Âlem-i İslâm topraklarına sefer hayallerim, bundan 6 yıl önce, Âdem Özköse Ağabey’in “Rota” belgeseli ile ve onunla olan tanışıklığımızın ardından başlamıştı. Gerek belgeselinde gerekse ikili sohbetlerimizde heyecanla ötelerdeki topraklarımızdan bahsediyor ve bizi ümmet seferlerine teşvik ediyordu. Adını ilk defa onun anlatımları ile duyduğum Tayland - Patani, Filipinler - Moro ve Endonezya - Açe, hem doğal güzellikleriyle hem de İslâmî geçmişleriyle beni kendine çeken bölgelerin başında geliyordu. Patani duam bundan 2 yıl önce kabul olmuştu. Şimdi ise sıra tarih kitaplarımızda isminden övgüyle bahsedilen ama esasında gittiği ülkelere gözyaşından başka bir şey götürmeyen ünlü İspanyol kâşif Macellan’ın dersini aldığı o topraklara gelmişti. Artık sıra Moro türküsündeydi…
11 saatlik bir başkent Manila uçuşu ve sonrasında 2 saatlik Cotobato uçuşunun ardından uzun yıllardır hayalini kurup özlemini çektiğim ülkeye, Filipinler Moro’ya varacaktım. Bundan önceki Bangladeş seferinde olduğu gibi yine bu defa da İHH İnsani Yardım Vakfı’nın haber, fotoğraf ve video işlerini takip etmekle vazifeliydim. Aralarında yetimhane, cami ve okul gibi 6 ayrı kalıcı eserin açılışının yapılacağı 8 günlük seyahatin tam 6 günü Moro’da yani yarım asra yaklaşan ve efsaneleşen cihadın merkezi Mindanao Adası’nda geçecekti. Hem belki de 10 gün önce vakfımızda ağırlayıp fotoğraflarını çektiğim ve 42 yıl önce rahmetli Selamet Haşimi’nin tutuşturduğu özgürlük meşalesinin bugünkü varisi Moro İslâmî Kurtuluş Cephesi (MİKC) Lideri Hacı Murat İbrahim’le de görüşebilirdik, kim bilir?
Türkiye saati ile gece 02:00’de başlayan uçuşumuz tamamlandığında biz artık yurdumuzdan 5 saat ileride bir saat diliminde, Manila’daydık. Bu nedenle de uyku düzenimiz epey altüst olmuştu. Üstelik yolculuğumuz da hala tamamlanmamıştı. Geceyi başkentte geçirecek ve ertesi sabah erkenden iç hat uçuşu yapmak üzere yine havalimanında olacaktık. Sonrasında yeşilliğin cenneti, mavinin başkenti Mindanao’ya varacak olmanın ve son derece sıcakkanlı bir halkla, özellikle de Morolu yetimlerle buluşacak olmanın bilinci bizi uykumuzdan alıkoyuyordu. Bu düşüncelerle sabah ediyorduk günü. Moro’ya ayak basmaya çok az kalmıştı. Heyecan giderek artıyordu. Moro, bizi bekliyordu.
Masadaki zafere ramak kala
Artık Mindanao’dayız. Açılış törenlerinin son günlere kaldığını, Moro’daki ilk günlerimizin seyahatle geçeceğini öğrendiğimizde moralimiz epey bozulmuştu, lakin açılışa sürpriz bir ismin katılacağı ihtimali bizi teselli etmeye yetmişti. Bundan dolayı ilk rotamız, mücahitlerin kampları olacaktı. Kamp denilince aklınıza neyin geldiğini tahmin edebiliyorum. Moro belgesellerini izlemeden evvel benim de tahayyülümde öylesi bir kamp vardı. Ama burası Moro’ydu, birçok konuda olduğu gibi buradaki standartlar çok farklıydı. İçerisinde sosyal hayatı, ticareti ve mücadeleyi barındırıyordu bu kamplar. Okulun, medresenin, berberin, bakkalın ve sağlık ocaklarının olduğu, kısmen de olsa insani ihtiyaçların birçoğuna cevap verebilen o kamplardan birine, Kapimpilan Kampı’na gidiyorduk işte.
