Gönüllü bir sürgün: İbn-i Battuta’nın izinde Maldivler

İbn-i Battuta’nın izinde Maldivler.
İbn-i Battuta’nın izinde Maldivler.

1.

Birbirlerini keserek sonsuz ihtimalli labirentler yaratan sokakları yüzünden Tanca medinasında defalarca yittikten sonra çıkmaz bir sokağın sonunda, yazdan kalma güz ikindisinde bulmuştum İbn-i Battuta türbesini. Sonraki seyahatlerimde manevi himmetini isterken, duamın üzerinden henüz altı ay geçmeden onun gezdiği yerler arasında en çok ilgimi çeken memleketlerden birine, Maldiv Adalarına yolumun düşeceğimi bilemiyordum elbette.

Az bilinen bu mavi ülkeye doğru yol hazırlığına başlarken yaptığım ilk iş, yolculuğumdaki manevi etkisini unutmamak için bavuluma İbn-i Battuta Seyahatnamesi’nin ikinci cildini eklemek oluyor. Kısa bir hazırlık sürecinin ardından yola düşüyorum.

  • Ülkeye adım attığım ilk andan itibaren Seyahatname bana Maldivler’i seyyahların piri İbn-i Battuta’nın nazarı ile bugün arasında mukayeseli bir okuma yapmaya sevk ediyor.

Adalarda karşıma çıkan ne varsa bu çerçeveden bakıp bu yazıyı daha seyahat sürüyorken aklımın bir kenarında yazmaya başlıyorum. Şimdi de onun Maldivler notları üzerine yeniden düşünmek için dudağımdaki okyanus tuzu kurumadan kendi yaşadıklarımı hatırlamayı deniyorum.

Alain de Botton, Seyahat Sanatı’nda “Bir yere gitmeden önceki beklentilerimiz ve o yerden döndükten sonraki anılarımız müthiş bir saflık taşır: Bir yer, en saf haliyle, beklentilerde ve anılarda var olur.” diyor. Seyahat öncesi beklentilerimle sonrasındaki anılarımı kıyaslarken gidip geldiğim mekânın hakikat düzleminde sanki hiç var olmadığını, yalnız tahayyülatımda yer aldığını hissetmem bu sözdeki hakikate yaslanıyor olabilir. Anı ile hayal arasındaki en saf hali, bize o mekânın ideasını da sunar çünkü, yaşadıklarımızdan ve beklentilerimizden bağımsız. Maldivler’e dair beklentim ve ön yargım da birçok insan gibi popülerlik imgeleriyle o derece yoğrulmuş ki ülkeyi hem uzak ve ulaşılmaz hem de orta sınıfa göre lüks bir tatil mekânı olarak kodlamıştım doğrudan. Ancak İbn-i Battuta Seyahatnamesi’nde Zibetülmehel adıyla geçen bölümü okuduktan sonra bakışım değişmeye başlamıştı. Bu değişim, ülke üstüne yaptığım okumalar ve klasik gezi programlarındaki kalıpları yıkan bağımsız seyyah vlogları ile daha da belirginleşti. Yavaş yavaş popüler kültürün sunduğundan başka bir yere doğru yol aldığım hissine kapılmaya, daha açığı beklentimi değiştirmeye başlamıştım bile. Maldivler yalnız arama motorlarında karşıma çıkan denize doğru su içmek istercesine boyun uzatan Hindistan cevizi palmiyelerinin, su üstü villalarıyla lüks resortların, cam rengi suların veya bastıkça beyaz tozlar savuran kumsalların ülkesi değildi. Beklentimi bu seviyeye getirmeyi başarmıştım ve ülkeye girer girmez karşılaştıklarım da haklılığımı ispatladı.

Hint Alt Kıtası’nda ama Hint kültürü deyince aklımızda canlanan negatif imgeden azade bir yer geldiğim. Mumbai aktarmasıyla vardığım ilk yer, başkent Male’deki Velana Uluslararası Havalimanı. Adı oldukça havalı çağrışımlar canlandırsa da Anadolu’nun kapasitesi düşük, butik havalimanlarından daha küçük bir mekân. Üstelik gelen yolcu çıkışının yarı açık konsepti ile duvara monte edilmiş vantilatörler lükse ve teknolojiye dair alışkanlıkları sorgulatmaya başlıyor bile. Havalimanı taksilerinin sıralandığı yola bakan çıkışa yaklaştığımda vantilatörlerin yetersizliğini hissetmeye başlıyorum. Dışarıda cehennemin kapılarını zorlayarak yayılan bir hava tütüyor, görebiliyorum. Yüzüme fön makinesi tutulmuş gibi bir zaman kalıyorum. Bedenim sıcağa adapte olmaya başlayınca kapısız havalimanından görebildiğim kadarıyla deniz kokusu içindeki başkente, İbn-i Battuta’nın Mehel diye andığı Male şehrine bakıyorum. Otelin olduğu yerel adaya gitmek için bineceğim tekne orada, havalimanının da içinde bulunduğu ve sonradan deniz doldurularak yapılmış Hulhumale bölgesinin tam karşısındaki başkent Male’de.

Mavi bir aydınlık içinde yüzüyor başşehir. Şehrin başı ile sonu görüş mesafeme sığabiliyor. Adanın küçüklüğü ve üst üsteliği bunaltıcı.

  • Seyyahın, dönemin vezirinin emri vaki yapması sonucunda adada birkaç yıl mecburi kadılık hizmeti yaptığı geliyor aklıma. Ömrü boyunca günlük 11 kilometre yol alarak dünyayı adımlarına sığdıran adam şu birkaç kilometrekarelik adada nasıl sıkışıp kalır?

Vezirler arasındaki çekişmelerin içine düşmesi de cabası. İbn-i Battuta okuyanlar bu halin onun bağımsız ruhuna ne denli aykırı olduğunu anlayacaklardır.

Taksici, saati gelmesine rağmen teknenin henüz başkente dahi varmadığını, başkentteki feribot iskelesinde de klimalı mekân olmadığı için tekne başkente gelene kadar havalimanındaki restoranlarda beklememi salık veriyor. Doğruluğun asıl olamadığı uzaklardan gelen birisi olarak tavsiyesinden şüphe duyuyorum. Bunu anlayan taksicinin yüzü bulutlanacak olsa da birkaç kişiye daha sorup onun tavsiyesini teyit etmek zorunda hissediyorum. Onlardan da aynı cevabı alınca Ramazan’ın son günlerinde serinliğine rağmen boş olan klimalı fast food restoranlarının birinde beklemeye koyuluyorum. Taksici bir zaman sonra telefonundan teknenin güzergâhını takip etmeye yarayan uygulamayı açıp göstermek üzere tekrar yanıma geliyor. Hakikaten de beklediğimiz hızlı tekne henüz başkente yanaşmamış bile. Taksiciye içinde özrün de barındığı bir içtenlikle teşekkür etmeyi deniyorum. Gönlü alınan çocuk gibi yüzü aydınlanıyor. Adını sorduğumda ise esmer çehresine yayılan kocaman bir gülümsemeyle cevaplıyor: İbrahim.

