İran'da seçilmişlerin yetkisi nereye kadar?
İran’da 1979 yılından sonra kurulan rejimi ve bu rejimin hususiyetlerini, siyasi irade bakımından ülkenin içinde bulunduğu çıkmazı, ilk defa böylesine az katılımla gerçekleşen son cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve daha nice meseleyi İran’ı iyi bilen, orada olup biteni yakından takip eden bir isimle; Anadolu Ajansı Farsça Haberler’den Oğuz Akkar ile konuştuk.
İran’da geçtiğimiz hafta çok yoğun bir gündem vardı. Ülke yeni cumhurbaşkanını seçti. Bir ilk olarak bu seçimler, İran’ın 79 sonrası tarihinin en az katılımıyla gerçekleşti. Seçimleri konuşacağız şüphesiz. Fakat bundan önce temel bir meseleyle başlayalım istiyorum. Ülkenin başında çok büyük yetkilere sahip bir dinî liderin olduğu İran’daki sistem dünyada benzeri olmayan bir yapı. Okuyucularımızın zihninde daha da net anlaşılabilmesi için İran’daki bu sistemden bize bahseder misiniz?
Bunu anlamak için kısaca tarihi sürece değinmek gerekir. İran’da 1900’lü yılların başına kadar aynen Osmanlı’daki gibi saltanat vardı. O dönemin etkileriyle nasıl ki Türkiye’de meşrutiyet olduysa, aynı şey İran’da da oldu. Tabi meşrutiyet denemesi İran için çok başarılı bir deneme olmadı. Rusların ve İngilizlerin İran’ı işgali, İran petrolleri üzerine konmaları bu süreci kadük bıraktı.
Sonrasında 1920’li yıllarda Pehlevî Hanedanlığı kuruldu. Kaçar subaylarından olan Rıza Han, darbe yaparak kendisini şah ilan etti. İran’ın 1923 ile 1979 yılı arasındaki dönem de aslında bir bakıma meşrutiyet dönemidir.
Babadan oğula geçen bir şahlık vardı. İki dönem yapıldı tabi bu sadece. Rıza Han’ın oğlu 1979’da Humeyni’nin gelmesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Dediğimiz gibi burada geçen 50 küsur yıl aslında bir meşrutiyet dönemidir. Meclis vardı, başbakan vardı, bunlar seçiliyorlardı ama neticede bütün yetki Şah’ın elindeydi. Aslında 1908’deki meşrutiyet kralı şartlandırıyordu.
Şah dönemindeki ise bunun tersiydi. Seçilmişleri meşrut (şartlı) yapıyordu. Yine bütün yetki kralda, şahtaydı. Bazı yetkiler sadece meclis ve başbakanın elindeydi. Şah istediği zaman meclisi kapatabiliyor, başbakanı değiştirebiliyordu. Bunlara yetkisi vardı. 1979 yılında İran’da bir devrim gerçekleşti.
Bu devrimden yaklaşık 6-7 ay kadar sonra anayasa referandumu yapıldı. O dönemin solcuları, laikleri gibi bu referandumun karşısında olanlar vardı. Ama yüksek bir katılım ve yüksek bir oyla referandumdan geçti bu.
İran o gün bu gün devrim anayasasıyla, İslam cumhuriyeti anayasasıyla yönetiliyor.
Anayasaya baktığımızda çift başlı bir yönetim görüyoruz. Aynı zamanda bu çift başlı yönetimde bir yetki karmaşasının olduğu da görülüyor. Bunu açıklamaya çalışayım.
İran’da 1979 devriminden sonra kurulan bir sistem var: Velâyet-i fakîh. Biz bunu genelde Türkçeye “dini lider” diye yanlış tercüme ediyoruz. Aslında bildiğimiz düpedüz bir siyasi lider bu. İran anayasasında yeri olan, yetkileri, görev süresi belli olan siyasi bir makamdır burası. Neden dini lider diye tercüme ediyoruz?
- Çünkü aynı zamanda bir dini liderdir. Yani şu anda dünyada yaşayan İsnâaşeriyye Şîîlerinin, hatta İran’a sorarsanız dünya Müslümanlarının dinî lideri olarak geçiyor bu.
Velâyet-i fakîh dediğimiz yapının meşruiyeti aslında 1980 yılında yapılan referanduma dayanıyor ama anayasaya baktığımızda orada meşruiyetini aslında ilahi bir şeyden alıyor. Yani Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olan peygamberin temsilcileri olan 12 imamın temsilcisi konumunda gösteriyor kendisini. Aslında Humeyni’nin devrim sonrası getirmek istediği yapı bu değildi.