Tıpkı hayalini kurduğum gibiydi bu yolculuk: Kano ismi verilen ince uzun teknelerin üzerine sıra sıra dizilmiş biz ve altımızda Matampay nehri. Yol ilerlediğinde ise nehir üzerine inşa edilen evlere rastlıyorduk. İspanyol işgali sonrasında 2. Dünya Savaşı’nda bölgeye çöreklenen Amerika’nın eseri bu evler. Getirdiği demokrasi ve özgürlükle birlikte Müslümanların karaya ayak basmalarını yasaklayınca Amerika, toprakların asıl sahipleri de çareyi nehir üzerinde yaşamakta bulmuş. Suyun üzerinde kanolarda doğan çocuklar da büyüdüklerinde nehrin üzerine evlerini inşa etmişler. Bugünlerde karaya ayak basmak yasak olmasa da geçen süre zarfında kültüre dönüşen bu yaşam biçimi hayat bulmaya devam ediyor nehir üzerinde. Kampa yaklaştığımızda ise bize eskortluk etmek üzere tam teçhizatlı üniformalı mücahitlerin etrafımızı 3 ayrı koldan sardıklarını görüyoruz. Karşılıklı tekbir getirmelerin sonrasına da kampa varıyoruz.
Her ziyaretimizde olduğu gibi burada da bizleri yeryüzünün neşesi çocuklar karşılıyor. Gözlerimizin içine bakıyorlar ve ten rengimizi, kılık kıyafetimizi algılamaya çalışıyorlar önce. Ekibimizden biri azıcık bir samimiyet gösteriverse hepsi anında yelkenleri suya indirecek ve içlerindeki çocuk neşesini dışarıya çıkartmaya yetecekti. Fırsatı kaçırmadan başlıyorum çocuklarla çocuk olmaya. En sonunda onları güldürmeyi başarıp fotoğraflarını çekmeyi başarabilsem de, anne-babasını kaybedip İHH’nın yetimhanelerinde barınan yetimlerle burada anne babasının yanında yaşayan çocuklar arasında dağlar kadar fark olduğunu iki gün sonraki yetimhane ziyaretinde anlıyorum. Meğer ne büyük bir hayra vesile oluyormuş bizim yetim hamileri…
Mücahitlerden bahsetmişken, MİKC’in en büyük başarısının yapı içerisinde yabancı uyruklu mücahit kabul etmemekle yerli ve milli duruşunu koruyabildiğini ve bunun da uluslararası arenada kendilerine meşruiyet sağlamada büyük avantajlar kazandırdığını hatırlatmadan geçmeyelim. Ve belki de son 100 yıldaki tüm İslâmî direniş cephelerinin aksine sadece meydanda değil masada da zafere ulaşmaya ramak kalan mücadelenin tek örneği olduğunu ifade edelim. Bilindiği üzere Filipinler Devleti ile MİKC arasında barış müzakereleri devam ediyor ve buna İHH’dan Hüseyin Oruç ağabey de resmi gözlemcilik yapıyor. Kapsamlı bir özerlik yasasını içeren referandumun ise 21 Ocak 2019’da yapılması planlanıyor. Hayırlar getirsin inşallah.
