Yirminci yüzyıl dünya tarihi bakımından çok önemli olayların yaşandığı bir yüzyıldır. Bu yüzyılın son çeyreğinde yaşanan İran'daki siyâsî değişiklik de şüphesiz bunlardan biridir. Seküler Pehlevî Hanedânı'nın yıkılarak, Şîî temeller üzerine bir İslam devletinin kurulmuş olması ve bunun sebep olduğu köklü değişikliklerin önemi aradan geçen 40 yıllık zaman zarfında kendisini çok daha net bir şekilde gösterir. Bu özelliğiyle “İran İslam Devrimi” gerek bölgesel gerek küresel anlamda sahip olduğu önem ile gerçekten de 20. yüzyılın en mühim olaylarından biri olarak sayılmayı hak eder. 1979 yılında gerçekleşen devrimin geçirdiği 40 yılı şüphesiz pek çok önemli hadise ile doludur. Şu anda Ortadoğu'da önemli de bir güç unsuru olan İran'ın mevcut gücünü bu devrimin getirdiği prensiblerden aldığı, aslında günümüz İran'ının yüzyıllara dayanan muhteşem birikiminden ayrı olarak, 1979 yılında doğmuş 40 yaşında bir güç olduğunu söylemek mümkündür. Bu çerçeveden bakılınca İran'ı anlama yolunun devrime giden süreç, devrim ve devrim sonrası ile başlayacağı aşikardır. Tabi "İran İslam Devrimi" denince akla gelen ve bu devrimin merkezinde yer alan ilk isim hiç şüphesiz Humeynî'dir. 40 yıl önce gerçekleşen bu devrimin Humeynî sayesinde mümkün olduğu hiç de abartı olmayacaktır. Dolayısıyla bu bağlamda İran Devrimi'ni anlamaya çalışırken de bu süreci Humeynî üzerinden, onun hayatıyla paralel bir çizgide anlatmak muhtemelen yerinde olacaktır
Humeynî'nin dünyaya geldiği 1902 yılında İran Kaçarlar'ın hakimiyetindedir. Artık bu tarihte yıkılma sürecine girmiş olan hânedan İran topraklarında ömrünün son çeyreğini ülkenin İngiltere ve Rusya'nın nüfûz bölgesi haline geldiği bir dönemde yaşar. Bu da en başta beraberinde iktisâdî problemler olmak üzere merkezî otoritenin zayıflamış olması dolayısıyla güvelik problemlerini doğurur. Humeynî'nin henüz bebekten bir cinayet dolayısıyla kaybettiği babası bu güvensizlik ortamının kurbanıdır. Çocukluk ve gençlik yılları, insanların malına ve ırzına saldırıda bulunan kişilerle mücadele ile geçen Humeynî silah ve kavga ile aslında çok erken yaşlarında tanışır. Onun özellikle 60 yaşından başlayıp, 1989 yılında 87 yaşında ölünceye kadarki yaklaşık 30 yıl boyunca çeşitli yerlere göndermiş olduğu mektupları, yaptığı konuşmaları, verdiği röportajları içeren ve hemen hemen 20 cilt civarındaki hacimli külliyat olan "Sahîfe-i Nûr"da Humeynî'nin hayatının bu dönemine dair bizzat kendisinin aktardığı bilgiler mevcuttur. Babasının öldürülmesinin ardından annesinin himâyesinde büyüyen Humeynî, yine çocuk sayılabilecek bir yaşta annesini de kaybeder. Ufak yaştan itibaren karşılaştığı zorluklar onun şüphesiz daha sonraki yıllarca çok sıkça karşılaştığı zorluklara karşı direncini sağlar. Hafızlığını tamamlayan, ilk eğitimini bulunduğu yerde ve daha başka yerlerde alan Humeynî, yüksek tahsilini ise 1922 yılında gittiği Kum'da alır. 20 yaşında bir delikanlı iken sahip olduğu birikim ile zekası ile kısa zamanda Kum'da sivrilmeyi başarır. Çeşitli alimlerden eğitim alan Humeynî 1930 yılında da burada eğitim vermeye başlar. İran İslam Devrimi'nin gerçekleşmesinin ardından idarî kadroda yer alacak Mutahharî ve Beheştî gibi daha pek çok isim Humeynî'nin derslerinde bulunur
Humeynî tabi bir hânedanın yıkıldığını görürken Pehlevîler'in ortaya çıkışına da şahitlik eder. Orduya mensup bir isim olan Rızâ Şah Pehlevî'nin ortaya çıktığı tarih ile Pehlevî Hânedânı'nın kurucu sıfatıyla taç giydiği tarih arasında çok da uzun bir zaman yoktur. Kendisine model olarak belirlediği Mustafa Kemal'in Türkiye'de yaptıklarının benzerlerini burada da yapma girişiminde bulunan Rızâ Şah, mukaddesâta müdahalede Türkiye'deki örneğinden hiç de geri kalmaz. Rızâ Şah bilindiği gibi Türkiye'ye 25 günlük bir ziyarette de bulunarak Mustafa Kemal'in yaptığı devrimlerle alakalı fikirler elde edinir. Rızâ Şah'ın uyguladığı politikalara karşı çıkan Şîî ulema olur şüphesiz. Gerek Âyetullâh Nûrullâh İsfehânî'nin gerekse de Âyetullâh Bafkî'nin yapmış olduğu protestolar Humeynî'nin genç dimağında büyük tesir uyandırmış olmalıdır. Rızâ Şah, yapmış olduğu veya yapacağı devrimlerin sağlam temeller üzerinde ilerleyebilmesi için din alimlerinin etkilerinin kırılmasını gerekli görür. İran'da ulemâ o dönemde hatta daha önce Kaçarlar döneminde de etkinliğini hissettirir. Mesela İran'daki tütün ekiminin bir İngiliz şirketinin tekeline bırakılması dolayısıyla Âyetullâh Mîrzâ Şîrâzî'nin başını çektiği "Tömbeki Hareketi" dönemin Kaçar şahına geri adım attırır. Aynen Türkiye'de 1924 yılında uygulanan "Tevhîd-i Tedrîsât Kânûnu" gibi Rızâ Şah da medreseleri dağıtmak ve medreseleri devlet kontrolüne alma teşebbüsünde bulunur. Bunun bir komplo olduğunu ifade eden Humeynî tepkisini de açıkça ortaya koyar. Alimlerin buna kanmamaları gerektiği konusunda da faaliyet yapmaktan geri kalmaz. Medreselerde bir ıslahat yapılmasının gerekliliğini bilen Humeynî, bu amaçla Kum’daki medreselerin idâresinden sorumlu taklid mercii Âyetullâh Burûcerdî'ye bir proje sunar ama olumlu netice alınmaz. Burûcerdî ile kimi ihtilaflar da yaşayan Humeynî, Burûcerdî'nin öldüğü 1961 yılında onun bulunduğu mevki için uygun görülecektir ki Burûcerdî'nin Şah rejimine karşı yapmasını ümit ettiği muhalefeti kendisi tüm şiddetiyle yapacaktır.