Velâyet-i fakîh teorisi dediğimiz şey her ne kadar Molla Sadra’ya dayansa da Ayetullah Humeyni’nin şekillendirdiği, adını koyduğu bir projedir bu. Bunu, Eflatun’un devleti filozofların yönetmesine de benzetirler. Burada kısaca değinecek olursak Humeyni şöyle diyordu:
- İmam Mehdi’nin yokluğunda, o dönene kadar yani asıl dünyayı yönetecek kişi dönene kadar toplumu, devleti mutlak bir fakih yönetmelidir. Bu fakihin özelliklerini de açıklar. On iki imam şîası olmalıdır. Adalet sahibi, takva sahibi olmalıdır, siyasi zekası açık olmalıdır, dünya meselelerine vakıf olmalıdır gibi bir sürü şey söyler.
Humeyni’nin getirmeye çalıştığı da mutlak velayettir. Tabi bunu yapamadı. Mutlak kelimesini çıkartmak zorunda kaldı. Çünkü bu durumda cumhurbaşkanı, başbakan, meclis ve hatta belediye başkanlarına gerek kalmayacaktı. Matematikteki mutlak ifadesi vardır ya aynen bu mutlaktı kastettiği. Tabi bunu yapamadı. Ne yaptılar? Velâyet-i fakîh ya da Hamaney’in günümüzdeki kendisine dedirttiği şekliyle devrim rehberi. Hamaney bir yerde bununla devrimin varlığına ve devam ettiğine işaret etmiş oluyor, yani devrimin tamamlanan bir süreç değil, devam eden bir süreç, devrim olduğunu söylüyor. İran’daki resmî gazeteler de kendisini İran inkılabının büyük lideri olarak takdim ederler.
Çok geniş yetkilerle donatılmış bir yapıya sahiptir bu makam. Bugün Batılı ülkelerde seçilmiş bir cumhurbaşkanının dahi sahip olamadığı bir çok yetkiye sahiptir. Demokrasilerde yetki genellikle bölünmüştür. Anayasa mahkemesinin üyelerinin bir kısmını cumhurbaşkanı, bir kısmını meclis seçer, bir kısmını farklı kurumlar seçer mesela. Ama İran’da, dinî lider olarak bilinen kişiye verilmiş olan yetkiler oldukça geniş olduğundan ve bunun yanında 1979’dan beri yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının, yasamanın başı olan meclis gibi kurumların sahip olduğu yetkilerin çok daraltılmış bir hale getirilmesi ve bunların da seçimle gelmiş olmaları sebebiyle bu sistem de sorgulanmaya başlandı İran’da.
Bu sorgulama Humeyni zamanında kısıktı belki ama vardı. Kaldı ki kendisinin doğal bir lider olması, İran-Irak Savaşı’nın varlığı rejimin sorgulanmasına imkan vermiyordu. Bu sorgulama Humeyni’nin ölümünden sonra kendisini çok daha belli eder hale geldi. İran’da bugün yaşadığımız şey de bunun krizi.
- Şu anda seçilmiş cumhurbaşkanları ya da seçilmiş milletvekilleri şunu gizli ya da açık bir şekilde ifade ediyorlar: “seçimle gelen biziz, halka karşı sorumlu olan biziz, bir problem yaşandığında, ithalat, ihracat durduğunda, enflasyon, devalüasyon olduğunda topluma karşı sorumlu olan biziz, ama yetki bizde değil.”
Dini liderin yetkilerinden bahsedelim. Mesela İran’da iki tane ordu vardır. Biri Şah zamanından kalma bir ordu, biri de Devrim Muhafızları Ordusu. Bunların hem genelkurmay başkanlarını hem de tüm kuvvet komutanlarını veliyy-i fakîh atar.
- İran emniyet müdürünü veliyy-i fakîh atar. Anayasa mahkemesi başkanını veliyy-i fakîh atar.
- Yargıtay başkanını veliyy-i fakîh atar.
- İran’ın resmi radyo ve televizyon kurumu yani bizdeki TRT’nin karşılığı olan IRT’nin genel müdürünü veliyy-i fakîh atar.
İran’da zaten özel televizyonculuk ve radyoculuk yoktur. Sadece devletin tekelindedir basın.
Özetleyecek olursak bir cumhurbaşkanının dahi sahip olmadığı yetkilerin pek çok kısmı bu liderin elindedir. İran’da bugün yaşanılan siyasi krizin temelinde de bu yetki çatışması yatıyor. İran şu an 13. cumhurbaşkanını seçti. Ruhani, Rafsancani ikişer dönem yapmışlardı. Bunu hariç tutarsak İran aslında 8. cumhurbaşkanını seçmiş oldu.
Gelen cumhurbaşkanlarının hepsi ki bunlardan Ayetullah Ali Hamaney’e en yakın olan Ahmedinejad’dı, ilk geldiğinde elini öpmüştü, o bile son yılında isyan bayrağını açtı, o gün bu gün Hamaney ile küsler, konuşmuyorlar.
