Marakeş’ten yola çıkarak yaklaşık dört saatte Rabat’a ulaştık. Muvahhidler (1130-1269) tarafından Fas’ın kuzeybatısında Atlas Okyanusu’nun kıyısında kurulan şehrin tarihine baktığımızda farklı medeniyetlere de ev sahipliği yaptığını görürüz. Ebûrakrâk Irmağı tarafından ikiye yakaya bölünen şehir, Fenikeliler, Kartacalılar ve Romalılar’a ev sahipliği yaptı. Murâbıtlar (1056-1147) döneminde düşman saldırılarının engellenmesi için buraya bir “ribat” yaptırıldı. Muvahhidler’in ilk hükümdarı Abdülmü’min el-Kûmî 1150 yılında buraya bir ordugâh yapılmasını emretti. Cami, kışla ve saray inşasının ardından ribat bir kasaba haline geldi. Şehir ilk olarak Muvahhidler’in dinî ve siyasî anlamda lideri olan İbn Tûmert’e nispetle “Mehdiye” olarak anıldı. Aynı zamanda Abdülmü’min el-Kûmî’nin burada Râfizî Bergavâta kabilesine karşı kazandığı başarılardan ötürü Ribâtülfeth olarak da isimlendirildi.
Fas’ın halihazırda başkenti olan Rabat’a ilk girdiğimizde modern yüzüyle karşılaştık. Yüksek binalar, düzenli caddeler ve geniş polis önlemleri bize bir başkentte olduğumuzu henüz şehrin girişinde hatırlattı. Rotamızın ilk durağı Şelle idi. Fakat öncesinde yaşadığımız bir hadiseye değinmekte fayda var. Şelle’ye giderken bir yerde yolu kaçırdığımız için geri dönmemiz gerekiyordu. Farkında olmadan dönülmemesi gereken bir yerden dönüş yaptığımız için trafik polisi tarafından anında durdurulduk. Kendisi bize dönüşün yasak olduğunu söyledikten sonra 400 dirhem ceza yazacağını söyledi. Türkiye’den geldiğimizi ve şehirdeki bazı yerlerdeki kuralları tam olarak bilmediğimizi söyledik. Türkiye’den geldiğimizi duyunca elindeki ceza kağıdını bırakarak bizimle muhabbet etmeye başladı. Türkleri çok sevdiğini ifade ettikten sonra “Bugün kızımın doğum günü. O yüzden size ceza yazmıyorum. Fas’a hoş geldiniz.” diyerek bizi gönderdi. Güler yüzünden dolayı biz de kendisine teşekkür ettik ve kızına güzel bir ömür diledik. Tevafuk bizi cezadan kurtardı.
Artık trafik kurallarına dikkat ederek Şelle’ye varmıştık. Ebûrakrâk Irmağı’nın kenarında Fenikeliler tarafından ticaret merkezi olarak kurulan nekropol, bir dönem Romalılar tarafından da kullanıldıktan sonra Merînîler (1196-1465) tarafından hanedan mezarlığı haline getirildi. Etrafına duvar örülerek korunan yapı aynı zamanda bir külliye inşa edilerek sadece mezarlık olarak değil ibadethane olarak da kullanılmaya başlandı. 15. yüzyılda terk edilen Şelle, yaklaşık 500 yıl sonra yapılan arkeolojik kazılarda tekrar ortaya çıkarıldı.
2012’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girerek herkesin sıkça ziyaret ettiği bir antik alan haline getirildi. Biz gittiğimizde ne yazık ki kapalıydı. Fakat etrafında yürüme fırsatı bulduk. Çevre düzenlemesiyle insanların gelip piknik yaptığı bir yer haline getirilmiş Şelle’nin çevresi. Aynı zamanda yüksekçe bir yerden Ebûrakrâk Irmağı’nı seyretmek mümkün. Havanın da güzel olmasıyla beraber hem ırmağı izledik hem de yolun yorgunluğunu attık.
İkinci durağımız Rabat'ın simgesi haline gelen Hassan Camii’ydi. Muvahhidler’in hükümdarlarından Ebû Yûsuf el-Mansûr tarafından yapımına başlanan fakat yarıda kalan mabed, Sâmerrâ Camii’nden sonra döneminin en büyüğü olarak planlanmıştı. Tamamlandığı takdirde caminin on altı kapısı, üç avlusu ve 200’den fazla sütunu olacaktı fakat günümüze sadece yarım kalan minaresi ulaştı.