İkinci Dünya Savaşı'nda yanlış ata oynayarak Almanya'ya yakınlaşan Rızâ Şah, bunun bedelini tahtıyla öder ve sürgüne gönderilir. Yerine ise oğlu Muhammed Rızâ getirilir. Rusya ve İngiltere'nin İran topraklarındaki nüfûzu hâlâ canlıdır. Muhammed Rızâ'nın saltanatının ilk yılları otoriteyi tam olarak ele geçirememiş olmasının getirdiği bir serbestlikle geçer. Bu rahatlık ortamında Humeynî, "Keşfü'l-Esrâr" adlı eserini kaleme alır. Rızâ Şah'ın yıllar boyu uyguladığı zulümlerden bahseden Humeynî, İslam devletinin kurulması ve gerekirse bunun için kıyam edilmesinden de bu eserinde bahseder. Muhammed Rızâ her ne kadar ilerleyen yıllarda otoriteyi elde etmeyi başarabilse de bu sefer karşısında hareket kabiliyetini kısıtlayan bir başka isim vardır ki o da İran'ın Pehlevî muhalifi nüfûz sahibi kişilerinden Muhammed Musaddık'tır. Tabi bu arada eklemek gerekir ki İran'da o dönem Meşrûtî monarşi tarzında bir idare vardır. Yani kısaca şahın otoritesini sınırlayan bir meclis vardır. 1943 seçimlerinde meclise girmeyi başaran Musaddık 1951 yılında başbakan oluncaya kadar Şah’a karşı bir nevi otorite mücadelesi verir. 1951 yılında başbakan olmasının ardından yaptığı ilk işi ise İran petrollerinin millîleştirilmesi olur. Musaddık'ın bu girişimi şüphesiz meclisteki diğer koalisyon ile mümkün olur ki bu koalisyonda yer alan isimlerin en önemlilerinden biri de Âyetullâh Kâşânî'dir. Petrol millîleştirilmekle birlikte kimi büyük petrol şirketlerinin uyguladıkları boykot dolayısıyla istenilen başarı elde edilemez. Uluslararası çıkan krize bir de ülke içinde meydana gelen iktisâdî gerilim eklenince Muhammed Rızâ çözümü zaten hoşnut olmadığı Musaddık'ı görevden alır. Musaddık'ın buna direnmesi ise ülkede ciddi bir kaos oluşturur. Hatta yaşanan olaylar dolayısıyla Muhammed Rızâ eşiyle birlikte yurtdışına kaçmak durumunda bile kalır. Nihayet 1953 yılında CIA desteğiyle gerçekleştiği konusunda şüphe olmayan bir darbe ile Musaddık bertaraf edilir. Muhalif isimler tutuklanıp veya bertaraf edilirken Şah da Amerika tarafından garantili otoritesini tam olarak eline alır. Amerika'nın İran'a olan ihtiyacı şüphesiz sadece petrolle sınırlı değildir. İran Amerika için patlak vermesi kaçınılmaz olan İsrail - Arap Devleti savaşında bir Fars unsuru olarak güvenilir bir müttefiktir de aynı zamanda.
Arkasına Amerika'nın desteğini alan Muhammed Rızâ otoritesini perçinlemek amacıyla bir takım adımlar atar. Özellikle İslam Fedâileri adında silahlı mücadele veren önemli bir teşkilatın önde gelen isimlerinin, dönemin başbakanı Hüseyin Alâ’ya yaptıkları suikast teşebbüsü dolayısıyla idam edilmeleri Pehlevî'ye olan mücadelede ciddi bir kan kaybına yol açar. 1957 yılında kurulan gizli isstihbarat teşkilatı SAVAK da muhaliflerin sindirilmesi konusunda büyük çalışmalar yapar. Muhammed Rızâ tabi kimi reformlarda da bulunur. Bunlardan özellikle eyâlet ve vilâyet encümenleri kanun tasarısının kabulü, mevcut seçim kanununa getirdiği kimi değişikliklerle Humeynî'nin başını çektiği büyük bir tepkiye yol açar. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm'e yemin ederek göreve başlanılması ve aday olacak kişilerin Müslüman olma zorunluluğu kaldırılır. Humeynî bunun sakıncalı bir mezhep olan Bahâîler ile İsrail casuslarının devlete yerleştirilmeleri amacını taşıdığını söyler. Ülke çapında meydana gelen olaylar dolayısıyla rejim geri adım atmak durumunda kalır. Yine 1960'ların başlarında Muhammed Rızâ'nın "Beyaz Devrim" olarak başlattığı reform programı da büyük tepkilere yol açar. Reform maddelerini referanduma sunan Muhammed Rızâ'ya milliyetçiler ve komunistler destek olurken, Humeynî'nin başını çektiği Kum ulemâsının buna cevabı "referanduma katılmak haramdır" olur. Ülkede meydana gelen gerginliği azaltmak amacıyla Muhammed Rızâ'nın Kum'a geleceğini öğrenen Humeynî onu karşılamanın haram olduğu yönünde bir fetva verir. Öyle ki Kum'daki meşhur Hz. Ma'sûme türbesindeki görevliler bile Şah’ı karşılamazlar. Kısa zaman sonra yapılan halk oylamasında her ne kadar katılım çok az olsa da reform paketine yeşil ışık çıkmış olur. Humeynî ile birlikte dönemin 9 önemli isminin altında imzasının yer aldığı bildiride Muhammed Rızâ'ya ciddi eleştiriler olur
Muhammed Rızâ, kendisine ve yapmayı planladıklarına engel olacağını düşündüğü ve başını Humeynî'nin çektiği ulema için sindirme politikası da uygular. Aynı dönemde Humeynî'nin ders verdiği Feyziyye Medresesi'ne yapılan saldırı bununla açıklanır. Tabi Humeynî'nin laik Pehlevî rejimine karşı verdiği mücadelede kendisini destekleyen büyük bir ulema kitlesi vardır. Fakat bunun yanında pasif duran ciddi bir kesim daha vardır ki takiyyeyi benimseyen bu kişilere hitaben Humeynî'nin "mevcut şartlar altında takiyyenin haram olduğu" söylemi Şîîlikte özellikle benimsenen tartışmalı bu durumun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği bakımından altı çizilesidir. Bununla birlikte Humeynî'nin rejime karşı duruşu Necef gibi şîî dünyanın bir diğer önemli merkezinde de takip edilir ki, İran'daki ulemanın uğrayabileceği büyük bir sıkıntının önlenmesi amacıyla Âyetullâh Hekîm buradaki ulemayı Necef'e davet eder. Irak'tan İran ulemasına gelen bu destekten haberdar olan Muhammed Rızâ bu durum karşısında tedirgin olur. Fakat Humeynî gönderdiği cevapta Kum medreselerinin boş bırakılmasının doğru olmayacağını ileri sürerek bu daveti geri çevirir.
5 Haziran 1963 tarihine denk gelen bir gelişme artık süreci geri dönülemez bir devreye sokar. İran'da kullanılan hicrî şemsî 15 Hordad'a denk gelen ve bu isimle de anılan kanlı bir saldırının gerçekleştiği gün devrim sürecinin başlangıcını teşkil eder. Bu tarihten kısa bir zaman önce Humeynî, Muhammed Rızâ aleyhine ağır sayılabilecek bir nutuk irat eder. Humeynî'ye karşı sabrı artık iyice tükenen rejim bunun üzerine gönderdiği komandolarla onun evini sararak tevkîf eder ve onu Tahran'a getirterek burada hapseder. Tabi Humeynî'nin tutuklanmış olması büyük bir tepkiyle halk arasında hızla yayılır. Rejimin sindirme saldırısı dolayısıyla Kum'un sokakları kana bulanır. Olaylar üstelik Kum'la da sınırlı kalmaz. Humeynî'nin tutuklanmasına tepki Tahran, Meşhed, Şîrâz gibi İran'ın en büyük şehirlerinde de kendisini gösterir. İran bir iç savaşın eşiğine gelir. Rejim kuvvetleriyle Tahran'da çatımaya girişilir. Sonları her ne kadar idamla bitse de Hacı İsmail ve Hacı Tayyip Rızâî gibi isimler kısmî başarılar da elde ederler. Rejim adına gelinen bu dehşetli durum her ne kadar kontrolden çıksa da nihayetinde Kum'da yaşanan kanlı bastırma taktiği burada da uygulanır ve neticede cesedlerin sokaklarda olduğu bir katliam İran yakın tarihine işlenmiş olur. Muhammed Rızâ İran'da yaşanalardan Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnâsır'ı suçlar. Her ne kadar gösteriler bir yere kadar sindirilmiş olsa da rejimin Humeynî'ye bir kötülük yapması ihtimali insanların öfkesini hâlâ canlı tutar.