Hatta Ahmedinejad, Hamaney hakkında çok ağır açıklamalar yapmaya başladı. Özellikle bu seçimde. Sadece bununla da bitmiyor. İran’da bugün sayıştay denetimine tabi olmayan, hiçbir şekilde şeffaf olmayan milyar dolarlık bütçelere sahip vakıflar var. Mustazaflar Vakfı, Şehidler Vakfı, İmam Rıza Vakfı, İmam Humeyni Vakfı bu vakıflardan bazıları. Bu vakıflar yaklaşık 45-50 milyar dolarlık bir parayı idare ediyorlar. Bu tabi işin resmi rakamı, gayriresmî meblağın bundan çok daha fazla olduğu biliniyor.
Bu vakıfların ticarethaneleri var, otelleri var, girmiş oldukları ihaleler var. Hayır işleri de yapıyorlar ayrıca. Devletten aldıkları payla, gönüllülerin verdikleri bağışlarla ve kendi ticari faaliyetleriyle bu vakıflar zengin bir yapıya kavuşmuş oluyorlar.
Bunlardan bir tanesini örnek verecek olursak mesela Meşhed’deki İmam Rıza Vakfı. Şîîlerin 8. imamımın türbesinin bulunduğu yer. Burası çok güçlü bir vakıftır. Meşhed, bu türbe sebebiyle tüm Şîî dünyasından çok fazla turist alan bir yer. Otellerin, ticarethanelerin büyük çoğunluğu, bazı fabrikalar bu vakfa aittir. Vakıf resmen devlet gibidir, milyar dolarları yönetir. Kendi iç güvenliği söz konusudur. Bu vakfı yıllarca şu an seçilmiş olan Âyetullah Reîsî yönetti.
Devlet içinde devlet gibidir bu vakıflar. Bunların genel müdür ya da yönetim kurulu başkanlarını da veliyy-i fakîh dediğimiz kişi atar. Bunun dışında dünya üzerindeki kritik öneme sahip olan birçok büyükelçilikte rehberin bir temsilcisi vardır. Tüm üniversitelerde, eyalet ve illerde temsilcileri vardır. İllerdeki ve eyaletlerdeki temsilcileri aynı zamanda o bölgenin Cuma imamıdır. Bunların tamamı dini lider tarafından atanır.
Yargıtay’a gelelim. İran Yargıtayı'nın başkanı da dinî
lider tarafından atanır. 5 yıllığına ve bir kişinin üst üste iki dönem yapacağı şekilde bu atama gerçekleştirilir. İran’daki çok stratejik bir kuruma gelelim. Biz anayasa mahkemesi olarak tercüme ediyoruz ama bunun aslında Türkçeye tam tercümesi Anayasayı Koruyucular Konseyi’dir. Buranın başında şu anda Âyetullah Cenneti var. 34 yıldır o yönetiyor. İmam Humeynî zamanı atanmıştı, hala da o var.
Anayasayı Koruyucular Konseyi 12 kişiden oluşur. Başkanını ve 6 üyesini dini lider yani veliyy-i fakîh atar. Görev süreleri sınırsızdır. Yani dini lider istediği kadar onu orada tutabilir. Diğer altısını Yargıtay meclise bir liste verir, meclis bu isimlerden seçer. Yargıtay liderini de dinî liderin atadığını hatırlayalım.
Anayasayı Koruyucular Konseyi bir anayasa mahkemesidir. Ama bizdeki veya Batılı ülkelerdeki işleviyle aynı değildir. İran’ın meclisinden geçen her kanun oraya da gitmek zorundadır. Yani bir nevi 12 kişilik bir üst senatodur. Yani hangi yasa oradan geçerse geçsin anayasa mahkemesine gitmek zorundadır. Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin bir diğer görevi de Yüksek Seçim Kurulunun yaptığı iştir. Anayasa Mahkemesinin başkanı aynı zamanda Yüksek Seçim Kurulu başkanıdır. İran’da cumhurbaşkanı, milletvekili olmak istiyorsanız Anayasa Mahkemesi’ne yani Anayasayı Koruyucular Konseyi’ne müracaat etmek zorundasınızdır, ancak onlar izin verirse aday olabilirsiniz.
İran’da bildiğimiz şekilde bir parti sistemi yoktur. Biz insanların muhafazakar, reformcu ya da ılımlı olup olmadıklarını açıklamalarından anlarız. Yani resmi bir parti ya da resmi bir parti üyeliği yoktur. Bununla birlikte adına parti denen fraksiyonlar vardır. Ama bunların da iç tüzükleri, beyannameleri vs. yoktur. Buraya kadar şunu anlatmak istedim. Rejimin kendisini koruma adına kısır döngü söz konusudur. Dikkat ederseniz Devrim Muhafızları Ordusu, Anayasayı Koruyucular Konseyi vs. her bir şeyleri koruma iç güdüsüyle kurulmuştur.