Seyyahın buranın halkını tanımlarken temiz kalpli, iyi niyetli ve kırılgan tabirlerini kullandığı geliyor hatırıma.

Bir zaman sonra teknenin başkente yaklaştığını söylemek için yeniden geliyor. İbrahim’in uyarısıyla havalimanından başkente doğru yola çıkıyoruz. Soldan akan trafik, bir günden fazla süre yolda olmaktan zaten yorulmuş aklımı iyice karıştırıyor. Sağımızdan araçlar akarken kendimi dünyaya bir aynanın aksinden bakmadığıma ikna etmeye çalışıyorum.

  • Bütün adalarının toplam yüz ölçümü Gökçeada kadar olan ülkede en yoğun araç trafiği başkent Male’de olmasına rağmen havalimanından feribot iskelesine on dakikada varıyoruz.

Ülkedeki diğer tüm araçlar gibi alandan tasarruf sağlamak adına yer kaplamayan mini modeller arasından seçilmiş taksisiyle İbrahim, feribot iskelesine kadar yol üzerinde ilgimi çekeceğini düşündüğü yerleri tek tek gösteriyor. Tsunami anıtı, balık pazarı, Suudi kralının yaptırdığı bedevi çadırlarından ilhamla tasarlanmış eğreti bir cami, bakanlıklar, başkanlık sarayı derken başkent bitiyor. Maldivler’e butik bir ülke havası veren havalimanından sonra ülkenin aslında her şeyiyle butik bir yer olduğunu anlamaya başlıyorum. Ülke parlamentosu dahi 86 vekilden oluşuyor. Birkaç hafta sonra yapılacak parlamento seçimleri için başkentin her yerini saran afiş ve pankart hengamesinden öğreniyorum. Pankartlar arasından geçip iskeleye varıyoruz.

Geçeceği adaların yolcularıyla ve başkentten sipariş edilen malzemelerle ağzına kadar dolmuş hızlı tekneye biniyorum. Kimi hastane randevusuna kimi çalışmaya kimi de alışveriş yapmaya başkente gelip evlerine dönüyor akşamüstü. Güneşi karşımıza alıp bizim gibi gezginlerle turistlerin de doldurduğu tekneyle mavi suların göğsüne beyaz yaralar açarak ilerlemeye başlıyoruz. Başkenti uzak ardımızda bırakıp etrafın büsbütün maviliğe kestiği o anda okyanusun ortasında olduğumun idrakine varıyorum birden. Sonsuz bir hayret içinde bin sene önce burayı yelkenli koca gemilerle geçenler arasında seyyahın peşinde gibiyim. Güverteye çıkıp gözümü kapatıyor, teknenin tıpkı seyyahın günlerindeki gibi aheste rüzgâr hareketiyle yol aldığını hayal ederek denizi kokluyorum. İbn-i Battuta yanı başımda, elimi kitabın alnına yaslıyorum. Zerreler halinde yüzüme çarpan su, yosun ve tuzdan mürekkep koku burnumu yakıyor. Uçaktan bakarken koyu lacivert sular arasına benek benek saçılmış gördüğüm küçük adalar ufukta görünmeye başlıyor. Atol denilen takım adaların birbiriyle tekne ve feribotlarla bağlantısı var. Ancak atol değiştirmeniz gerektiğinde önce başkente uğramanız ve Male aracılığıyla diğer atole doğru bir güzergâh izlemeniz gerekiyor. Seyyahın söylediğine göre o zamanlar halka olarak tabir ettiği atollere tek bir yerden girilebiliyor. Gemilerin atolü oluşturan sık adalar arasındaki mercan resiflerinden zarar görme ihtimallerini azaltmak için mi yoksa güvenlik amacıyla mı böyle yaptıklarını bilmiyoruz. Ancak bugünün tekneleri manevra kabiliyetleri sayesinde bu kurallara uymak zorunda kalmıyorlar.

Başkentten Güney Ari Atolü’ndeki adalara kadar bir buçuk saat süren tekne yolculuğunda sırasıyla Hangnaameedhoo ve Omadhoo Adalarına uğradıktan sonra bir hafta evimiz olacak Mahibadhoo Adası’na varıyoruz. Kalacağımız butik otelin yöneticisi Sri Lankalı Tarigu ile Mahibadhoo yerlilerinden Mooru ve bir bölük adalı karşılıyor bizi.

Seyyahın, adalılar bizi sanki aramızda akrabalık varmış gibi tenbul ve yaş hindistancevizleriyle karşıladılar dediği cinsten bir karşılama bu.


Yüzlerinde şen gülümsemeler, aydınlık bir doğu çehresi. Daha sonraki günlerde adanın her yerinde birkaç ulaşım aracı türünden biri olarak devamlı denk geleceğimiz üç tekerli motosikletlerden birinin arkasına atlayıp otele gidiyoruz. Adanın doğusunda, okyanusun yanı başındaki butik otelin ışıkları yanan tek odasına yerleşiyorum. Çalışanlardan üçü Sri Lankalı, biri Bangladeşli. Uzak ülkelerindeki ailelerini bırakıp geçim derdine yolu buraya düşen emekçi Asyalılar.

  • Yalnızca yarım milyon kişiden oluşan Maldiv nüfusu çalışma sahalarının tamamına yetmediğinden özellikle Hint Alt Kıtası’ndan, yoğunlukla da turizm sektöründe çalışacak insan gücü devşiriyor ülke.

Bizimle aynı anda inen uçaklarından terminale gelen ancak turistlerden ayrı pasaport kontrolüne tabi tutulan işçileri anımsıyorum. Haftada birkaç uçak dolusu iş gücü yığılıyor adalara.Çalışanlara memleketlerini sorduğunuzda benzer cevaplarla karşılaşıyorsunuz: Endonezya, Hindistan, Bangladeş, Sri Lanka, Nepal… Bebeklerini bırakıp gelen anneler, eşlerini bırakıp gelen kocalar, çoğu Hindu, çoğu Müslüman, çoğu Asyalı, çoğu insan. Hepsi emekçi.

Otele varışımızın ardından havanın birden bulutlanması içime güneşin bir daha açmayacağına, mavi mavi yanan sulara bir daha denk gelemeyeceğime dair kasvet ekmeye hazırlansa da düşüncemden bulutları kovmaya çalışıyorum. Maldivler’de beni bekleyen on iki gün, on iki gece daha var. Odaya yerleştikten sonra otelin restoranına çıkıp Maldiv mutfağı ile ilk karşılaşmam sayılacak yemeği atıştırıyorum. Kalamarlı pilav ve salata. Seyyahın adını sıkça andığı kulbulmâs ve diğer balıklarla tanışmama henüz var anlamına geliyor bu. Yemeğin ardından iki gündür üzerime çöken yol yorgunluğu artık kulağıma uyku tılsımları fısıldıyor. Ekvator saat düzenine alışkın olmayan bedenim tılsıma hemen kulak veriyor. Adadaki ilk gecemde mavili, yeşilli ve denizli rüyalara uyanmak üzere gözlerimi yumuyorum.

