’a ve orada bize yardım eden herkese teşekkür ediyoruz. Bu güzel işi bize nasip eden Allah’a şükrediyor ve yarını bekleyerek geceyi geçirmek için tekrardan Bab’ül Hava’nın yolunu tutuyoruz.

Ertesi gün İdlib’e son vedamızı edip Afrin’e ve ordan da Azez’e geçiyoruz. Cuma namazını kılacağım mescide varmak için sokaklara dalıyorum. Bütün sıkıntılarına rağmen bana huzur veren Suriye havasını içime çekiyorum. Güz mevsiminin sonları olmasına rağmen çok tatlı, güneşli ve ılık bir hava var. Bir miktar yürüyüş ve tefekkürden sonra mescide giriyorum. Hutbeyi bir işi başarmanın huzuruyla dinliyor ve huşuyla namazı kılıyorum.

Cuma namazından sonra Öncüpınar’dan Kilis’e geçerken aklımda tek bir dize kalıyor: “Yaşamak bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.”