Gelelim orduya. İran’da iki tane ordu var dedik. Normal bir ordu ve Devrim Muhafızları Ordusu. Bu iki ordunun da yönetimini, bütün kuvvet komutanlarını ve onların bir altını dinî liderin kendisi atar. Devrim Muhafızları Ordusu, devrimden sonra kurulmuş bir ordudur. Genel itibariyle İran-Irak Savaşı’nda cephede bulunan gençlerden kurulmuştur. Tabi geçen bunca yıldan sonra profesyonel bir ordu hüviyeti kazanmıştır.
Ayrıca Hamaney son 20 yıldır iki ordudan birbirine geçişler yapmıştır. Oradan buraya, buradan da diğer orduya isimler atayarak ikisinin de homojenleşmesini sağlamıştır. Cumhurbaşkanının bu kurumlar üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. İran’daki normal olan ordu bilindiği şekilde ordu vazifesini yerine getirir. Devrim Muhafızları Ordusu ise sadece orduluk yapmaz. Aynı zamanda bir iç güvenlik ordusudur bu. Yani dışarıda olduğu gibi içeride de faaliyet yapar. Baskınlar düzenleyebilir, birilerine göz altına alabilir, kamu güvenliği adına her şeyi yapma yetkisi vardır.
İran’da İstihbarat Bakanlığı’nın yanında ayrıyeten Devrim Muhafızları’nın istihbarat örgütü vardır. İstihbarat Bakanlığı’ndan daha fazla nüfuza sahiptirler. Her İran içerisinde hem de İran dışında istihbarat faaliyetleri yürütürler. Devrim Muhafızları Ordusu’nun aynı zamanda yurt dışı birimleri vardır. Kudüs Ordusu, Bedir Ordusu gibi. Bunların alt orduları ya da kolorduları da vardır.
Devrim Muhafızları Ordusu’nun bir diğer özelliği de çok büyük bir holding olmasıdır. Bunlara ait bir Hâtemü’l-enbiyâ Karargahı vardır. Burası, Devrim Muhafızları Ordusu’nun ticaret birimidir. Yurt içinde ve yurt dışında, özellikle Irak’ta, Suriye’de birçok ticari faaliyete girmişlerdir. Petrol ticaretinden pay alırlar, hatta kendileri petrol ve doğalgaz ihracatı yaparlar. Nükleer dosya bunlardadır. Tüm nükleer reaktörler, santrifüjler bunların elindedir. Aynı şekilde savunma sanayi bunların elindedir. Devlete ait olan otomobil fabrikalarında, İran telekomünikasyonunda payları vardır. Yani ordu olmanın yanında çok büyük bir ordu iktisadi teşkilatıdır.
Söylediğimiz gibi ülkede seçilmiş bir cumhurbaşkanı vardır. Bunun bir dışişleri bakanı vardır. Yalnız dinî
liderin bunun yanında ülke özel temsilcileri vardır. Mesela dini liderin Çin özel temsilcisi Ali Laricânî’dir. Rusya özel temsilcisi başka biridir. Irak özel temsilcisi ayrı biridir. Bu temsilciler kabineden daha yetkilidirler. Cumhurbaşkanından izin almadan kalkıp bu ülkelerde faaliyetler, görüşmeler yapabilirler.
- Biz bunun örneğini Beşşar Esed İran’a geldiğinde görmüştük. Bir gece vakti Esed İran’a gelmişti, cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanının Esed buraya geldikten sonra haberi olmuştu. Hatta bundan dolayı Dışişleri Bakanı Zarif istifa etme teşebbüsünde bulunmuştu.
Bu durumda cumhurbaşkanlığı mevkiinde bulunan kişilerin müessir bir siyasi hüviyete sahip olmadıkları anlaşılıyor.
İfade ettiğim gibi İran’da cumhurbaşkanı ya da milletvekili olmak isteyenler, üyelerini dinî liderin atadığı Anayasayı Koruyucular Konseyi ya da günümüzdeki karşılığıyla Yüksek Seçim Kurulu’nun onayından geçmek zorundadır. O veto vermişse aday olamazsınız. Cumhurbaşkanı olmanın anayasal şartları vardır.
Bunun başında İsnâaşeriyye Şîası, takva ehli, 40 yaşını aşmış olmak gelir, zannedersem bir de buna yüksek lisans ya da ona muadil bir medrese eğitiminden geçmek eklendi. Yani cumhurbaşkanı ya da milletvekili olabilmek için o kadar çok filtreden geçiyorsunuz ki..
Mesela bir Sünni'nin cumhurbaşkanlığı adaylığı, aday adaylığı söz konusu bile olamaz.