Adadaki ilk tam günüm Ramazan ayının son günü. Saat sekiz, on saati bulan uykuyla yorgunluğum berhava. Artık yolcu değilim. Birkaç haftalık mukim olma hali tam anlamıyla başlıyor. Ada da dünyaya çöken o akşamüstü hüznüyle kaplanan peçesini sıyırmış. Otelin Sri Lankalı çalışanı Fernando’dan üç tekerli motosikletle plaja götürmesini rica ediyorum.

  • Resort denilen ve oteller tarafından tamamı kiralanan ya da satın alınan bir ada yerine halkın da yaşadığı lokal adalarda kalıyorsanız okyanusa girmek için iki seçeneğiniz var. İlki tesettür kurallarına uyarak girebileceğiniz halka açık plajlar. Diğeri ise etrafı yüksekçe siyah örtülerle çevrili ve dışarıdan görülemeyen, bikini plajları. Adından da anlaşılacağı üzere adada sadece bu plajda tesettür kurallarından bağışık olunabiliyor. İki plaj birbirine yakın olmasına rağmen yerel adadan kimse bikini plajına yaklaşmıyor.

Fernando üç tekerliyle plaja giden ara sokakları geçerken su almak için bakkala uğramasını istiyorum. Bakkalın kapısının önünde çıkarılmış terlikleri görünce kurala riayet ederek yalın ayak dalıyorum içeri.

  • İbn-i Battuta, Maldiv halkının dışarıda çıplak ayakla dolaşmalarına rağmen evlerine her girişte ayaklarını kapı önlerindeki sularla yıkayıp hasır liflere silmelerinden bahsediyor. Aynı gelenek benzer şekilde sürüyor.

Kapı eşiğinde terliklerimden kurtardığım ayaklarım en düşük derecede çalışan klima yüzünden buzdan mermere dokunur gibi. Bakkalın sahibi genç bir hanım. İki şişe su ile liçi adı verilen meyve nektarına elli rufiya ödemem gerektiğini söylüyor. Ödemeyi yaptıktan sonra saat henüz on olmasına rağmen güneşin kavurduğu sokağa adımımı atıyorum. Göğün alevli dili yüzümü yalıyor. Adanalı olan benim için bile fazla bu sıcak. Üç tekerli motosiklet adanın batısına yol alıyor. Rengarenk resiflerin hayaliyle plaja vardığımda telefonumun olmadığını fark ediyorum. Yaşadıklarımı Aristo’nun hatırlama tarifiyle taradığımda onu en son bakkalda şapkamla birlikte dondurma dolabının üzerine bıraktığımı anımsıyorum. Plajdan yola doğru adımlıyorum hızlıca. Çıldırtan sıcağın altında adanın diğer ucuna gitme fikri kâbus gibi. Üstelik adayı henüz çözümleyemediğim ve geçtiğimiz sokakların hepsi de birbirine benzediği için bakkalı bulamamaktan korkuyorum. O zaman yoldan geçen bir motosikletliye el ediyorum. Derdimi anlatınca korkma burada hiçbir şey olmaz diyerek rahatlatmaya çalışıyor. Ardından binmem için motosikletin arkasını işaret ediyor. Motora kurulurken nefsime, öğle sıcağında terli olacağını düşündüğüm adamın sırtına yapışma fikri ağır geliyor. Fark ettirmemeye çalışarak kenar tutacaklarına elimi atıyorum. Ama ara sokaklardan bakkala doğru yol alırken, burnuma miskle amber karışımı bir koku yayılıyor. O zaman burnumu okşayan kokunun motorcunun sıcağın tesir etmediği bedeninden yayıldığını anlayıp nefsime kızıyorum.

  • Maldiv halkının titizlik derecesindeki temizlik hassasiyetine sahip olduğunu anladığım ilk an bu. Öğlenin çat sıcağında dahi temiz kokmayı başarabilen motorcu veriyor bana dersimi. Seyyahımız da bu hususu atlamamış elbette. Maldivlilerin temizliğinden o da dem vuruyor. Ahalinin pis şeye elini sürmediklerini, çoğunun aşırı sıcaktan terlediği zaman günde iki defa tepeden tırnağa yıkandığını, sandal kokusu ile Mogadişu’dan getirilen misk ve amber karışımından oluşan kremi bolca kullandıklarını anlatıyor. Her sabah namazın ardından evin hanımının kocasına ve oğluna gül suyu ile bu kremlerden sunduğunu da söylüyor.

Maldivler’in şimdi dahi aklıma bu kokuyla işlemiş olması kokunun kuşaklardır bu halkla bütünleşmesinden kaynaklanmış olabilir. Anılarımızdan arta kalan duyulardan ilk unuttuğumuz ancak çağrışımlar vesilesiyle kalbimizi çarpıtıp o ana en hızlı götüren duyumuz koku. Artık ne zaman misk ile amberden mürekkep bir kokuya rast gelsem kendimi bir Hindistan cevizi palmiyesinin gölgesinde okyanusa dalarken bulurum gibi geliyor. Bunlar aklımdan hızlıca geçerken bin yıldır değişmeyen latif bir geleneğe şahitlik etmenin verdiği hazla iniyorum motosikletten. Bakkalın önünde yeniden terliklerimi çıkarıp içeri giriyorum. Telefonla şapka bıraktığım yerde, dondurma dolabının üzerinde duruyor.

2.