Minarenin tam karşısına yeni inşa edilen camide Fas’ın Fransa’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmasını sağlayan Kral 5. Muhammed ve oğulları Kral II. Hasan ile Abdullah’ın mozolesi bulunuyor. Mozolenin önünde Fas kraliyet sarayından askerler sürekli nöbet tutuyor. Öğle namazını camide kıldıktan sonra otele gitmek üzere yola çıktık.
Yolda gördüğüm bir yazı dikkatimi çekti. Meşale Harekâtı şehitleri anısına yazıyordu. Araştırdığımda bu harekâtın bölgenin şekillenmesi açısından oldukça önemli olduğunu gördüm. Harekât şu şekildeydi; İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman orduları Kafkasya’ya doğru ilerlerken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bu ilerleyişi engellemek için Avrupa’da bir cephe daha açılmasını istedi. İngiltere ve Amerika bu fikri değerlendirdikten sonra cephenin Kuzey Afrika’da açılmasına karar kıldı. Britanyalı-Amerikan birlikleri 1942 yılında Vichy Fransası kontrolündeki Cezayir ve Fas’ı işgal ederek Almanya’ya karşı yeni bir cephe açtı. Böylelikle Alman kuvvetlerinin bir kısmı Kuzey Afrika’ya kaydırılarak SSCB’nin eli Almanya’ya karşı rahatlatıldı. Faslılar bu hadiseyi unutmamış ve başkentte bir caddenin ismi olarak belirlemişti.
Rabat’ta gezerken dikkatimi çeken ikinci husus çok sayıda Fas bayrağının olmasıydı. Hatta otobanlarda dahi bayrak görmek mümkündü. Ulus kimlik inşasının bir parçası olarak değerlendirilebilir bu karar. Otelimiz surların içerisinde, yani kasba denilen kısımda olduğu için aracı park ettikten sonra kendimizi daracık sokaklara attık. Eşyalarımızı bırakıp hemen Botanik Endülüs Bahçeleri’ne doğru yürüdük. Endülüs bahçelerini Fas’ın çoğu şehrinde görmek mümkündü. Şehrin gürültüsünden kaçıp biraz sükûnet arayanlar için bu bahçeler bire bir.
Bahçede biraz ruhumuzu dinlendirdikten sonra kasbanın Atlas Okyanusu’na nazır, sonradan yaklaşık 1000 yıllık bir geçmişi olduğunu öğrendiğim Rabat’ın ilk kahvesinde oturup nane çaylarımızı yudumladık. Bembeyaz sokaklarda biraz daha kaybolup meşhur Talip Kitabevi’ne gidecektik ki “Acaba bu bembeyaz evlerin içi nasıldır?” sorusu kafamıza takıldı. Bu sorunun cevabını öğrenmek için evinin önünde oturan yaşlı bir amcaya bizi misafir edip edemeyeceğini sordum. Kendisi tabi ki diyerek bizi içeri buyur etti. Riadların bir benzeri yapıda olan evlerin en güzel tarafı Ebûrakrâk Irmağı’nı gören çatılarıydı. Ev sahibine teşekkür ederek ayrıldık.
Talip Kitabevi’ne gitmek için çevredeki esnafa adres sormaya başladım. El-Giza Caddesi üzerinde olduğunu öğrenince saat geç olduğu için kapatmadan hızlıca yetişmek istedim. Fakat yol üzerinde kulağıma bazı sesler gelince durup dinlemeye başladım. Bir zikir meclisinden geliyordu sesler. Kafamı sesin geldiği yöne çevirince kapıda “Eski Ticanî Zaviyesi” yazdığını gördüm. Kapı açıktı hemen içeri girip kendilerini rahatsız etmeden dinlemeye başladım. İstanbul ve Saraybosna’da katıldığım zikirden farklı bir ritim ve usul vardı fakat ruhuma iyi geldiğini söylemeliyim. Fes’e gidince Ahmed Ticânî’nin türbesini ziyaret edecektim fakat öncesinde Ticânîlere ait bir zaviye ve usullerini görmek güzel bir tecrübe oldu.
Artık El-Giza Caddesi’ndeydim. Yaklaşık on dakika kadar Talip Kitabevi’ni aradıktan sonra kapalı olduğunu gördüm. Caddede biraz daha dolaşıp döndüğümde ise açılmıştı. Yarım asırdan fazla bir süredir açık olan kitabevi âlimlerin, entelektüellerin ve okumayı sevenlerin uğrak yeri. Kitabevinin sahibi Halid el-Miknasî, lise yıllarında babasına yardım ederek sahaflığı öğrenmiş. Modern dünyanın bazı meslekleri öldürdüğü gerçeğini bildiğinden ötürü bu sektörü yaşatması gerektiğine inanıyor. Ailesinin rızkını kazanmak ve okuyucuya nitelikli kitap ulaştırmak en büyük arzusu. Kitapları biraz karıştırdıktan sonra yanından ayrıldım. Zira Rabat’ta yaşayan iki arkadaşımla sözleşmiştik. Kendilerine hem Fas ile alakalı sorular soracaktım hem de Atlas Okyanusu’nun lezzetli balıklarından yiyecektik.