Geri atmak zorunda kalan rejim Humeynî'yi askerî hapishaneden çıkartarak ev hapsine alır. İlerleyen süreçte de Kum'daki evine bırakır. Rejim her ne kadar Humeynî'nin artık sindirilmiş olduğunu düşünüp buna dair asılsız haberler yapsa da aslında Humeynî'nin hiç de fikir değiştirmediğini kısa zaman sonra görürler. Humeynî Kum'a gelmesinden hemen birkaç gün sonra 15 Hordad'da başlatılan hareketin devam edeceğini ilan eder. 15 Hordad'ın 1. yıldönümü ülke çapında genel yas ilan edilirken, bu tarihten hemen bir ay sonra Humeynî'yle birlikte İslam Devrimi'nin gerçekleştirilmesinde oldukça önemli olan Tâlekânî ve Bâzergân gibi isimlerin uzunca bir hapis hayatına mahkum edilmeler gergin olan ipleri tekrar gerer ve Humeynî yayınlandığı bildiride İran'ın çeşitli yerlerinde bulunan alimlerin halkın ayaklanmasını yönlendirip idare etmelerini söyler.
1964 yılında Amerikalı diplomatların dokunulmazlık elde etmeleri için girişilen çalışmalar aynı şekilde yine Humeynî'nin ciddi bir tepkisiyle karşılanır. Ülke çapında büyük bir ayaklanma çağrısında bulunan Humeynî bunun için tarih olarak da kendisine 27 Ekim'i, yani büyük harcamalarla kutlanan Muhammed Rızâ'nın doğum gününü tercih eder. 15 Hordad'da rejimin uyguladığı şiddetin insanlar üzerindeki etkisi, rejimin 15 Hordad benzeri bir ayaklanma için hazırlanmış olması, Humeynî'yi destekleyen pek çok kişinin hapishanelerde olması, kimi ulemanın çekimser kalması, kiminin ise halk üzerindeki nüfûzunu Humeynî aleyhine kullanması neticesinde burada istenilen netice elde edilemez. Bu fırsatı ganimet bilen rejim Humeynî'den kurtulmanın da zamanı geldiğine inanır. Humeynî'yi öldürmek muhtemelen işin en kolayı olsa da rejim bunun neticesinde oluşacak problemleri göz önüne almış olmalıdır ki çözümü Humeynî'yi yurtdışına sürmekte bulur. Yine Tahran'dan gönderilen komandolar Humeynî'nin Kum'daki evini basarak onu Tahran'daki Mehrâbâd Havalimanı'ndan askerî bir uçakla Ankara'ya gönderir ve Humeynî'nin yaklaşık 1 yıl sürecek Türkiye macerası böylece başlamış olur. Humeynî'nin sürgüne gönderilmiş olduğu haberleri İran'da yine itirazlara yol açar. Fakat liderlerini kaybetmiş olan bu kitle için şimdi artık sadece meseleleri dışarıdan takip etmek kalır. Humeynî önce Ankara'ya kimi adreslere sonra da Bursa'da yerleştirilirken Muhammed Rızâ da İran'da muhalefetten geriye kalanları pasifize eder ve reformlarını rahatlıkla yapar.
Tabi Humeynî'nin Türkiye'de kalmış olduğu vakit hiç de az değildir. Onun burada kalmasının Türk ve İran işbirliği neticesinde olduğunda şüphe yoktur, dolayısıyla her ne kadar hapis hayatı yaşamasa da Türk istihbaratı tarafından bir takibata uğramadığını düşünmek mümkün değildir. Yine de onun Türkiye'de neler yaptığı ayrı bir araştırma sahası olacaktır. Türkiye'deki sürgün yıllarında Tahrîrü'l-vesîle adlı fetvalarını içeren eserini kaleme alan Humeynî Türkiye'de iken yanına katılan oğlu Mustafa ile birlikte Irak'a sürülür. Bunun neden yapıldığı konusu ise çok da aydınlık değildir.
Bağdat'a getirildikten sonra Bağdat, Samarrâ ve Kerbelâ'daki İsnâaşeriyya imamlarının türbelerini ziyaret eden Humeynî, sonrasında Irak'taki sürgün yeri olan Necef'e götürülür. Humeynî Necef'te 13 yıl kalır, her ne kadar Necef de Şîî dünyanın önemli merkezlerinden biri olsa da onun burada karşılaştığı kimi zorluklar kendisine bu yılları için "mücadelesinin en zor dönemlerinden biri" yakıştırmasını yaptırtır. Necef uleması en başta kendisinin gittiği yola karşı mesafelidir. Irak'ta bulunduğu yerden İran'daki gelişmeleri yakînen takip etmeyi ihmal etmeyen Humeynî, 1967 yılında patlak veren Arap - İsrail Savaşı dolayısıyla bir bildiri yayınlar ve burada müslüman ülkelerin İsrail'le ilişkilerini kesmelerini söylerken İsrail mallarını tüketmenin de haram olduğunu ifade eder. Bu fetvadan tabi en başta İsrail'le ilişkileri oldukça iyi olan İran etkilenir. Humeynî'nin İran'da kendisinin yayın organı gibi faaliyette bulunan Kum'daki evi rejimin saldırısına uğrar. Humeynî'nin bir diğer oğlu olan Ahmed beraberindekilerle birlikte tutuklanırken, Humeynî’nin yayılanmamış pek çok eseri de bu sırada kaybolur. Şah rejiminin Humeynî'yi bu dönemde Hindistan'a sürmek için teşebbüslerde bulunduğu söylenir ki bu mümkün olamamıştır. Bunun gerçekleşmemesinde içeride yapılan itirazların etkisi olabilir. Tabi 1967 aynı zamanda Irak'ta Baas'ın iktidara geldiği tarihtir. Humeynî bunun da getirdiği olumsuzluklarla mücadele etmek durumunda kalır. Özellikle iki ülke arasında 1969 yılında karasuları dolayısıyla yaşanan bir anlaşmazlık, Irak'ın İran asıllı çok sayıda kişiyi Irak topraklarından sürmesiyle neticelenir. Bu gerginlik ortamında Humeynî'yi destekleyerek İran'a karşı kullanmak isteyen Irak tam aksi bir durumla karşılaşır. Humeynî uygulanan bu sürgünü açıkça kınar. Zeki bir insan olduğunda şüphe olmayan Humeynî Irak'a yakın olmakla İran rejiminin halka kendisini dışarıdan güdümlü biri olarak ilan edeceğini görür ve onların bu ümitlerini suya düşürür.