Deniz, kuşluk göğünün sarıya çalmış aydınlığından kurtulan güneşin tepemize doğru bembeyaz yol alışını izliyor. Kuşluk vaktine rağmen su da hava da yanıyor. Adada başka yabancı olmadığından bomboş plajın tadını çıkarmak için kendimi bırakıyorum cam göbeği suya. Ayaklarımı ilkin mercan kırıkları ile kabuklardan oluşan deniz tabanı okşuyor, su içinde ilerledikçe canlı mercanlar kendilerini belli etmeye başlıyor. Adanın çeşitli noktalarında şnorkelle dalmaya oldukça müsait resifler var. Sonsuz renkleriyle balıklara da yuva. Balıklar Hâlik’in varlığının şahitleri olarak denizin dibini sarmış. Sarı mavi lacivert desenleriyle Kayıp Balık Nemo animasyonundan Dory olarak hatırladığım Tang, siyah beyaz dikine çizgileriyle süzülen Morrish İdol, sakince deniz dibini turlayan Tetikbalığı, korkuyla ağızlarını açıp kapayan istiridyeler, midyeler, vatozlar, bebek köpek balıkları… Üzerinden milyonlarca insanın gemiler ve uçaklarla geçtiği, uyduların etrafında yol aldığı bitimsiz mavi örtünün altında nice ayet vesikası rast gelinsin diye bekliyor. Sağa sola bakınıp hayretle temaşa ediyorum. Oksijene açım ama buradan da çıkasım gelmiyor. Beş yüz metre kadar snorkelling yaparak açıldıktan sonra deniz tabanı aniden doksan dereceye yakın bir açı ile koyu lacivert bir sonsuzluğa atıyor kendini. Denizin altı kapkara karşımda duruyor. On metreden aşağısı görünmüyor. Koyu bir boşluk. Bir gökdelenin tepesinden gece vakti ışıksız bir şehri izliyormuş hissine kapılıyorum. Su acımasızlığını hatırlatmak için o lacivert karanlık içinden elini sallıyor. Kalbim ağzımda, her yerimi su korkusu sarıyor. Göremediğim deniz tabanından bilmediğim yerlere bir kapı açılacak da içine çekecek gibi. Korku kalbimde patırdamaya devam ediyor. Geldiğim gibi sahile doğru acele kulaçlar atıyorum ancak bu hissi yaşamak için buraya yine geleceğim. Bunu da biliyorum. Sahile dönüşte boyu benimkine yakın bir vatoza denk gelip izlemeye duruyorum. Ani hareket etmediğim için yanı başımda kendi halinde süzülmeye devam ediyor. Sonra geldiğim tarafa, lacivert karanlığa doğru deniz kuşları gibi kanat çırpıp gidiyor. Nihayet ben de sahile çıkıp az evvel yüzdüğüm yere bakıyorum. Resiflerin birazı su üzerinde görünüp kayboluyor. Yüzeye epey yakınlar. Deniz tabanının dengesizliği yüzünden küçük kayıklarla teknelerin yanaşması için ada limanı belli periyotlarla kazılıp tabanın derinlik kazanması sağlanıyor.

  • İbn-i Battuta, adaların etrafındaki mercan kayalıklarının çokluğu sebebiyle burada gemilerin gevrememeleri için demir çiviler kullanılmadığını bunun yerine esneklik sağlayan kendirden iplerle bağlanarak inşa edildiklerini anlatır.

Kayalıkların kimi yerlerde testere gibi sivri dişlerle yükseldiğine şahitlik edince işin detaylarını pek anlamasam da o dönemde coğrafya ile bu denli uyumlu bir teknik geliştirmelerine ayrı saygı duyuyorum.

Mangrov ağaçlarının, Hint bademlerinin, hindistancevizi palmiyelerinin koyu gölgeleri altında sahilde biraz soluklandıktan sonra bunca yorgunluğun otele dönmeden sırtımdan kalkmayacağını anlıyorum. Gaylulenin alamayacağı yorgunluk yok diyerek klimanın gece gündüz açık kaldığı odaya dönüp kendimi birkaç saatliğine uykunun şefkatli kollarına atıyorum. Akşam üstüne kadar anca çıkıyor su yorgunluğu.

Güneş, adanın yüzüne biraz merhamet lütfettiğinde dışarıya atıyorum kendimi. Şahitlik edilecek bunca şey varken uyku ile kaybettiğim zamana hayıflanıyorum. Batıdaki sahilde biraz yürümeyi planlasam da gelgit suyu epey yükselttiğinden vazgeçiyorum. Otelin yan komşusu Hüseyin Musa ismindeki balıkçı ihtiyara selam veriyorum. Yedi çocuğu ve onların eşleriyle bir evde yaşıyor. Sabah denize açıldığında seyyahın kulbulmâs dediği siyah ton balığından tutmuş. Şimdi kapının önünde kızı Amira ile birlikte. Birisi balıkları ayıklıyor, öteki haşlıyor. Hint bademinin dalına astıkları pilli radyoda eski bir kayıttan yerel şarkılar çalıyor. Haşladıkları balığın bir kısmını köriyle yapacakları bir tür balık çorbasında kullanmak üzere ayırıyorlar, kalanı ise güneşte kurutulup satılacak. Ada sokaklarında balıkların kurutulduğu tezgahlara sıkça rast geldim. İbn-i Battuta bu balıktan, yağsız ve eti kırmızı, tıpkı davar eti gibi bahsediyor. Ada halkı o dönemde de balığı hurma dallarından yapılmış sepetlere koyarak güneşte kuruturmuş. O zaman olduğu gibi bugün de bu balık birçok ülkeye ihraç ediliyor. Ülkenin simgelerinden birisi neredeyse. Hatta İbn-i Battuta rıhlesinin şârihi olan ve yayına hazırlayan Faslı diplomat ve tarihçi Tazi’ye de Maldivler’in millî gün kutlamalarında bu balıktan hediye ediliyor. Hüseyin Musa Amca çocukları ile torunlarının rızkını teknesiyle açıldığı okyanusun karnından çıkarıyor her gün. Öğleden sonra da bu tezgâhta ayıklayıp haşlıyorlar. Balıkları ayıklamayı birden bırakıp “Gel!” diye işaret ediyor bana. İzliyorum, üç tekerlinin arkasındaki örtüyü kaldırınca bir metreden uzun kılıç balığı ortaya çıkıyor. Bayram öncesi Allah’ın kendisine verdiği hediyeye şükrediyor. Bizi de yarın ailesiyle yiyeceği bayram yemeğine davet ediyor. İnanan iki kalp aralarındaki binlerce kilometreye rağmen bir araya geldiği zaman üstün bir muhabbetle nimetlenebiliyor. Sevinçle kabul ediyorum teklifini, yurdumun dışında geçireceğim ilk bayram bu, nasıl kabul etmem? Sonra bana Hindistancevizi açmasını öğretmesini istiyorum. Olur diyor. Bahçesine bu iş için çattığı demir çubuğa vura vura liflerini soyuyor dakikalar içinde. Sonra satıra benzer büyük bir bıçak yardımıyla sert kabuğu kırıyor.Burada kaldığım süre boyunca artık onunki kadar hızlı olamasam da bu yöntemle ben de açabiliyorum hindistancevizlerini. Sokaklar istemediğin kadar hindistanceviziyle dolu zaten. Bazılarını toplayıp suyunu çıkarıyorlar. Yollarda yuvarlak delikleriyle içleri boşalmış hindistancevizlerine sıkça rastlıyorum bu yüzden. Ağaçlar sahipli mi diye sorguladığımda kamu malı olduğunu söylüyor Hüseyin Musa’nın kızı Amira. Yağmurlu ve rüzgârlı havalarda altında gezinmemem gerektiğini de ekliyor. On beş metreden ivme kazanarak düşecek bir hindistancevizinin başıma açabileceklerini düşünmek dahi istemiyorum. Onlarla vedalaşıp bayram yemeği için de sözleştikten sonra iyice serinleyen akşamüstünde adayı gezmeye başlıyorum.

  • Mahibadhoo, bulunduğu atolün başkenti olduğundan diğerlerine göre büyük ve daha bakımlı bir ada. Sokakların neredeyse tamamı parke taşlarıyla kaplı. Birbirini keserek kareler oluşturuyor sokaklar. Evler mahremiyet sağlanabilsin diye yüksek avlu duvarları ile çevrili, pencereleri ise sıcağın etkisini kırmak için yarım metre kadar. İbn-i Battuta o dönemde evlerin ağaçlardan ve zemin seviyesinden birkaç arşın yüksekliğinde palmiye kütükleri üzerine inşa edildiğini söylüyor.