Ama bu kadar filtreden geçmenize rağmen yine de yetkileriniz çok sınırlı. Rejim size güvenmiyor. Neden? Çünkü neticede halk oyuyla geliyorsunuz. Üç dört yıl sonra ben seçimle geldim, yetkimi kullanmak istiyorum ya da halka vermiş olduğum vaatleri gerçekleştirmek istiyorum diyebilirsiniz. Çok düşük bir katılımla gerçekleşen seçimleri hep birlikte gördük. Tahran, Tebriz gibi büyük şehirlerde katılım %30’u aşamadı. Bu büyük bir fecaat. Taşrada da çok az oldu. Seçim normalde sabah 7’de başlar, akşam 5’te biter. Ama bir saat uzattılar ve 6 yaptılar. Sonra gece 12’ye kadar uzattılar. Sonra 19 Haziran gece 3’e kadar uzattılar. Neden? Çünkü akşam 6’ya kadar ülke genelinde katılım %37 idi. Gece 3’te sandıkları sağa sola taşıyarak, köylere vs. götürerek %48’e çıkarabildiler.
Aynı gün belediye seçimleri de vardı. Biraz da bununla artırmaya çalıştılar. Ama büyükşehirlerde arttıramadılar. Yani halkın %52’si oy vermedi. 19 milyon insanın oy verdiği ülkede 3.7 milyon oy geçersizdi. Bunların içerisinde Recep Tayyip Erdoğan’a da İlham Aliyev’e de kimi futbolculara da oy çıktı. Boş oylar da oldu. Toplamda baktığımız zaman %42’lik bir katılım görüyoruz. İran seçim tarihinin en düşük katılımı oldu bu. Seçim 9 saat uzatılmasına rağmen bu netice alındı. 1 saat uzatılması makul karışlanabilirdi belki ama bu da katılımın yüksek olması durumunda olur ancak. Burada katılım olmadığı için uzatma oldu. Gece 3’te bitti. Aslında bu da kanunlara aykırıdır. Çünkü karanlıkta seçim olmaz, ayrıca seçim bir diğer güne uzayamaz. Ama iki gün seçim olmuş oldu. Hem 18 hem de 19 Haziran.
Peki bu seçimlerde neden böyle oldu? Diğer seçimlerden farklı ne oldu da ilk defa böylesine az düşük katılımla bir seçim gerçekleşti?
Çünkü halk bugüne kadar seçtiklerinin bir yetkisi olmadığını anladı. Bu işin artık böyle olmayacağını görmüş oldu. Zaten önlerinde fazla bir aday seçeneği de yoktu. Tek bir reformist aday vardı ama o da hiç tanınmamış bir isimdi. Abdünnâsır Himmetî.. Merkez Bankası başkanlığı yapıyordu iki yıldır. Halk arasında yeni yeni tanınan, görüşleri bilinmeyen, bugüne kadar İran siyaset sahnesinde hiç bulunmamış biriydi kendisi. Anayasayı Koruyucular Konseyi tüm reformistler arasından sadece onun aday olmasına izin verdi. Diğer reformist adaylara izin vermedi. Halk da tepkisini böyle göstermiş oldu.
Önceki dönemden bahsecek olursak, mesela Ruhani ile müesses nizam, daha açık ifadeyle Hamaney arasındaki ayrılık kendisini belli ediyor muydu?
İran’da bir hocam bana şöyle bir şey söylemişti:
“İran’da öyle bir sistem var ki hâşâ Peygamber’i bile cumhurbaşkanlığı mevkiine getirsen 4 veya 8 yıl sonra isyan eder. Davul başkasında tokmak başkasında.”
İran’da gelmiş geçmiş rejime en sadık cumhurbaşkanı Ahmedinejad’dı. O bile sonunda isyan etti. Çünkü insan faktörü giriyor araya. Psikoloji giriyor. Belli bir zaman sonra insanlar cumhurbaşkanına patlıyorlar.
Dolar neden bu kadar oldu, devalüasyon neden böyle oldu, dış ilişkiler neden bu kadar kötü, ambargolar neden kalkmadı diyorlar. En büyük problem bu. Cumhurbaşkanı da bunun kendisinin elinde olmadığını anlatmaya çalışıyor. Yani ben ambargoları kaldıramam, devalüasyonu düşüremem, petrol ihracatını arttıramam.. Böyle bir yetkisi yok. Çok sınırlı yetkilerle iş yapmaya çalışan, yürütmenin başı olan ama bir şeyi yürütemeyen biri.
Ruhani bence biraz akıllılık yaptı. Bugüne kadar gelen cumhurbaşkanlarının tamamı dinî liderle ve rejimle bu konuda kapıştılar. Küstüler. İran’da cumhurbaşkanlığı yapmış biri olan Rafsancani yasaklıydı. İki sene önce seçimlere girmesi veto edildi. Ondan sonra cumhurbaşkanlığı yapmış olan Hatemî’nin medyada isminin, cisminin çıkması yasaktı. Ahmedinejad zaten bitti. Rejimin adeta bir düşmanı haline geldi. Çok sert sözler söylüyor. Ruhani onların düştüğü hale düşmek istemedi.