İşte şimdi başladı Moro’nun türküsü
Ziyaretler faslını bitirip açılışlar için yetimlerle bir araya geldiğimizde ise artık hayatımız boyunca asla unutamayacağımız günleri yaşamaya başlıyorduk. İşte şimdi başlıyordu Moro’nun türküsü. Mavi Marmara’nın son şehidi Uğur Süleyman Söylemez ağabeyin ismini taşıyan yetimhanede ilk olarak karşılaşıyorduk cennet kokulu çocuklarımızla. Okuldan döndüklerinde bizi karşılarında bulmuşlardı. O anki sevinçlerini anlatamam. Bizden önceki ekipler öyle güzel bir iz bırakmış ki yetimler üzerinde, çocuklar bize de o ümitle bakıyorlar. Aradan geçen 3 günün ardından öyle bağlanıyoruz ki birbirimize son günkü vedalaşma anımıza karşılıklı gözyaşlarımız şahitlik ediyor. Kimi gece boyunca özene bezene hazırladığı mektubu cebimize sıkıştırırken kimi de biraz İngilizce biraz Türkçe meramını ifade etmeye çalışıyor. Ve hâlâ kulaklarımda yankılanan o cümleler dökülüyor dudaklardan: “Sen kalsan olmaz mı? Bizi sakın unutma!” Otele dönerken ise yaşadıklarımız film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor ve yetimliği hissediyoruz iliklerimize kadar. Neyse ki ardımızda, yetimlerin yanında ‘Baba Ömer’i bırakıyoruz.
Yetimlere adanmış bir ömür: ‘Baba Ömer’
Baba Ömer’i ne kadar anlatabilirim bilmiyorum, zira bunu ancak yetimlerin başarabileceğine olan inancım tam. Gerçi video hikâye teklifimi kabul edip bize verdiği röportajdan iktibaslar yaparak, yani bir nevi kendi dilinden anlatacağım Baba Ömer’i. Baba Ömer yani Ömer Kesmen, MİKC tarafından İHH’ya teklif edilen arabuluculuk teklifinin ardından ailesiyle birlikte gelmiş Moro’ya. 6 yılı aşan bu süre zarfında o Moro’yu, Morolular da onu çok sevmiş. Öyle ki zamanla yetimlerin de ‘Baba Ömer’i olmuş. Yetimler ona hitap ederken Baba Ömer diye hitap ediyor, mektuplarına başlarken de ondan “Sayın Baba Ömer” diye bahsediyorlar. Ömer ağabey ise Baba Ömer’in hikâyesini şu şekilde özetliyor:
“Buraya geldikten sonra yetimlerimizle birlikte hayat sürmeye başladık. Yetimlerimizin çoğu şehit çocukları. Ve içlerinde hem annesini hem babasını kaybetmiş çocuklarımız var. Çocuklar, babalarını çok küçük yaşta kaybetmişler. Biz de onlara burada kol kanat geriyor ve baba şefkatiyle yaklaşmaya gayret ediyoruz. Bundan dolayı onlar da bize yakınlık göstermeye başladılar ve aramızda ciddi bir ünsiyet oluşmaya başladı. Böylelikle çocuklar bize ‘Baba Ömer’ diye hitap etmeye başladılar.”
Ömer ağabey, 4 yıla yakın ailesini yanında tutmuş. Sonrasında başlayan sıkıntılardan dolayı da ailesini Türkiye’ye getirmek zorunda kalmış ve Moro’da yalnız yaşamaya devam etmiş. Yetimlerin yüreğinde öyle bir yer etmiş ki Ömer ağabey, 2 -3 ayda bir Türkiye’ye ailesinin yanına geleceği zaman yetimhanedeki çocukların bir daha dönmeyeceği korkusuyla kenarlara çekilip ağladıklarına şahit olmuş çok defa. Röportajımızın devamında Türkiye’ye geleceği zaman yetimlerin arabaya mektup bıraktığını, mektupta çocukların araba kullanırken dikkatli olması ve hastalandığında mutlaka hastaneye gitmesi gerektiğini yazdıklarından bahseden Ömer ağabey, hikâyenin devamını şöyle anlatıyor: “Çocukların neden bana bunları yazdıklarını başta anlayamamıştım, şaşırmıştım doğrusu. Sonra bu çocukların hayat hikâyesini okuduğumda anladım meselenin aslını. Meğer bana araba kullanırken dikkatli ol diyen yetimimizin babası trafik kazasında, hastalanınca hastaneye git diyenin babası da ilaç yetersizliğinden dolayı hayatını kaybetmiş. Bu yaşadıkları çocuklarımızın dünyasında ciddi bir etki bırakmış. Bizim de onlara baba şefkatiyle yaklaşmamızdan dolayı tekrardan aynı şeyleri yaşamak istemiyorlar ve bizlere zaman zaman böyle duygusal mektuplar yazıyorlar.”