Humeynî, Muhammed Rızâ'ya asla göz kırpmaz. Bilindiği gibi 1969 yılı aynı zamanda Siyonistler tarafından Mescid-i Aksâ'nın kundaklandığı yıldır. İsrail ve Amerika'nın güdümünde olan Suudi Arabistan'ın günümüzde yaptığı örneklerine nasıl şahit olduysak, o dönemin aynı konumundaki ülkesi olan İran da Mescid-i Aksâ'nın onarımı için tüm masrafların kendisi tarafında karşılanacağını duyurur. Humeynî buna verdiği cevapta Filistin'in kurtarılana kadar Mescid-i Aksâ'nın onarılmaması, bu caniliğin devamlı müslümanların gözünün önünde bulundurularak Filistin'in kurtarılması için bir şahlanışa vesile olması gerektiğini söyler. Humeynî'nin tabi Filistin meselesiyle alakalı yakın ilgisi olur, bu bağlamda Irak'tayken de Filistin Kurtuluş Teşkîlâtı'nın önemli isimleriyle görüşür. Bunun dışında Velâyet-i Fakîh teorisi Humeynî'nin Irak'ta iken ortaya attığı bir teori olarak çok mühimdir. Humeynî 1970 yılında "Velâyet-i Fakîh ve İslam Devleti" başlıklı bir ders başlatır ve bu derslerin derlenip yazıya dönüştürülmesiyle aynı adı taşıyan kitap da meydana çıkmış olur. Kısaca bu teze göre Humeynî kayıp olan on ikinci imamın fonksiyonlarını ulemanın icra edeceğini ortaya koyar. Bu tez İran İslam Devrimi'nin ardından uygulamaya konulmuş olmasından başka anayasaya da girmesi bakımından da oldukça önemlidir
Humeynî her ne kadar Irak'ta olsa da onun fitilini yaktığı bu ateş özellikle 15 Hordad sonrası çok da yoğun bir şekilde örgütlenmeye gider. Çoğu silahlı mücadele vermek için kurulan bu örgütler mesela Başbakan Hasan Ali Mansur gibi isimlerin infazına varacak kadar eylemler yaparlar. Bu dönemde şah rejimine karşı mücadele vermek için kurulan örgütlerden biri de Halkın Mücahidleri Teşkîlâtı'dır. Fakat ideolojik sapmalarına bağlı olarak İslam Devrimi aleyhine yapmış oldukları faaliyetlerle daha sonra Halkın Münafıkları Teşkîlâtı olarak anılacak olan bu yapı daha ilk kurulduğu zamanlarda da Humeynî'den geçerli not almaz. Şahıs olarak ortaya çıkan rejim karşıtları da olmuştur ki bunlardan biri de devrime giden yolda oldukça önemli çalışmaları olan Ali Şeriatî'dir. Bilindiği gibi Humeynî İran'da devrimin gerçekleşmesinin ardından kimi önemli isimlerle, hatta bunlar devrim kadrosundan olmasına rağmen fikir ayrılığına düşer. Şah rejimine olan mücadele her ne kadar bu muhalefeti bir yere kadar tölere etmiş olsa da eğer Ali Şeriatî 1977 yılında ölmemiş, devrimden sonra da hayatta bulunmuş olsaydı muhtemelen Humeynî'ye karşı muhalefet edenlerden biri olurdu. Yine devrimin gerçekleşmesinde önemli role sahip isimlerinden biri olan Mutahharî'nin devrimden önce Ali Şeriatî'yle anlaşmazlığa düşmesi aslında bunu açıkça ortaya koyar. Ali Şeriatî, Humeynî veya aynı çizgide devam eden Mutahharî gibi gelenekçi biri değil, Şîî geleneğe karşı aslında ciddi tenkidleri olan bir isimdir
1970'lerin başı İran'da muhalifete cüret edenlerin şiddetle ezildiği bir tarih iken, Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler de Muhammed Rızâ'nın petrol gelirlerini arttırarak, İran'a ciddi gelir sağladığı bir dönemdir. Yine bu tarihte gerçekleşen ve Mecra'ya "Şah'ın Son Tangosu" başlığıyla detaylı bir şekilde kaleme aldığımız “İran Şahlarının 2500’üncü Yıl Şenlikleri” de Pehlevî döneminin önemli olayları arasında yer alır. Humeynî bu program dolayısıyla yayınladığı mesajında burada yapılan astronomik harcamaları şiddetli bir şekilde kınar. 1974 yılında Restâhîz Partisi'ni kuran Muhammed Rızâ, büyük oranda Humeynî'nin bu parti aleyhine yayınladığı fetva ile istediğini elde edemez. Muhammed Rızâ'nın bir sonraki sene hicrî takvimi kaldırarak onun yerine Ahameniş İmparatorluğu'nun kuruluş yıldönümünü esas alan tarihi uygulamaya koyması Humeynî'nin çok daha şiddetli bir tepki vermesine yol açar. Bu takvimin kullanılmasını haram ilan eden Humeynî her iki adımında da Pehlevî'nin faaliyetlerini fiyaskoyla sonuçlandırır. 1975 yılı aynı zamanda dönemin Cezayir Cumhurbaşkanı ile Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat aracılığıyla Irak ve İran arasındaki sorunların noktalandığı ve bu iki devletin barıştığı bir yıldır. Muhammed Rızâ ile Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı sıfatıyla Cezayir'de anlaşmaya varan iki taraf dünya kamuoyuna da dostluk fotoğrafları verirler. Bu durum şüphesiz Humeynî'nin zaten zor olan durumunu daha da güçleştirir.
Tabi bu esnada dünyada da kimi politik gelişmeler meydana gelir. Bunlarda biri de 1976 yılında Amerika'da yapılan seçimlerde seçimlerden Demokratların zaferle çıkmış olmasıdır. Muhammed Rızâ her ne kadar Cumhuriyetçileri desteklemiş olsa da, hatta bunun için yatırımda bulunmuş olsa bile kaybeden tarafta yer alır. Bunun neticesinde o biraz daha esnek davranma ihtiyacı hissederken, dünyada olup biten gelişmeleri yakînen takip eden Humeynî, Muhammed Rızâ'nın Amerika'nın desteğini kaybettiğini hesap ederek tam da bu dönemde kıyam çağrısında bulunur. Pehlevî saltanatını yıkmanın tam zamanı artık gelmiştir! Fakat Amerika İran konusundaki destek fikrini değiştirmez. Aslında bugün durum neyse dün de aynısıdır. Amerika’da değişen A veya B partisi devlet politikasını değiştirme yolunda bir adım atmaz. Silah ihracatında İran'a herhangi bir Amerikan yaptırımı uygulanmadığı gibi eşiyle birlikte Tahran'a da giden Jimmy Carter, Muhammed Rızâ'ya tam desteklerini bildirir. Rejim bu durumdayken bu dönemde Humeynî de oğlu Mustafa'yı kaybeder. Sorumlu olarak SAVAK gösterilir. İran'ın çeşitli yerlerinde protesto gösterileri yapılırken Humeynî'nin bu duruma karşı açıklaması "Allah Teâlâ'nın gizli lütûflarından biri" olur. Artık ipler iyice gerilmiştir ve Humeynî'nin liderliğindeki Pehlevî karşıtı kitle bir kıvılcım beklemektedir. Bu kıvılcımın çıkması çok da uzun sürmez.
Rejim tarafından Humeynî aleyhine çıkartılan bir haber bu kalabalığı artık durdurulamaz bir hale sokar. İlk protesto Kum'da başlar, burada rejimin gerçekleştirdiği saldırı arkasında çok sayıda ölü bırakır. Aynen 15 Hordad'da olduğu gibi bu protesto gösterileri İran'ın diğer şehirlerine de sıçrar. Fakat bu sefer çok daha kalabalıktır. 15 Hordad'da Humeynî'den mahrum olan bu kitle bu sefer Humeynî'nin mesaj, bildiri veya kasetleriyle motive olur ve Pehlevî hânedânını yıkmak elinden geleni yapar. Kum'da başlayan bu son dalga protestolar artık Pehlevî hânedânının da sonunu getirecektir. Fakat bunun için 1 yıllık bir zamana ihtiyaç vardır. Rejim tarafından değiştirilen başbakanlar da halkın öfkesini dindiremez. Ok yaydan çıkmıştır artık bir kez. Humeynî Irak gibi yakın bir coğrafyada olduğu müddetçe de bu direnişin durmayacağı düşünülür. İran ve Irak ilişkilerinin gayet iyi olduğu bu dönemde yapılacak şey Humeynî'yi Irak'tan göndermek üzerinde ittifak edilir. Humeynî'nin ilk tercihi Kuveyt olur, fakat İran rejiminin müdahalesi dolayısıyla oraya gidemez. İhtimaller arasında Suriye ve Lübnan da varken onun bunlardan vazgeçerek Fransa'yı tercih etmiş olması ilginçtir. Humeynî'nin 4 ay kalacağı Fransa'da dönemin cumhurbaşkanı Valéry Giscard d'Estaing'dir. Onun Le Pouvoir et la Vie (İktidar ve Hayat) başlıklı hatıratı ilginç detaylara sahiptir. Hatırata göre Fransa cumhurbaşkanı Humeynî'nin buradaki varlığından hiç de hoşnut değildir ve Humeynî'nin buradan çıkarılması için emir verir. Çünkü siyaset yapmaması konusunda uyarılan Humeynî bu uyarıyı dikkate almamıştır. Fakat devreye Şah'ın adamları girer ve Humeynî'nin mümkün olduğunca İran'dan uzak olması konusunda onu ikna eder. Aslında Humeynî de Sahîfe-i Nûr'da geçtiği üzere kendisine ifade özgürlüğü tanıyacak bir İslam ülkesine gitmek istediğini beyan eder. Hiçbir yerden böyle bir davet gelmeyince Fransa'da kalmaya devam eder
1978 yılında kurulan ikinci hükümetin başbakanı olan Gulâmrızâ Ezhârî bir asker olarak göreve başlar ve asker olması dolayısıyla ayaklanmayı önleme konusundaki politikası daha da ağır olur. Fakat bu da çözüm getirmez. Şah artık son olarak Şâpûr Bahtiyar'ı dener. Bahtiyar'ın başbakan olduğu aynı dönemde Amerika, İngiltere, Fransa ve Batı Almanya'nın katılımıyla Guadeloupe Konferansı gerçekleşir. Özellikle İran'da yaşanan krizin müzâkere edildiği bu konferansta Muhammed Rızâ'yı şah olarak korumanın mümkün olmadığı, bunda ısrar etmenin İran'daki iç savaşı daha da tırmandıracağı ve belki de Sovyet müdahalesiyle karşı karşıya kalınabileceği gerekçeleriyle Muhammed Rızâ'nın en yakın zamanda İran'dan ayrılması gerektiğinde fikir birliği yapılır. Muhammed Rızâ'nın İran'dan kaçması halk tarafından sevinçle karşılanır, fakat Bahtiyâr Hükümeti'ni de meşru görmeyen Humeynî, mücadelenin devam ettiğini söyler. Fransa'da İslâmî İnkılap Şûrâsı'nı kurar. Daha önce Musaddık örneğini bilen Humeynî muhtemelen benzer bir darbenin yapılacağını düşünür. Şah o zaman yine kaçmıştır. Dolayısıyla Humeynî için Muhammed Rızâ'nın kaçması aslında çok da bir şey ifade etmez. Kaldı ki bunu destekleyen bilgiler Humeynî'nin olup biteni doğru anladığını da işaret eder. 1979 yılında Jimmy Carter, Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Komutanlığı'ndan üstdüzey bir isim olan Robert Ernest Huyser'ı Tahran'a gönderir. Her ne kadar oraya Carter tarafından ne için gönderildiği net değilse de Huyser'ın Mission to Tehran (Tahran'da Görev) adlı 1987 yılında yayınladığı hatıratı onun Muhammed Rızâ'yı kurtarmak için aynen Musaddık döneminde olduğu gibi yeri geldiğinde bir darbe planladığının işaretlerini taşır. Bahtiyâr verdiği tavizlerle halkı sakinleştirecek, sonra da bir darbe ile Muhammed Rızâ tekrar tahtına oturmuş olacaktır. Bir diğer taraftan da Muhammed Rızâ hatıratı olan Answer to History'de (Tarihe Cevap) müttefiki olan Amerika'nın kendisini hayalkırıklığına uğrattığından bahseder. Ayrıca Huyser'ı töhmet altında bırakacak ifadeler kullanır.