Fakat halk arasında “Ruhani bizi aldattı” şeklinde bir kanı var. Bu benim yorumum değil. Bilimsel, ispatlanmış olan bir veri değil olmamakla birlikte konuştuğumuz, görüştüğümüz insanlar, halkın ileri gelenleri şunu söylüyorlar:
- “Ruhani reformistlere olan güveni de sarstı. Aslında bir reformist değilmiş. Rejimin bekçiliğini yapmaya gelmiş. Kendini bu konuda feda etmiş. Rejime gelecek yıldırımları kendi üzerine çekmiş biri” Hani vardır ya bir hikâyede padişah yaşasın diye vezir kendisini feda ediyor. Onun gibi.
Madem bu kadar silik bir makamdan bahsediyoruz, neden Âyetullah Reîsî’nin seçilmesi muhafazakar cenahta, daha açık tabirle rejim tarafından böylesine bir sevinçle karşılandı? Yani Ruhani kendi döneminde rejime bir problem mi oluşturuyordu?
Engel oluşturmasa bile konuşuyordu. Halka gerçeği anlatmak zorunda kalıyordu. Ülkede benzine zam yapılıyor, cumhurbaşkanı benim de bundan haberim yoktu, sizlerle aynı zamanda duydum diyor, topu direk rejime atıyordu. Ambargolar kalkmıyor mesela. Bu benim elimde değil diye açıklama yapıyor. Ülkeden petrol satılmış, ben bilmiyorum diyor. Ukrayna uçağı vurulmuş, normalde bir orduya emri kim verir? Füzeyi fırlatacak kişi emri komutanından, komutan genelkurmaydan, bu da cumhurbaşkanından izin alır normalde. Böyle olmadı tabi.
İran reformizminin de çıkmazı bu oldu. Haddinden büyük vaatler verdi. Halka bir ümit verdi. İran halkı bugüne kadar karşı devrimci ya da rejim düşmanı olmadıysa reformistler yüzündendir. Çünkü kitleyi sürekli vaatlerle ikna etti. Hiçbir şeyi düzeltemedi ve çok büyük bir umutsuzluğun meydana gelmesine sebep oldu.
Yine temele ilişkin bir soru sormak istiyorum. İran’da temel itibariyle iki fraksiyonun varlığını görüyoruz. Biri muhafazakar diğeri reformist. Muhafazakar dediğimiz yapının müesses nizamdan yana olduğunu biliyoruz. Peki reformist derken ne anlamamız gerekiyor? Bunlar rejime mi karşılar, yoksa rejimin devamından taraf olup da biraz daha ılımlaşma mı istiyorlar?
Bu sorunun cevabı 25 yıl önce çok farklıydı, bugün çok farklı. Hatemî zamanı reformizm her şeyin özgürleşmesiydi. Faize Rafsancânî’nin anlamlı bir sözü vardır.
“Bizim reformistlerimizin çoğu, kadın hakları konusunda reformist değil. Bir kadının siyasetçi olması ya da cumhurbaşkanı olması yönünde herhangi bir çalışma yapmıyorlar”.
Ya da çevre duyarlılığı konusunda reformist değiller. Artık İran’da rejime yönelik en ufak bir eleştiri bile reformizm olarak adlandırılıyor. Ama bu özellikle son bir yıldır ayrışmaya başladı.
- Korona, Ukrayna uçağının düşürülmesi, en son benzin zammı, Devrim Muhafızları’nın gayriresmî rakamlara göre 2300 kişiyi öldürmesinin öğrenilmesinden sonra bir ayrışma başladı.
Bunların biri sistemi tamamıyla kabul etmeyenler ki bunlara berendaz denir, rejim karşıtları yani. Diğeri Reformistler, yani bu sistemin reforme edilmesi gerektiği, anayasanın artık değişip velâyet-i fakîhin bir papalık olarak Kum’da kalması, ülkeyi seçilmiş cumhurbaşkanının yönetmesi gerektiğini söyleyenler.
Bir de Laricânî gibi kişiler ki kendisi aslında muhafazakardı ama artık ılımlı reformist diyorlar onlara da. Bunlar da dinî liderin yetkileri papa gibi olmasın ama biraz daraltılsın, cumhurbaşkanına yani yürütmeye daha fazla yetki verilsin diyorlar. Ruhani ılımlı reformistler içerisinde sayılabilecek biriydi.