Bugün elbette artan nüfusa yetecek kadar ağaç olmadığı gibi betonun dünyayı ele geçirişine buralılar da karşı koyamıyor. Yer sıkıntısı sebebiyle ufka tecavüz vaat eden inşaat projelerinin reklamlarını görünce iyi ki bunlar yapılmadan önce gelmişim diye kendimi teselli ediyorum.

Adada biri diğerlerinden daha büyük üç mescit var. Seyyahın da andığı gibi şirin mescitler bunlar. Limanın hemen karşısında inşaatında Budist olan Sri Lankalıların çalıştığı yeni bir mescit de yapılıyor. Mevcut olanların en büyüğünün avlusunu palmiye dallarından yaptığı bir süpürgeyle temizleyen bir kadına denk geliyorum. Akşam namazı sonrası son iftar topluca avluda verilecek, buna hazırlıyor zakkumlu, gelinduvaklı, söğüt gölgeli avluyu. Camilerin her birinde hem denizden çekilerek arıtılan şebeke suyu hem de kuyudan çekilen sular var. Üstüne bir de yağmur sularının depolanması için iki insan boyunda dev bidonlar. Vakit daralırken cemaat avluyu doldurmaya başlıyor. İftar saati yaklaşırken ben de bir hafta boyunca müdavimi olacağım restorana doğru yol alıyorum. Restoran adanın çok da bir işi olduğu söylenemeyecek polis karakolunun tam karşısında. Hintli ve Nepalli garsonlar kapıda karşılıyorlar ancak iftar vakti yakın olduğu için yer olmadığını, bir saat sonra yeniden gelmem gerektiğini söylüyorlar. Halk, son iftarı dışarıda karşılamak için adanın restoranlarından biri olan Delish’te boş masa bırakmamış. Diğer restoranlar da pek cazip gelmediği için vakit geçsin diye çaresizce sahile doğru adımlıyorum. Gün öfkeden kızarmış suyun da yüzünü yakıyor. Okyanusta kıpkızıl bir günbatımı asılı. Dünya yaratıldı beri güneş hep böyle batıyor burada. İçlerinden yalnız birazının birazına şahit olacak olmanın hüznüyle çöküyorum bir kenara. Başımın üstünde gri bir balıkçıl turluyor. Tehlikesizliği sezince uzağımda, sahilin bir yanına konuveriyor. Gün boyu çırpılmaktan bitap düşen kanatlarını dinlendirirken ikimiz aynı manzaraya dalıyoruz. Maldivler’in simgelerinden biri de bu kuş. Leylek uzunluğunda bacakları ve beyazdan griye geçen tüyleriyle salınıyor. Parklarda yürürken bile denk gelebilirsiniz kendisine. Yanımdaki ani bir kararla güneşe doğru kanat çırpıyor. Güneş batmak ve yeniden doğmak, kendisine yeni ufuklar aramak için burayı tamamen terk ettiğinde ben de restorana dönüyorum. Son iftarı sahilde yapan bir ailenin yanından geçerken selam veriyorum. İçtenlikle davet ediyorlar sofralarına. Teşekkür edip ikramları olan bir dilim pizzayı kabul ediyorum.

Delish, hem ülke hem de dünya mutfağından epey yemek bulabildiğim temiz bir restoran. Maldivler’deki her lokantada olduğu gibi aşırı loş. Önümdeki yemeği dahi zor seçiyorum. Ancak yemeklerin lezzetine dair yorumlar epey cezbedici, bu yüzden birkaç saatlik gecikmeyle de olsa burayı tercih ediyorum. Midem açlığını daha fazla uzatma diyor artık. Çabucak dana etli bir Kottu sipariş ediyorum onun için.

Kebabın Ortadoğu’ya mâl olması gibi Kottu da Hint Alt Kıtası mutfağının ortak yemeği.

Tavuk veya deniz ürünleriyle yapılan çeşidi de var. Dana etinin yanında, soğan, biber, beyaz lahana ve baharatla kıvamı yoğun bir yemek. Beklediğim kadar ağır gelmediğinden bir çırpıda bitiriyorum. İçecekle birlikte yaklaşık yüz rufiya gelen hesap Türkiye’deki fiyat performans dengesini sorgulatıyor haliyle.

  • Rufiya, Maldivler’in para birimi. Etimolojisi Hint rupisi ile aynı köke dayanıyor. Sanskritçe gümüş manasına gelen rup ya da rupa kökeninden. Bir dolar, on beş rufiya.

Banknotlar polimerden üretilen bir malzemeye basılıyor. Bir çeşit plastik. Nemin ve yağışın bol olduğu deniz ülkesi için akıllıca bir tercih. Üzerinde Maizan Hassan Manik ile Abbaas Bamboo isimli sanatçıların insan figürleri de kullandıkları ancak dinî hassasiyet sebebiyle suretlerin belirgin olmadığı çizimleri yer alıyor.

  • İbn-i Battuta adaya geldiği dönemde madenleri ve onları işleme imkânı olmayan dolayısıyla sikkeleri de bulunmayan Maldiv halkının para yerine veda ismini verdikleri boncukları kullandıklarından bahsediyor. Aslında denizden toplanan bir hayvanın kabukları bunlar. Etinden tamamen soyulunca para olarak kullanıyorlar.

Bunların yüz tanesine siyah, yedi yüz tanesine fâl, on iki bin tanesine kütta ve yüz bin tanesine bustuvâ denirmiş. Dört bustuvâ yani dört yüz bin veda bir dirhem altın. Değeri düştüğü zamanlarda ise on bustuvânın bir dinar altına denk geldiği olurmuş. Özellikle Yemenliler gemilerinde kum yerine bu boncukları safra olarak kullandıklarından Maldiv halkı en çok onlarla takasa girişirmiş. Bazı araştırmalar Orta Afrika’da da kimi halkların deniz kabuğunu para olarak kullandıklarını söyler. Tabii bunlar mazide. Artık banknota dönmüş ve Rufiya adını almış Maldiv parasıyla ödememi yapıyorum.

Hesabı ödeyip restorandan çıkarken adaya yeni gelen Amerikalı çift de restorana giriş yapıyor. Bayram için asılan fenerlerin, renkli ışıkların ve umumi hoparlörlerden yükselen salavat ile tekbir seslerinin eşliğinde sokaklardan otele yürüyorum. Uzun zaman sonra içime çocukluğumun arife gecelerinin heyecanı doluyor. Yarın sabah dünyayı bekleyen bayramı iple çekiyorum. Giysilerim arasından en yeni olanları başucuma koyup 1445’in Ramazan Bayramı’na uyanmak üzere gözlerime olan uyku borcumu ödemeye başlıyorum.

3.