Fransa'daki Humeynî artık İran'a dönme vaktinin geldiğine inanır. Fakat Bahtiyâr Hükümeti'nin hâlâ işbaşında olması dolayısıyla Humeynî'nin etrafındakiler onu bu talebinden vazgeçirmeye çalışsa da başarılı olamaz. Humeynî'nin İran'a döneceğini öğrenen Şâpûr Bahtiyar, havaalanlarının kapatıldığını ilan eder fakat şiddetli protestolar dolayısıyla geri adım atmak durumunda kalır. Nihayet 14 yıllık bir aranın ardından Humeynî İran'a dönmüş olur. Mehrâbâd Havalimanı'nda kendisini devâsâ bir kalabalık karşılar. Humeynî'nin ilk uğradığı yer devrimde ölenlerin gömülü olan Beheşt-i Zehrâ olur. Burada yaptığı ve kaydı da olan meşhur konuşmada açıkça "Ben bu milletin desteğiyle yeni hükümeti tayin edeceğim" der. Humeynî gerçekten de kısa bir vakit sonra dediğini yapar ve yukarıda isminden bahsettiğimiz Bâzergân'ı geçici hükümetin başkanı olarak tayin eder. Tabi orduda da çözülmeler başlayarak Humeynî'ye biat edenler olur. İlan edilen sokağa çıkma yasağına uyulmamasını söyleyen Humeynî son darbesini sokaklara akın eden halkla vurur ve nihayet Bahtiyâr'ın istifasıyla 11 Şubat'ta İslam Devrimi'ni tamamlamış olur. İran'da bir dönem sona ererken artık yeni bir dönem başlar. İran yaşanan bu radikal değişim Amerika’nın Ortadoğu’da bir müttefikini kaybetmesi bakımından oldukça mühimdir. İran’da yaşadığı ve devamı gelecek olan bozgun, ayrıca bölgede ve dünyada yaşanan diğer gelişmeler de Amerika’nın ciddi bir kan kaybetmesine yol açar. Bu tarih aynı zamanda Nikaragua’daki Amerika tarafından desteklenen bir rejimin yıkıldığı ve Afganistan’ın da kanlı bir şekilde Rusya tarafından işgal edildiği yıldır.
Devrimin gerçekleştiği daha ilk aylarda yapılan referandumdan çıkan ve İranlıların %90’dan daha da fazla bir oranla İslamî bir nizama evet demekle İran bir İslam cumhuriyeti haline gelir. Tabi İran’da devrimin gerçekleşmiş olmasıyla kimi sıkıntılar da kendisini gösterir. Her ne kadar fikir birliği olmasa da düşmanın bir olması dolayısıyla devrime gelene kadar kendileriyle birlikte hareket edilen solcular ve milliyetçiler gibi başka yapılarla uçurum büyür. Uygulanan kimi politikalar, Amerika başta olmak üzere Batının tahriki, Irak’ta mevcut olan ciddi Şîî nüfusu dolayısıyla Saddam’ın duyduğu endişe ve onun ayrılıkçıları silahlandırmaya girişmesiyle gelişen olaylarla devrimin daha başlangıcı büyük problemlerle geçer. Bunun dışında kimi silahlı örgütlerce suikast girişimleri yapılır. Devrimin beyin kadrosunda yer alan Mutahharî, Tabatabâî ve daha başka isimler bu suikastların kurbanı olurlar. Problemlere ekonomi de eklenir. Zira Şah döneminde gelirin büyük bir çoğunluğunu meydana getiren petrol satımı, bu dönemde dışarıdan yapılan kimi uygulamalarla felce uğrar.
Tabi yaşanan gelişmeler, Amerika’nın yeni İran’a açıkça takındığı düşmanlık, ayrıca İran’a ait 20 milyar dolardan fazla bir meblağın Amerika tarafından bloke edilmiş olması, İran’ın da Amerika’ya olan nefretini iyice bileyler. Devrimin daha yılı dolmadan “İmam Humeynî’nin İzindeki Müslüman Üniversite Öğrencileri” adlı bir grup tarafından eşine az rastlanabilecek bir olay gerçekleşir ve bu grubun silahlı mensupları tarafından Amerika’nın Tahran’daki büyükelçiliği basılır ve büyükelçilik çalışanları tutuklanır. Amerika’nın tepesine yıldırım gibi inen bu olay, büyükelçilik çalışanlarının gözleri bağlı, elleri arkadan kelepçeli fotoğrafının da servis edilmesiyle dünya kamuoyununun dikkatinin buraya yoğunlaşmasını sağlar. İran’da gerçekten de çok ilginç şeyler oluyordur. Yaşanan bu olay sonrası istifa ederek düşen Bâzergân Hükümetine karşın Humeynî büyükelçilik baskınını destekler ve bunu “gerçekleştirilen inkılaptan daha büyük bir inkılap” olarak değerlendirir. Bu da artık Amerika’nın fiilî bir teşebbüs yapmasına yol açar. Tahran’da tutuklu bulunan büyükelçilik görevlilerini kurtarmak için girişilen operasyon çok ilginç bir biçimde Amerika’nın başarısızlığı ile sonuçlanır. Dikkatli bir biçimde hazırlandığında şüphe olmayan bu kurtarma oparasyonu hesaba katılmayan bir kum fırtınası dolayısıyla Amerika’ya ciddi bir bedele patlar. Dönemin cumhurbaşkanı Jimmy Carter’ın başarısız olarak duyurduğu operasyonda, maddî kayıplardan başka Amerika 8 askerini de kaybeder. Bu arada büyükelçilikte ele geçirilen belgeler sayısı onlara varan ciltlerle kamuoyuna da sunulur. Amerika’yla büyükelçilik çalışanları sorununun çözülmesi, bu çalışanların alıkonulmasından neredeyse bir buçuk yıl sonra, Cezayir’in arabuluculuğu ile gerçekleşir. Hasta olan Şah, Mısır’da ölür, dolayısıyla Amerika ile anlaşma zemini oluşur. Amerika’nın İran içişlerine karışmayacağı ve İran’ın mal varlığını vereceği yönündeki taahhüdler gerçekleşmez. Amerika’nın imajını ciddi bir biçimde zedeleyen bu yeni yapı ile mücadelesi kaçınılmazdır.