Garip bir şey söyleyeyim sizlere. Bu kişilerin tamamı 30 yıl önce aynı yerdeydiler. Bugünkü Âyetullah Reîsî de Rafsancânî de buna dahil edilebilir. Bu rejimi beraber kurdular. Beraber kurguladılar. Hamaney’i rehber yapan kişi Rafsancânî’dir. İmam Humeynî’ye imam ismini veren Ruhani’dir. Gençti tabi o zaman. İlk defa kendisi söylüyor. Hatta 1981 yılında mecliste rejim karşıtları aleyhine çok ağır bir konuşma yapıyor. Hepsini idam edelim, ülkeden sürelim diyor. Hepsi aynı yerdeydi bu isimlerin bir zamanlar. Zamanla çözüldüler.
Peki Âyetullah Reîsî’nin cumhurbaşkanı olduğu İran’da nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz? Nükleer müzakereler devam eder mi mesela, yoksa rafa mı kaldırılır? Bildiğimiz kadarıyla reformistler tarafından yürütülen bir dosyaydı bu.
Bu her ne kadar reformistler tarafından yürütülmüş olsa da şimdiye kadar anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere rejimin onayı olmadan hareket edilmesi mümkün olmazdı. İran siyasetinde şunu ayırt edebiliyoruz. Mesela Viyana’ya giden 3-4 kişilik bir müzakere heyeti var. İran çalışanlar olarak biz bu ekipte hangisi dinî liderin adamı, hangisi cumhurbaşkanının adamı bunu seçebiliyoruz. Üzerlerinde bu kimlik yazmıyor ama anlayabiliyoruz.
Şunu anlamamız lazım, müzakereler bugün buraya kadar gelmişse rejimin müsaadesiyledir. Kaldı ki bunu Hamaney’in kendisi “biz izin verdik de böyle oldu” şeklinde açıklamıştır.
- Yani rejimin onayı olmadan Amerika’yla müzakereler şöyle dursun, ülkede ufak bir kanunu bile değiştiremiyorsunuz. Rejimin onayı olmadan Tebriz’den veya ülkenin en uzak şehrinden biri aday ya da aday adayı olamıyor.
Rejim bazen bir yüzünü göstererek o masaya oturuyor ve halkı da tatmin etmiş oluyor. Buradan bakacak olursa Âyetullah Reîsî döneminin nasıl geçeceğini tahmin edebiliriz. Bu arada Reîsî’nin halihazırda Yargıtay Başkanı olduğunu da ekleyelim. Son 4 yıldır bu vazifeyi yapıyordu. Ne seçim sürecinde ne de seçim sonrasında istifa etmedi. Normal şartlarda aday olduğu gün istifa etmesi gerekiyordu.
Öncelikle neden Âyetullah Reîsî’nin bir nevi bu makama getirildiği üzerine açıklama yapayım. Özellikle son iki aydır Türkiye’de İran üzerine çalışanlarla temas halindeyim. Görüşmediğimiz gün kalmadı diyebilirim. İran Araştırmalar Merkezi’nin başkanı ve çalışanları, üniversitelerdeki İranologlar dahil ülkede aklınıza gelebilecek herkes..
Bu noktada ana kanaat şu şekilde: Rejim; Ahmedinejad, Hatemi ve Ruhani tecrübesinden sonra daha düşük profilli, bilfiil kendi içinden birini istedi.
- Reisi’ye baktığımız zaman rejimin içinden olan birisi, yargıda yetişmiş, hep burada olmuş, hakimlik savcılık yapmış, en son Yargıtay Başkanı olmadan önce İmam Rıza Vakfı olarak bildiğimiz Estân-ı Kuds’ün başkanlığını yapmış, siyasi olmayan, öne çıkmayan biri. Genellikle yap denileni yapan birisiydi.
Kayınpederi dinî liderle arası iyi olan çok güçlü bir şahsiyet, rehberin Meşhed’deki temsilcisi. Rejim de zaten düşük profilli birini istiyordu. Birincisi bu.
Türkiye’deki İran uzmanlarının yerleşik düşüncesi olan ikinci kanaat de rejimin ambargolar, ekonomik sorunlar gibi pek çok sorunu kendi adamı olan cumhurbaşkanı üzerinden halledeceği görüşü. Halka da bakın bizimkiler daha iyi çalışıyor mesajını verecekler.
Üçüncüsü ve en önemlisi de, ki burada hem Türkiye’deki İran uzmanları hem de İran’daki siyaset bilimcileri, sosyologlar, bilirkişiler hemfikirdir.
Şimdiki veliyy-i fakîh olan Âyetullah Hamaney 80 yaşının üstünde ve kimi ciddi hastalıklarla uğraştığı söyleniyor. Reîsî’nin önümüzdeki 4 yıl, ya da 2 dönem üst üste yapacak olursa 8 yıl boyunca İran’da velâyet-i fakîh makamında bir değişiklik olması kaçınılmaz görülüyor.