Yayınladığımız video hikâyede süre kısıtlamasından dolayı kullanamadığımız bir diğer hikâyede ise yine yetimlerden birinin mektup yazdığını ve mektubunda artık öz babasını özlemediğini söylemiş. Nedenini ise yetimhaneye geldikten sonra ve Ömer ağabeyle birlikte zaman geçirdikten sonra artık bir babası olduğunu ve bundan dolayı da öz babasının özlemini duymadığından bahsetmiş Baba Ömer’e. Yine kamera arkasında Ömer ağabeye sorduğum sorulardan biri de ailesini nasıl ikna ettiği konusuydu. Yetimlerle aynı yaşta bir kızı olduğunu ifade eden Ömer ağabey, sorumu kızına verdiği cevabı hatırlatarak yanıtladı: “Sevgili kızım, senin uzakta da olsa bir baban var ama yetimhanedekilerin yok…”
Baba Ömer’e dair son bir hatıra da vasiyet meselesi. MİKC’in bir mitingine katıldığını ve hasbelkader bir konuşma yapması teklif edildiğini anlatan Ömer ağabey, “Kürsüye çıktığımda ne diyeceğimi bilemedim önce. Sonra içimden dua ettim ve kutsal topraklarda vefat edenlerin kendi memleketlerine gönderilmediğini, bulundukları yere gömüldüğünü hatırlattım. Sonra da şehit kanlarıyla sulanmış olması vesilesi ile Moro’nun da en az kutsal topraklar kadar bir değeri olduğunu söyledim. Ardından da Moro’da vefat ettiğim takdirde naaşımın Türkiye’ye gönderilmeyip Mindanao’da gömülmesini vasiyet ettim.” cümleleriyle vasiyetini özetledi. Rabb’im, kendisinin ve ailesinin fedakârlıklarını zayi etmesin inşallah.
Bizi kardeş kılan Rabb'imize bin şükür
Açılış törenine önce temsilcisini göndereceğini haber veren, ancak daha sonra da programlarını iptal ederek bize sürpriz yapan Hacı Murat İbrahim’le uzun süre bir arada bulunuyoruz. Fırsatını bulup kendisi ile 10 gün önce vakfımızda karşılaştığımızı ve orada fotoğraflarını çektiğimi hatırlatıyorum. Şimdi ise kendi topraklarında bir arada olduğumuzu ifade ederek birlikte fotoğraf izni istiyorum.
Daha sonra fotoğrafa baktığımda ise solumda Hacı Murat İbrahim’in sağımda Patani’den tanıştığımız Şeyh Fahrettin’in önümde ise Tokatlı Ömer ağabeyin yer aldığını fark ediyorum. Bizi kardeş kılan Rabb’imize bir kez daha şükrettikten sonra dağların, okyanusların ve ötelerin ardına eserler inşa ederek kardeşlik bağlarımızı pekiştirmemize vesile olan milletimize bir kez daha dua ediyorum.
Yetimlerin ise en büyük hayalinin İstanbul’da üniversite okuyabilmek olduğunu ve İstanbul’dan bahsedince yüreklerinin kıpır kıpır ettiğini hatırlatıyor ve Moro türküsüne burada kısa bir ara veriyorum.
Açe duasında buluşmak ümidiyle. Vesselam!