Humeynî her ne kadar “rehber” sıfatına sahip büyük bir kuvvet olsa da nihayetinde ülkede başa gelen hükümet seçimle gelir. İslam Cumhuriyeti Partisi kendisinin de taraftarı olduğu ve desteklediği bir oluşumdur. Fakat yapılan seçimlerden zaferle çıkan kişi Benî Sadr olur. Tabi bu durumdan Humeynî’nin duyduğu rahatsızlık daha cumhurbaşkanlığı fermanını kendisine verdiği sırada yaptığı konuşmada dediği ve “Benî Sadr Bey’e benim bir cümlelik nasihatim var ki” şeklinde başlayan cümlesinde kendisini gösterir. Benî Sadr yine de uzunca sayılabilecek bir müddet bu makamda kalır. Fakat uyguladığı politikayı devrimin geleceği için tehlikeli gören Humeynî onu önce “Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı”ndan azleder. Sonraki süreçte de cumhurbaşkanlığından azledilir. Bu arada artık bambaşka bir yapılanmaya giden ve “Halkın Münafıkları” şeklinde tavsif edilen Halkın Mücahidleri Örgütü de açıkça suikast girişimlerinde bulunmaktan çekinmez. Bu dönemde kanlı suikast girişimleri olur. Hedef İslam Cumhuriyeti Partisi’dir. İçlerinde Beheştî’nin de bulunduğu ve aynı şekilde devrimin beyin kadrosunu oluşturan 70’den fazla kişi İslam Cumhuriyeti Partisi’nin merkez binasına yerleştirilen güçlü bir bomba ile öldürülür. Cumhurbaşkanlığına seçilen Muhammed Ali Recâî ile Başbakan Cevad Bâhüner de bu olaydan kısa bir zaman sonra suikast sonucu öldürülür. Tabi kendilerine suikast düzenlenip bundan kurtulanlar da olmuştur ki bunlardan biri de devrimin şüphesiz baş kadrosu içerisinde yer alan Hâmaney’dir. Tahran’daki bir camide yaptığı bir konuşma sırasında camiye yerleştirilmiş olan bomba kendisini yaralar fakat öldürmez. Meydana gelen bu suikast girişimlerinden Benî Sadr kısmen de olsa sorumlu tutulur. Zira o dönemde Halkın Mücahidleri Teşkilatı’nın ciddi bir kuvvet kazandığına inanılır. Benî Sadr kurtuluşu hâlâ yaşamakta olduğu Fransa’ya kaçmakta bulur. Aynen Pehlevî ailesinin olduğu gibi bugün de hâlâ varlığını devam ettiren Halkın Mücahidleri Teşkilatı, müstakil bi yazıya konu olabilecek cinsten uzun bir konudur. Bilinmesi gereken şey şu ki yaptığı kanlı eylemlerle gerçekten de İran yakın tarihinin kendisinden en çok bahsedilen örgütü olmayı başarabilmiştir.
İran’da yaşanan gelişmeler şüphesiz bölgede de tesir uyandırır. Lübnan’da ve Filistin’de yaşanan gelişmeler o dönem Batı medyasının ifade ettiği gibi direk İran destekli gerçekleşmiş olmasa bile bunlara bir metod vermesi bakımından şüphesiz etkilidir. Amerika, başını yeterince ağrıtan ve ağrıtacakmış gibi duran İran’a karşı etkili bir çözüm yolu bulur; onu bir sıcak savaşın içine çekmek.. Bölgedeki üslerinden biri olduğu konusunda şüphe olmayan Saddam bu iş için en uygun isimdir. İran’a saldıran Saddam kısa bir zaman zarfında İran topraklarında ciddi bir ilerleme kaydeder. Saddam’ın bu hızlı ilerleyişi, asker ve silah bakımından oldukça kuvvetli bir yapıya sahip olmasından başka İran ordusunun karşılıklığı dolayısıyladır. Zira bir devrim olmuş ve orduda bir tasfiye süreci meydana gelmiştir. İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu yeni kurulmuştur ve Saddam’ın ordusuyla baş edebilmesinin imkanı yoktur. Ayrıca Şah döneminde İran’a getirtilen teknolojik silah ve füze gibi teçhîzât da daha Şah devrilmeden geri götürülmüştür. Bu durum Irak savaş jetlerinin Tahran’ı bombalaması neticesine kadar varır. 8 yıl sürecek olan bu savaşın başkomutanlığını da bizzat kendisi üstlenen Humeynî, Saddam’ı İran’a saldırtanın Amerika olduğunu açıkça söyler. Ne zaman biteceği öngörülemeyen bu savaşın, yeşermekte olan devrimin sıhhati için çok tehlikeli olduğunu görmüş olacak ki Humeynî, diplomasi kanallarını da kullanarak bu savaşın bitmesini ister. O, İslam liderlerine gönderdiği mesajlarda “Müminlerden iki topluluk çarpışacak olursa aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine haksızlıkla tecavüzde bulunacak olursa, artık, haksızlıkla tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın” diyen Hucurât Sûresi’nin 9. âyet-i kerimesini hatırlatır. Tabi değişen bir şey olmaz.
Batı, Amerika ve Rusya, Saddam’ı silah ve teknolojiyle desteklerken bunun faturası da Suud, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi ülkelere kesilir. 8 yıllık bu savaş 80 milyar dolar civarında bir meblağa patlar. Ayrıca Mısır da Ürdün de açıkça Saddam’dan yana tavır alır. Tabi kısa bir zaman sonra Saddam Kuveyt’e saldırınca kendisinin kirli dosyaları da dünya kamuoyunun önüne serilir. Saddam her ne kadar başarılı bir başlangıç yapmış olsa da Humeynî’nin cepheye sürdüğü halk karşısında ciddi bir mukavemetle karşılaşmış olur. Elindeki tüm imkânlara rağmen yaşanan gelişmeler artık kendi aleyhine seyreden bir hal alır. Amerika bu sefer bizzat sıcak girişimde bulunur. İran – Irak Savaşı’nın son dönemlerinde yaşanan bu hadiselerde, İran’a ait çok sayıda petrol ve ticaret gemisi füze saldırısına uğrarken, Fars Körfezi sahillerindeki petrol kuyuları da bombalanır. Daha da acımasızı İran İslam Cumhuriyeti’ne ait 655 sefer sayılı içinde sivillerin olduğu yolcu uçağının Amerika’ya ait uçak gemisinden fırlatılan füze ile vurulmasıdır. Bunlar bile İran’ın mukavemetini kırmaz. Nihayet Güvenlik Konseyi’nin 598 numaralı bildirisinin İran tarafından da kabulü ile savaş sona erer. Humeynî bu durumu “zehir kadehini yudumlamak” olarak tavsif etmekle birlikte devrimin maslahatı için bunu uygun gördüğünü söyler.