Bayram dört yanı ışıklı bir sabahla karşılanıyor adada. Namaz vaktinin gelmesini beklerken sahile doğru yürüyorum. Güneşin ilk ışıklarıyla kızıla kesen suyun içinde bir Budist meditasyon yapıyor. Dün restorandan çıkarken karşılaştığım Amerikalı çift de merakla adamı izliyor. Üçünü ise daha geriden ben izliyorum. Gerçeküstü bir film sahnesinin ortasında gibiyim. Bambaşka bir bayrama hazırlıklı olmalıyım diye geçiyor içimden. Ülkemin dışında geçireceğim ilk bayramı başlatacak namaza doğru adanın stadyumuna geçiyorum. Ramazan Bayramı’nın daha bir bayram olduğunu düşünürüm çocukluktan beri. Bütün mahalle yola koyulup namaza gidişlerimizi hatırlatan o bayramları duyumsuyorum. Adanın ortasındaki stadyumda kılınacak namaz. Bütün ada halkı pırıl pırıl giyinip stadyumdan devşirme namazgaha geliyor. Etrafa misk ve amber kokuları yayılmış yine. İnsanların madden ve manen ne kadar temiz olduklarını yakından bir kez daha müşahede ediyorum. Kadınlarla erkekler kendileri için ayrılmış namaz kılma yerlerine yerleşiyor, kadınların da bayram namazına yoğun katılım göstermesi şaşırtıyor. Yüzüme engel olamadığım bir tebessüm yayılıyor yerime yerleştiğim ilk andan itibaren. Merakla etrafımı izliyorum. Babasının gömleğinin aynından giymiş bir çocuk gelip yanıma oturuyor. İkimiz de aynı heyecana sahibiz. Selamlaşıyoruz. Sonra her geleni selamlama isteği doğuyor içime. Kardeşlik diye bir kelime geziniyor dimağımda durmaksızın.

İmam vaktin gelmesini beklerken yalnız tekbir getiriyor. Bayramla alakası olmayan vaazlara maruz kalmadığım için mutluyum. Huşu içinde getirilen tekbirlere bir ağızdan eşlik ediyoruz. Namaz esnasında ya da sonrasındaki verilen epey uzun hutbeyi dinlerken çocuklar dahil kimse huzuru bozacak hareketlerde bulunmuyor. Son ana kadar herkes yerinden kıpırdamadan dinliyor hutbeyi. İmam sayfalar dolusu hutbenin sonunda yerel dilde dualar ettiriyor. Duanın içinden Filistin geçiyor, Gazze geçiyor, Kudüs geçiyor. O zaman aminler daha da şiddetleniyor. Namaz sonrası göz teması kurduğum herkes benimle de bayramlaşıyor. Sokaklar “Eid Mübarek!” selamlarıyla çınlıyor. Kardeşliğin sevinci artık kocaman bir yer tutmuş oluyor içimde.

Sokaklardan yayılan bayram yemeği kokuları arasında otele dönüyorum. Kahvaltı için terastaki mutfağa çıktığımda bir kahvaltı muhibbi olarak burada en fazla özleyeceğim öğünün dört başı mamur kahvaltılarımız olduğunu şimdiden anlıyorum. Sallama çayın yanında omlet, haşlanmış fasulye, biraz da karpuz reçeli. Kahvaltı bundan ibaret. Bir de bugüne özel Mas Huni ekleniyor üzerine. Tiftiklenmiş ton balığı, soğan ve rendelenmiş hindistanceviziyle yapılan bir çeşit balık salatası. Maldivler’e has bir yemek. Sonra kızarmış uzun şehriyeye benzeyen bir tatlı geliyor. Seyyahın görüntüsü buna benzeyen bir yemek tarif ettiğini hatırlıyorum.

  • Seyyah, buralıların Kulkas (Gölevez) dedikleri bir çeşit yumru köklü bitkiden un elde edip bundan tel şehriyeye benzer bir malzeme elde ettiklerini onu da Hindistan cevizinin suyuyla pişirdiklerinde nefis bir yemek ortaya çıktığını anlatır. Yemek kültürü uzun zamanlara yayılmış Maldviler’de. Değişim çok az.

Öğleye kadar tutsun diye hepsinden azar azar atıştırıyorum. Mâlûm, öğle yemeğinde Hüseyin Musa Amca’ya davetliyim. Yemek vakti gelene kadar bu defa otelin yanı başındaki plajda dalmayı deniyorum. Burası da adanın diğer tarafındaki plaj kadar cezbedici. Gelgit etkisiyle bir görünüp bir kaybolan resifler bu saatlerde su altında. Birkaç yüz metre ileride balina köpekbalıklarının geldiği noktadan bahsediyor otel çalışanları. Maldivler’le özdeşleşmiş benekli dev balıklar. Fikri dahi insanın içini ürpertse de zararsız hayvanlar. Ancak kendisiyle bir kez bile rast gelemiyorum.

Öğle saati geldiğinde ilkin bakkala uğrayıp ev sahibi için hediyeler alıyorum. Bakkaldaki küçük kız, Türk olduğumu öğrenince epey şaşırıyor, biraz da heyecanlı. Dizilerini takip ettiği ülkeden birisine ilk defa denk geldiğini söylüyor. Türk dizilerinin bazı coğrafyalarda star gibi hissettirme kabiliyetine her seferinde şaşıyorum. Bakkaldan irice bir karpuzla çocuklar için abur cubur alıp Hüseyin Musa Amca’nın evine gidiyorum. Bayrama özel hazırladıkları çeşit çeşit yemekle donanmış sofra. Köri ile yapılan bir çeşit kıvamlı balık çorbası, sade ve sebzeli pirinç pilavı, oldukça acı bir baharatla yapılmış tavuk yemeği ve karpuz suyu. Bir yandan yemek yiyip diğer yandan Hüseyin Musa Amca’nın çocukları, gelinleri, damatları ve kızları ile tanışıyorum. İçlerinde en girişkenleri dün balıkta babasına yardım eden Amira ile eşi Emin. Amira adanın ilkokulunda öğretmen. Emin ise balıkçı. Emin’le Suriye iç savaşından, göçlerden, 6 Şubat depremlerinden, Gazze’deki soykırımdan konuşuyoruz.

  • Aileye İbn-i Battuta’yı soruyorum, Maldivler’deki herkes gibi onlar da biliyor. Maldivler tarihi için onun Seyahatnamesi en önemli kaynakların başında geliyor çünkü. Emin seyyahın ismini henüz ilkokulda öğrendiklerini ve 1995’te hükümetin İbn-i Battuta adına hatıra madeni para bastığını söylüyor.

Dünyanın bir ucunda haritada yeri bile zor seçilen bu adalar ülkesinde balıkçılık yapan Emin’in dünyadan bihaber olmasını beklerken o hem akıcı İngilizcesi hem de tarihe ve dünya gündemlerine hâkimiyetiyle şaşırtıyor. Sohbetle yemek iyi gidiyor.