Humeynî 89 yaşına kadar yaşamıştı gerçi ama rehber değişikliği bu döneme olacaktır muhtemelen. Bu dönüşümü rejim biraz sorunsuz yapmak istiyor. Çünkü bu bir ilk olacak. Humeynî’den sonraki dönüşüm çok kolaydı. Rejimin ilk yıllarıydı, savaştan daha yeni çıkılmıştı. Bugünkü reformistler ya da rejim düşmanlarının tamamı rejimin içindeydi. Hemfikirlerdi. Şu anda daha zor olacağının farkındalar bu dönüşümün.
Devrim Muhafızları’nın yetkileri son 10 yılda çok arttırıldı. İstihbarat teşkilatları kuruldu, ekonomik güçleri arttırıldı. Zikrettiğimiz vakıfların da aynı şekilde yetkileri arttırıldı. Mecliste de geçen sene bir dönüşüm yaptılar. Koronavirüs salgınının başladığı, 2020 yılının Ocak ayında İran’da meclis seçimleri olmuştu. Aynı şekilde Yüksek Seçim Kurulu binlerce adayı veto etmişti ve rejime daha yakın adaylar meclise girmişti. O seçimlerde de çok düşük katılım gerçekleşmişti. Tahran’daki katılım aynen bu seçimdeki gibi %28 idi. Yani şu anda rejim meclisi de seçimler itibariyle cumhurbaşkanlığını da tamamen kendi yetkisine almış oldu.
Türkiye’deki, İran’daki hatta dünyadaki İran çalışanlarının tamamı hem fikir olduğu konu velâyet-i fakîh makamındaki değişikliğin sorunsuz olması düşüncesi.
Hatta bunların içinde bazıları da Âyetullah Reîsî’nin bu makama getirilebileceğini söylüyorlar. Burada bir minik parantez açıp dinî lider nasıl seçilir ve nasıl denetlenir onu da eklemiş olalım.
İran’da 92 kişiden oluşan Şûrâ-yı Hobregân dediğimiz Uzmanlar Meclisi olarak tercüme edilebilecek bir meclis vardır. 79 devriminden sonra kuruldu bu. Hüccetullah ya da Âyetullah olması gereken mollalardan oluşuyor bunların tamamı. Eyalet bazında seçiliyorlar. Doğrudan halk oylamasıyla geliyorlar ama burada şu ayrıntıyı atlamayalım, burası çok önemli. Onların aday olmalarının yolu Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin vizesinden geçiyor. Bunu atayan kişi de dini lider. Yani bir döngü söz konusu burada. Dinî liderin takva ve sağlık üzere kaldığı sürece ülkeyi yöneteceğini de söylemiş olalım.
Son olarak şunu sormak istiyorum. Âyetullah Reîsî’nin İmam Rıza Türbesi’nin başında olduğu zaman zarfında Türkiye’deki kimi yapılarla bağlantı kurduğunu söyleniyor. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Meşhed’de doğduğu iddia edilen köyünden hareketle Türkiye’deki Alevileri Şîîleştirme yönünde kimi faaliyetler gibi. Bu iddialar doğru mu?
Evet, doğru. Şunu öncelikle zihnimizde berraklaştıralım. İran’daki bu vakıflar ki bu sadece İmam Rıza Vakfı ile sınırlı değildir, bunlar içerisinde İslami Tebligat Kurumu da dahil olmak üzere başındaki kişinin dinî lider tarafından atandığı çok sayıda yapı vardır. Bunlar hükümetten bağımsız yurt dışıyla ilişki kurabiliyorlar.
Az önce de ifade ettiğim gibi ticaret de yapabiliyorlar. Herhangi bir üniversiteyle, herhangi bir azınlık ya da çoğunlukla, cemaatlerle ilişki kurabiliyorlar. Bu en doğal yaptıkları şey. Ticaret de yapabiliyorlar ve bunu devlet denetleyemiyor. Kendi gümrük kanunları dahi var bunların. Çok ilginçtir bu. İran İslam Cumhuriyeti’nin meclisinin belirlediği gümrük kanununa bunlar tabi değillerdir. Sıfır gümrük yapabiliyorlar. Bu onların anayasal hakları.
Evet, Reîsî Meşhed’de olduğu dönemde hem Türkiye’den hem Balkanlar’dan ve hem de çeşitli ülkelerden Alevi-Bektaşi dernekleriyle irtibatta bulundu. Makedonya’da bir Alevi dedesiyle bu konuyu görüşmüştüm. O da onaylamıştı. İran bir dönem, özellikle Suriye krizinden sonra buna ağırlık verdi. Tabi bunun mazisi de vardır. Sadece Âyetullah Reîsî değil, İslami Tebligat Kurumu da hatta Kum’daki Mustafa Üniversitesi de 80’li ve 90’lı yıllarda Türkiye ve dünyadaki Alevi-Bektaşi dernekleriyle sıkı bir temas halinde olmuştu