Devrimin gerçekleşmesi akabinde meydana gelen olaylar, ülke ile alakalı yapılması gerekenlerin şüphesiz tehirini gerektirmiştir. Artık savaş bitmiştir ve ülkeyle ilgilenme vakti gelmiştir. Humeynî, dönemin cumhurbaşkanı olan Hâmeney ile kimi ıslahat girişimlerinde bulunur. Nicedir unutulmuş olan Cuma namazı ve Cuma hutbesini tekrar canlandırarak, buralarda özellikle siyâsî meselelerin ele alınmasını sağlar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Humeynî’nin Şah’ı devirmek için bir müddet de olsa teşrîk-i mesâî yaptığı ama daha sonra aralarının açıldığı farklı yapılar olur. Bunun dışında omuz omuza mücadele verdiği aynı fikirden insanlar da vardır ki bunlardan kimileriyle de Humeynî’nin arası sonraki süreçte açılır. Bunların başında da hiç şüphesiz Muntazarî gelir. Yukarıda bahsettiğimiz ıslahatlardan biri de bizzat Humeynî tarafından anayasa eklenen ve rehberi tayin etmek gibi önemli bir vazifeye sahip olan Uzmanlar Meclisi’dir. Müçtehid seviyesindeki alim ve fakihlerden oluşan bu meclis, kurulmasının ardından yaptığı bir oturumda Âyetullah Muntazarî’yi rehber vekili olarak belirler. Muntazarî, hem Humeynî’ye çok yakın bir isimdir, hem de devrime giden süreçte faal bir isimdir. Fakat Muntazarî’nin seçilmiş olması Humeynî’yi hiç de hoşnut etmez. Humeynî, onun bu sorumluluğu kaldırabilecek güç ve tahammüle sahip olmadığını Sahîfe-i Nûr’da açıkça belli eder. Humeynî’nin özellikle muhalefeti bastırma konusundaki sert tavrı, kendisinin Muntazarî ile de açılmasına giden sürecin başlangıcını teşkil eder. Kendisine muhalif bir ismin halefi olması Humeynî’yi rahatsız eder şüphesiz. Muntazarî’nin ayrıca muhalif kesimle irtibat halinde olması Humeynî’nin açıkça “nizamın maslahatı için Muntazarî’yi berkenar ettim” demesiyle sonuçlanır. İran’da devrimin hayalkırıklığına uğrattığı kişilerin de bir nevi etrafında toplandığı Muntazarî, 2009 yılında öldüğü tarihe kadar önemli ve güçlü bir muhaliftir. Mîr Hüseyin Mûsâvî liderliğindeki Yeşil Hareket’e destek vermiş olması da Hâmeney’in rehber olduğu rejimi oldukça endişeye sevkeder. Kendisinin 2009 yılındaki ölümü aslında rejime de rahat bir nefes aldırır.
87 yaşında kalbiyle alakalı yaşadığı bir problem dolayısıyla hastaneye sevk edilen Humeynî yatırıldığı hastaneden sağ çıkamaz. Ölümünden kısa bir müddet önce hastane odasına yerleştirilen gizli kamera kayıtları bugün internet ortamında mevcut olan Humeynî 3 Haziran 1989’da kalbinin durması neticesinde ruhunu teslim eder. Humeynî’nin ölümünün hemen ertesi günü toplanan Uzmanlar Meclisi, dönemin cumhurbaşkanı ve Humeynî’nin en yakın isimlerinden biri olan Âyetullah Hâmeney tarafından okunan Humeynî’nin uzun vasiyetini dinler. Sonrasında Uzmanlar Meclisi’nin de onayıyla rehberlik makamına Hâmeney getirilir.
Görsellerine ulaşılabilen Humeynî’nin cenaze merasimi İran tarihinin herhalde görüp görebileceği en kalabalık olanıdır. Humeynî’nin naaşı defin yerine helikopterle götürülmesine rağmen yine de kalabalığın engelleri aşmasıyla defin gerçekleşemez. Defin ancak radyo ve televizyonların Humeynî’nin defin işleminin ileriki bir tarihe alındığı duyuruları sonucu insanların dağılmasıyla aynı günün öğleden sonrası mümkün olabilir. Devrimin temellerinin atıldığı, sonraki sürece kıyasla daha da çetin geçmiş olan bu dönem Humeynî ile böylece kapanmış olur.
Peki üzerinden 40 yıl geçen İran Devriminin tam olarak hedefine ulaştığı söylenebilir mi? Devrim sona mı erdi, kesintiye mi uğradı, süreç devam mı ediyor gibi sorular tartışılabilir ama Humeynî’nin devrimin ilk yıllarında söylediği şey tam olarak hayata geçmiştir demek çok da mümkün değildir. Tabi bunun yukarıda da kısmen bahsettiğimiz çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan bir tanesi oldukça uzun süren İran – Irak savaşıdır. Burada ciddi kayıplar olur. 300 bine yakın insan hayatını kaybeder. Tahran bombalanır… İran - Irak sınırında Abbâdân – Hürremşehr Saddam’ın kontrolüne geçer ve 14 ay gibi bir süre onun kontrolünde kalır. Ayrıca devrimi yapan ve devrimin beyni sayılan isimler suikastla öldürülür. Yukarıda ismini verdiğimiz Âyetullah Mutahharî, Âyetullah Beheştî bunlardan sadece ikisidir. Aynı zamanda teorisyen olan bu isimlerin ikisi de devrim için çok önemli insanlardır. İran - Irak Savaşı esnasında aslında iki ayrı savaş daha vardır: Bunların birincisi İran Kürdistanı bölgesinde savaştan doğan zaafiyet dolayısıyla oluşan halk ayaklanması ve onun bastırılmasıdır. İkincisi de tabi ki Halkın Mücahidleri Örgütü’dür. Bunlar 100 binin üzerinde insanın öldürülmesinden sorumlu tutulur. En hareketli oldukları dönemde İran’ın bir bölümünü kontrol altına alırlar, hatta Tahran’ın 40 km kadar yakınına kadar gelirler. Tahran düşme noktasına gelir. Tüm bu nedenlerden kaynaklı olarak devrimin ilk 8 yılı yoğun bir mücadele ile geçer. Devrimin öngördüğü, yapmak istediği şeyler o dönemde yapılamaz haliyle. Savaş biter, isyan bastırılır, Halkın Mücahidleri mağlup olur ama 1 sene sonra bu sefer de Humeynî ölür. Ölümünden sonra da onun yerine Cumhurbaşkanı olarak Hâmaney, Hâmaney’den boşalan yere de Rafsancânî gelir.. Ondan sonra da bir reformist – muhafazakar bölünmesi başlar İran’da. Bu siyasi mücadele sert tartışmalara neden olur. Tabi uzun yıllar süren savaş neticesinde yıkılmış, savaştan yeni çıkmış, ekonomisi, altyapısı çökmüş bir ülke vardır. Eğitimden ziyade ekonomik kalkınmaya önem verilir. Bir taraftan ekonomik kalkınma adımları atılırken bir yandan da reformist muhafazakar tartışması da her geçen gün daha da derinleşir. Dolayısıyla bu bakımdan gelinen noktada “Devrim, kendi neslini oluşturamadı”demek mümkündür.