Benim için bir kaşık ve çatal koyulmuşlar masaya, onlar elleriyle yiyor. İlkin yadırgayacak olsam da binlerce yılın alışkanlığına itiraz etmemin izahını bulamıyorum.

Nihayetinde herkesin önünde yalnız kendi yediği tabağı var. Bu durumun beni rahatsız etmemesi gerektiğine ikna olup yemeğime devam ediyorum. Hüseyin Musa Amca ile eşi bir köşede mütebessim çehreyle bizi izliyorlar, tabağıma her yemekten az az aldığımı görünce daha fazlası için ısrar ediyor ikisi birden. Kırmamak adına biraz daha ekliyorum. Çocuklar neşeyle girip çıkıyorlar odaya. Herkes bir koşuşturmanın ucundan tutuyor yemeğin ardından. Masada birkaç kişi kalıp sohbeti sürdürüyoruz. Gözlerimizden yıllardır tanışığız da uzun zaman sonra yeniden bir araya gelmişiz gibi sevinçli ışıklar geçiyor. Uzun zamandır bu kadar güzel bayram geçirmediğimi fark ediyorum. Bundan sonra da bazı bayramları uzak ülkelerde açılmış sofralarda geçirme isteği kaplıyor içimi. Yemeğin ardından sofraya ferahlamak için Dhufun geliyor. İçinde karanfil, kakule, areka veya betel cevizi denilen bir çeşit yemişin daire şeklinde rendelenmiş kabukları ile betel biberinin yapraklarını içeren ferahlama tabağı. Herkes ağzına birer parça atıyor, yemeğin ağırlığından ve kokusundan kurtulmak için. Ben de ayak uyduruyorum, atar atmaz damağıma sonsuz bir ferahlık yayılıyor. Yemek bitince sahile açılan bahçede biraz daha laflayıp adadan ayrılmadan önce yeniden bir araya gelmek üzere sözleştikten sonra ev sahiplerinden müsaade istiyorum.

Sokaklar bayram ziyaretine gidip gelenlerle dolu. Güneş de bayramlık ağzını kapatmamış henüz, sokaklar yanmaya devam ediyor. Aileleriyle bayram ziyaretine giden kadınlar sıcağa rağmen feracelerinden ödün vermiyorlar.

  • Bugün Maldiv kadınları tesettür konusunda epey hassas olsalar da İbn-i Battuta’nın burayı ziyaret ettiği dönemde durum pek de böyle değil. Seyyah, Maldiv Adalarında kadınların başlarını örtmediklerini, saçlarını güzelce tarayıp bir tarafa topladıklarını ve çoğunun göbekten aşağısını saran bir peştamal dışında vücutlarının kalan kısımlarının tamamını açıkta bıraktıklarını, çarşı ve diğer mekânlarda da bu şekilde gezdiklerini anlatır.

Hatta bir emrivaki sonucu kadılık yapmaya başladığı zaman bu âdeti kaldırmaya ve kadınlara elbise giydirmeye çalışsa da başarılı olamaz. Elinden sadece kadılık huzuruna kabulde tesettüre riayet etmelerini şart koşmak gelir. Tesettüre riayet etmeyenin davasına bakmaz.

Bugün ise yasal zorunluluk olmamasına rağmen Maldivli kadınların büyük çoğunluğu tesettürlerine sıkı sıkıya bağlı.

Seyyah kadınların o zamanlar günlük beş dinar gibi bir ücret karşılığında başkalarının evlerine temizliğe gittiğinden de bahsedip epey şaşırır. Bulunduğu dönemde gündelik temizlikçi fikri pek yaygın olmadığından şaşkınlığına hak verilmeli. Yine Maldivli kadınların mehirlerinin çok düşük olması sebebiyle kendileriyle evlenmenin çok kolay olduğundan ancak bir yabancı onlarla evlenirse adadan ayrılacağı zaman onu boşamasının zorunlu olduğundan bahsediyor.

  • İbn-i Battuta bu adada birkaç defa evlilik de yapar. Hatta eşlerinden birisi hamile iken adalardan ayrılıp kadına dokuz ay içinde dönmezse istediği gibi hareket etmekte serbest olduğunu söyler. Eğer kadının o bebeğini doğdu ise Maldivler’de bugün seyyahın soyunun hâlâ yürüyor olma ihtimali heyecan verici.

Kim bilir belki de soyu Tanca’da bir bedeviye dayanan birilerine denk gelmişimdir diye düşünüyorum. Gelip geçenlerin yüzüne bir de bu nazarla bakıyorum. Seyyah kadı iken evlilikler hususunda kaldırdığı ve kötü diye andığı bir âdetten de bahseder: Kadının boşandıktan sonra talibi çıkana kadar kocasının evinde oturmaya devam etmesi âdeti. Seyyah bunu yapanlara fiziksel cezalar verdiğini anlatıyor.

İbn-i Battuta’nın seyahati zamanında adaların hükümdarı da Celaleddin kızı Hadîce isimli bir kadın. Hadîce, Orta Çağ İslâm tarihi içerisindeki sayılı kadın hükümdarlardan biri.

Dedesinden babasına, ondan da küçük kardeşi Şihabeddin’e, nihayet Şihabeddin’in ölümü ile de kendisine geçen hükümdarlık silsilesiyle Zibetülmehel melikesi olur. Üstelik Şihabeddin’den sonra hayatta kalan üç kız kardeş arasından halkın teveccühü de kendisinden yanadır. Cuma hutbeleri onun adına okunur. Tahtını elinden almaya cesaret eden kocalarını öldüren bu kraliçenin hikâyeleri, nesiller boyunca Maldivliler arasında yayılır ve bazı Maldivliler için kadınların güçlenmesinin sembolü haline gelir. Maldiv kadınlarının yüzlerinde Hadîce’den miras bir vakar bugün dahi sezilebiliyor.

Bayram sevinci her sokağı ayrı bir heyecana boyamış, evlerden hâlâ körili balık kokuları geliyor. Çocuklar aldıkları abur cubur paketleriyle neşe içinde oradan oraya koşturuyor, aralarındaki sevinçten geçip otele dönüyorum. Sri Lankalı çalışanlarla otele yeni giriş yapan Alman çift bayramımı tebrik ediyor. Tebrikleri kabul ettikten sonra güneş biraz eğilene kadar Seyahatnamenin sayfaları arasında günün düşmesini beklemek üzere bir salıncağa kuruluyorum. Adanın her yerinde banklar yerine ağaçlardan sarkan metal ya da plastik su boruları ile filelerden yapılma salıncaklar var. Gölgelik yerdeki salıncaklardan birine gömülüp adada kaldığım süre boyunca aklımdan ve elimden düşmeyen İbn-i Battuta’nın doymak bilmez anlatma iştahına kendimi kaptırıyorum. Maldivler’i bugünüyle ve geçmişiyle aynı anda yaşamak garip. Dünyanın hiç bilmediğim bir yerinde zamanın bu denli yavaş aktığı, hayatın ritminin ağır ezgilerin sonsuza uzayan makamlarındaki gibi aksakça ilerlediği bir hayatın içinde olduğumu idrak ediyorum yeniden. Rüzgâr yüzümü yalamaya başlarken Fernando’nun telefonundan Hintçe bir şarkı çalıyor.

4.

Ömrümün kendimle en bir arada ve kaygıdan azade birkaç gününü daha geçiriyorum Mahibadhoo’da. Bu günler çoğunlukla birbirini andırsa da her birinde sükûnetin başka tür rengine denk geliyorum. Bayram namazına benzer bir huşu ile Cuma namazı kılıyorum mesela. Yoğun neme bile uyum sağlıyor bedenim. Okyanusla iyice ahbap oluyor, her gün kucağında birkaç saat geçiriyorum. Gelip geçen teknelerden, göğü delip dünyanın öteki ucuna çıkan uçaklardan birinde değil de tam burada olmaktan fevkalade hoşnut bir hafta çabucak geçiyor. Birbirilerine devamlı gülümseyen insanlar artık günlük rutinim. İyiden iyiye her simaya alıştığımı anlıyorum, onlar da beni tanıyıp selam veriyorlar. Kimi bahçesindeki bambıkkı meyvesinden ikram ediyor kimi dükkânında ayak üstü sohbetlerine katıyor beni. Sokaklarını onlar gibi öğrenmişim ki haritaya ihtiyaç duymadan geziyorum artık. Ama bir sokağın ardından karşıma çıkacak manzara beni şaşırtmamaya başlayınca gitme vaktinin geldiğini de anlıyorum.

Bir haftanın sonunda Emin’in beni uğurladığı yerde, ada iskelesinde tekneye binip Mahibadhoo’dan ayrılıyorum. Mavi sular yarılarak yeni bir yol halinde uzanıyor önümde. İstikametim biraz daha güneyde Dhangetti’den hemen sonraki ada. Maldiv’in en güzel lokal adalarından biri diyorlar Dhigurah için. Mahibadhoo’ya göre burada fazla turist var. İnsanları da yabancılara daha mesafeli. Mahibadhoo insanını çok özleyeceğimi anlıyorum iner inmez. Yine çoğunluğu yabancı çalışanlardan oluşan bir otele yerleşiyorum. Yöneticisinin ismi Şahin. Dhigurah’lı. Güler yüzle karşılıyor. İsminin Türkçedeki anlamını soruyorum. Biliyor.

  • Dhigurah, yerel dilde uzun ve ada kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Gerçekten de kuzeyden güneye uzanıp aynı zamanda daralıyor bu ada.

Kuzey kesimindeki yerleşimin bittiği yerde ekvatoral orman başlıyor. Ormanın içindeki patikadan en güneye kadar gidilebiliyor. Adanın enine olan mesafesi o kadar dar ki ormanın ortasındaki yolda durduğunuzda denizi iki yanınızda da rahatlıkla görebiliyorsunuz. Orman hindistancevizi, hint bademleri, pandan ağaçları ile dolu. Sokaklar Mahibadhoo’daki kadar geniş ve ferah değil, parke taşlar da yok. Onların yerine sertleşmiş deniz kumu var. Sık ve çinko çatılı gelişigüzel evlerin arasında yürürken ara ara Güney Amerika’daymışım, hatta tam da Marquez’in Macondo’sundaymışım gibi bir his büsbütün yakama yapışıyor. Ormanın tam ortasında da tıpkı Macondo’daki gibi muz plantasyonu var. Nemli ormanda tropik kuş sesleri içindeyim. Kedi büyüklüğündeki yarasalar başımın üstünde geziyor, kulaklarımda Jaja’dan Elega El Che. Günde birkaç kez kuzeyden güneye gidip geliyorum. Adanın en sivri ucunda sandbank denilen, cam rengi suların akça pakça kumullara karıştığı bir sahil var. Gelgitte kumlar, denizin içine kadar sokulmanıza izin veriyor. İbn-i Battuta’nın neden burada bir adadan çıkarken öteki adanın hurma ağaçları göz kırpar, palmiye kelleleri görünür dediğini idrak edebiliyorum. İlahi bir kudret Hz. Musa’ya açtığı yolu burada bana ihsan etse Dhigurah’dan diğer adaya yürüyerek dakikalar içinde ulaşılabilirim gibi.

Dhigurah’daki doğal manzaralar dışında seyyahın adalılara dair izlenimlerini Mahibadhoo’daki kadar temaşa etme şansım olmuyor maalesef. Hem ada halkının yabancılara mesafeli oluşu hem de son haftamı daha sakin ve daha bir başıma geçirme isteğim bunlara sebep. Bu yüzden mümkün olduğu kadar az insanla muhatap olup deniz ve ekvatoral orman arasında gidip geliyorum. Hüseyin Musa’dan öğrendiğim yöntemle hindistancevizi kırıyorum arada. Boyu iki metreye yakın bir köpekbalığı ile aynı suda yüzüyorum. Dev gemileri akşam yemeği için adanın güneyine demirleyen Çinli turist kafilesinden kaçıyorum. Ormanın içinde gece yürüyüş yapıyorum dolunay altında. Bunlar Dhigurah’nın bende bir haftada bıraktıklarının birkaç cümlelik özeti. Hissettiklerimse içimde ciltleri dolduruyor.

Nihayet dönüş vakti geldiğinde başkent Male’ye giden tekneyle iki saat süren bir yolculuk yapıyorum. Bir gece de Male’de kaldıktan sonra dünyanın en güzel eylemine, eve dönmeye kast ediyorum. Başkentin sokaklarında bir gün ve parlamento seçiminden önceki bir gece Maldivler’e veda turlarıyla geçiyor. Dhivehi dilinde yazılmış tabelaları nakşediyorum aklıma. Umumi tabelalardaki dualarla eve dönmeyi diliyorum.

Dönüş uçağına binerken ilk kez geldiğim yere attığım bakışın oradan ayrılırken bambaşka bir hale büründüğünü anlıyorum. Bir kez burada bulunduktan sonra artık ne taşı sıradan bir taş ne suyu sıradan bir su benim için.

Bazı şeyler tam ayrılık vakti bulur ya anlamını. Maldivler’den ayrılırken de her şeyin anlamı genişliyor. İlk bakışta sıradan gelen her şeye dikkat kesiliyorum, gözümden kaçmasın diye. Sanki Hint Okyanusu’nun ortasındaki bu küçük kara parçaları da bana veda ederken aynısını yapıyor bana. Birbirimizde birbirimize ait izler bırakıp gidiyoruz. O benim içimde sonsuz mavi bir anı olarak kalıyor, biraz misk biraz amber, elbette çokça kardeşlik. Ben ise Mahibadhoo’daki yatılı kolejin kütüphanesine öykü kitaplarım Misak’ın Aynaları ile Ben Denizlerden Hangisiyim’in nüshalarını bırakıyorum. Dhivehi dilindeki İbn-i Battuta Seyahatnamesi’nin hemen yanına.

Fotoğraflar: M. Fatih Kutlubay