Devrimin 40 yılı da aslında bir bakıma başladığı gibi sıkıntılı devam eder. Humeynî döneminde bazı generallerin sürülmesi, bazılarının idam edilmesi, kimilerinin de görevden alınmasıyla askeriyede büyük bir üst kadro boşluğu oluşur. Devrimle birlikte İran, bugüne kadar devam eden ambargoyu da yaşar. İran’da iki şekilde ambargo olduğunu da söylemek gerekir. Devrimden dolayı gelen ambargo ile nükleer çalışmalardan dolayı gelen ambargo.. Nükleer çalışmalardan dolayı Ahmedinejad’la birlikte gelen ambargo İran halkını çok sarsar. Ambargolarda mesela ilaç gibi bazı şeylere ambargo yapılamadığı, insan haklarına aykırı olduğu halde, İran buna maruz kalır. Bundan dolayı mesela kanser hastaları ilaç bulamadıkları için İran’ın kendi imkânlarıyla ürettiği ve kanserin tedavisinde yetersiz olan ilaç ile yetinmek zorunda kalır ve neticesinde de tedavideki yetersizliği dolayısıyla ciddi ölüm olayları olur. Bununla birlikte ambargonun İran Devrimi’ne dezavantajı olduğu gibi katkısı da olur şüphesiz. İnsanlar ciddi olarak ekonomik sıkıntı yaşarlar. Çok düşük maaşlara çalışırlar. Gerçi hâlâ da maaşların giderlere nispetle düşük olduğunu söylemek gerekir. Bunlar dezavantaj olarak sayılabilir. Ama insanlar, en azından büyük çoğunluk devrim etrafında güvenlik açısından kenetlenir. “Amerika, İsrail ve Batı bizi düşman olarak tanıyor, dolayısıyla devlet bizi onlara karşı koruyacaktır” düşüncesi hâkim olur. Diğer taraftan bu durumun savunma sanayi ve teknolojisinin gelişmesine neden olduğu inkâr edilemez. Mesela 2000 km menzilli balistik füzeler üretmesi, nükleerde çok ileri derecede gelişme kaydetmiş olması, yine nükleer üzerinden ürettiği elektrik ve enerji dolayısıyla kar ve kum fırtınaları gibi durumlarda bile elektrik kesintisi yaşanmaması bununla açıklanabilir. İlaç sanayisinde ilerleyemez ama sağlık alanında kullanılan cihazlarda dünyanın ilk beşine girecek bir ilerleme sağlar. Kısaca ifade etmek gerekirse ambargo, İran’ı kendi ayakları üstünde duran bir ülke yapar. Buna bağlı olarak artık üniversitelerde okutulan bir iktisat teorisi de ortaya çıkar. Hâmeney’in özellikle sıklıkla bahsettiği, üzerine kitapların yazıldığı ve “mukavemet-i iktisâdî” dedikleri direniş ekonomisi diye bir teoridir bu. Özellikle halk üzerinde yan etkisi olmakla birlikte burada ambargo altındaki devletlerin kendi imkânlarıyla direnerek nasıl da ayakta kalabilecekleri işlenir. Ortadoğu’da herhangi başka bir ülkeye buna benzer bir ambargo uygulanırsa bu ülkenin dayanmasının güç olacağı açıktır. Fakat daha da ağırlaştırılmış bir ambargo İran’a gelse İran bunu daha rahat bir şekilde atlatır. Çünkü 40 yıllık büyük bir tecrübesi vardır İran’ın bu konuda. Bununla nasıl mücadele edeceğini bilmekle birlikte dediğimiz gibi bu durumun halk üzerinde olumsuz etkileri olur. Ekonomik olarak daha da sıkışan muhalif kesimin ise buna tepkisi geçen yıl İran genelinde gördüğümüz gibi ciddi protestoları da beraberinde getirir şüphesiz
Kimileri devrimin ölü doğduğunu söylese de devrim sürecinin yukarıda izah etmeye çalıştığımız şekliyle hâlâ devam etmekte olduğunu söylemek gerekir. İran Devrimi’nin geleceği açısından Âyetullah Hâmaney’in başında olduğu bir İran’ın mevcut “inkılâbî” çizgiden ayrılmayacağını düşünmek mümkün görünürken, kendisinden sonra devrimin ne olacağı konusu şüpheleri de içinde barındırır. İran’da hâlâ muhafazakâr ve reformistlerin oluşturduğu iki ayrı akım vardır. Şunu da eklemek gerekir ki, reformistlerin rejimle bir problemleri yoktur. Mesela uzun zaman reformistlerin başını çeken Rafsancânî devrimin içinde olan bir isimdir. İran – Irak savaşında aktif rol almış, meclisin ilk başkanlarından biri olmuş, devrimin ilk cumhurbaşkanlıklarından birini üstlenmiş, İran anayasasının yazılmasında aktif rol oynamış, Humeynî’nin yanında çalışmıştır. Dolayısıyla bunların devrimci olmadığı söylenemez. Fakat bunlar yorumlamakta bazı farklılıklara sahiptirler. Bu yorumlar da devrimin ilkeleri olarak ortaya konan bazı noktalarla taban tabana çelişir. 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden tanıdığımız, "Yeşil Hareket" diye ortaya çıkan Mir Hüseyin Mûsâvî de reformist olmakla birlikte zannedildiğinin aksine devrim karşıtı bir isim değildir. Humeynî’nin rehber, Hâmaney’in cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde başbakanlık yapar kendisi. Bunlar aynı dönemde görev yaparlar. Tabi devrimin ilk 8 yılında başbakanlık sistemi vardır. Bu durum daha sonra değişir. İran’da şimdiki devlet sistemi bilindiği gibi rehberlik, cumhurbaşkanlığı ve onun bünyesindeki kabine şeklindedir.
2009'da Yeşil Hareket ve o dönemde yürütülen seçim kampanyası bir takım şeyleri de görünür kılar. Humeynî’nin deyimiyle devrimin ruhunu oluşturan, “İslam İran için değildir, İran İslam içindir” ifadesi devrimin üzerine kurulduğu prensibi anlatması bakımından önemlidir. Yani Humeynî burada “İslam’ı kendi kurduğumuz devlet düzeni için kullanmayacağız, bizim varoluşumuz İslam’a hizmet edecek” der. O perspektifte de hareket edilir. Mesela Devrim Muhafızları’nın Karabağ ve Bosna’da bulundukları ifade edilir. Aliye İzzet Begoviç’in Hâmaney’i ziyareti ve Hâmaney’i ziyaretinden sonra ortaya koyduğu ifadeler vardır.. Buna karşılık reformistler farklı bir yol takip ederler. Yeşil Hareket’in en temel sloganlarından birisi “ne Hizbullah ne Hamas, canım feda İran’a, ne Lübnan ne Filistin canım feda İran’a”dır. Bilindiği gibi İran’ın Hizbullah’a verdiği ciddi bir destek vardır. İran’ın kuruluş prensibine göre siyonist İsrail işgalcidir ve onunla mücadele etmek gerekir. Bundan dolayı da kuruluşundan itibaren Filistin davasını devrimin temel prensiplerinin tam merkezine oturtur. Dolayısıyla bu slogan devrimin temel prensipleriyle çelişir. Hatta daha ötesi ona karşı çıkılmış olur. Bu sadece devrim içerisinde varlığı inkâr edilemez çatlaklardan biridir.
Tabi dışarıdan bakıldığında Hâmaney’in başta olduğu ve o ne derse öyle olduğu görülür ama durum öyle değildir. Herkesin görev ve sınırları olduğu İran’da en azından kâğıt üzerinde Hâmaney de buna dâhildir. Mesela ülkenin dış politikasının ana hatlarını belirleme görevini anayasa velâyet-i fakîhe yani şu anda bu vazifeyi deruhte eden Hâmaney’e vermiştir. Ama o ana hatların içerisinde politika belirlemek, dış ilişkileri yürütmek hükümetin yetkisindedir. Mesela geçtiğimiz yıllarda Amerika ile yapılan nükleer anlaşma meselesinde yetkisini kullanarak Hâmaney bir sınır çizmiş, 8 şart sayarak, “bizim kırmızı çizgimizdir bu” demişti. Ama anlaşma olduktan sonra bu anlaşma 4 tanesinin çiğnendiği ve 4 tanesinin de yapıldığı görülür. Buradan bakıldığı gibi “Hâmaney ne derse o” bir İran değerlendirmesi mümkün değildir.
80 yaşındaki Hâmaney’den sonra İran ne olur peki? Şu anda bilindiği gibi kendisi İran’ın tepe noktasında olan bir isimdir. Prostatla alakalı sağlık problemi olan Hâmeney tedavi edilmiş olmakla birlikte yine de bu noktada bazı söylentiler reformcular tarafından devam ettirilir.. Rafsancânî çok net bir şekilde Hâmaney’den sonra dini lider olarak düşündüğü ismi ilan etmez ama Humeynî’nin torunu Hasan Humeynî’yi işaret eder. Zira Hem Hasan Humeynî’nin Uzmanlar Meclisi’ne girememesi hem de Rafsancânî’nin 2017’deki ölümü bu ihtimali en azından şimdilik ortadan kaldırır. Buna karşın Hâmaney kendisinden sonra bir isme şu anda işaret etmiş değildir. Fakat Hâmaney gibi 30 yıldır İran’ın başında ve siyaseten de çok tecrübeli bir kişinin kendisinden sonrasını düşünmediğini söylemek çok da doğru olmaz. Önümüzdeki süreç her şeyin çok daha net bir şekilde görülmesini sağlayacaktır. Bir yandan sponsorluğunu yaptığı sınırları ötesindeki savaşlar, Amerika’nın üzerindeki artan baskısı, ülke içindeki muhalefet, ekonomik sıkıntılarla bakalım 50. yılında İran devrimini nasıl karşılayacağız…