Merak ettiğim şeyler temelde Fas’taki İslâmî hareket özelindeydi. Zira Türkiye’de Fas hakkında bir şeyler bilsek de bu bilgiler bir Mısır veya Suudi Arabistan hakkında bildiklerimizin yanında çok azdı. Coğrafyanın uzaklığı, Osmanlı idaresine hiç girmemiş olması, Arap Baharı’nda ismini duymayışımız gibi sebepler bunda önemli bir etkendi. Kendilerine ilk sorum Fas’ın en büyük cemaatlerinden olan Adalet ve İhsan Cemaati ve cemaatin kurucusu Abdüsselam Yasin üzerineydi. Türkiye’de kendisini Sünnetullah ve Nebevî Yöntem kitaplarıyla tanıdığımız Yasin, aynı zamanda krala yazdığı “Ya İslâm Ya Tufan” mektubuyla da gündeme gelmişti. 17 Eylül 1928’de dünyaya gelen Abdüsselam Yasin, küçük yaşta hafızlık yaptıktan sonra Fes şehrindeki Karaviyyin Külliyesi’ne kaydolarak eğitimine başladı. Mezuniyetinin ardından bir dönem öğretmenlik yaptı. 40’lı yaşlarına geldiğinde Fas’ın en büyük tasavvufî cemaati olan Budşîşiyye’ye intisap etti. Kâdirilerin Mağrib kolu olan cemaatten bir müddet sonra ayrıldıktan sonra kendisine ait bir yöntem geliştirerek faaliyetlerine başladı. Zamanla etrafına insanlar toplandı ve Fas’ın en önemli cemaatinin lideri haline geldi. Krala yazdığı mektupta İslâm’a dönülmesi için nasihatlerde bulunduğu için bugün mezarının olduğu Rabat Şehitliği’nin karşısındaki cezaevinde üç yıl kaldı. Yemek yiyeceğimiz yere gitmeden önce Rabat Şehitliği’nin olduğu yeri ve cezaevini görme fırsatı buldum. Ardından lokantaya oturduk ve sorularıma başladım.
İlk olarak Adalet ve İhsan Cemaati’nin nasıl bir yöntem izlediğini sorduğumda aldığım cevaplar şu şekildeydi: “İlim ve cihad ekseninde bir dünya görüşünden bahsediyoruz. Temelinde Sünnetullah’ın yani Allah’ın yasasının olduğu bir terbiye metodu bu. Öncelikle kişiler Allah’a kâmil anlamda iman edip ibadetlerini yerine getirecekler ardından cihadı esas alarak Allah’ın yardımını bekleyecekler aksi halde başarı mümkün değil.”
İkinci olarak siyasete girip girmeme hususunda ne düşündüklerini sordum. Aldığım cevap şu şekildeydi: “Siyaset illaki parlamentoda olmak değildir. Asıl siyaset halkın içerisinde onların dertleriyle dertlenerek olur. Dolayısıyla henüz devleti yönetmek anlamında siyasete girerek bir şeyleri başaracağımızı düşünmüyoruz. Fakat biz halkın içindeki siyasette her zaman varız. Şu anda ilgilenilmesi gereken halkımızın sorunlarıdır.”
Üçüncü olarak İhvân’ın Fas’taki siyasî kolu olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni başarısızlığa sevk eden süreci sorduğumda şunları söylediler: “Kral burada bir oyun oynadı. Arap Baharı Fas’a uğramasın diye İhvân üyelerinin parlamentoda var olmasına izin verdi fakat yönetim asla onların elinde değildi. Kral istediği kararları alıyordu. Aynı zamanda halk fakirlikten dolayı çok bunalmıştı. İhvân’ın buna kısa sürede çözüm bulması imkansızdı. Zahiren bakıldığında İhvân döneminin eski dönemden bir farkı yoktu ve halk diğer seçimlerde bunu kabul etmedi. Aslında İslâmî hareket adına kazanım olarak görünen parlamentoda yer alma süreci bir müddet sonra ters tepti ve halkın nazarında İslâmî hareketin yeri sarsıldı.”
Dördüncü olarak halkın fakirlikten kırılmasına ve kralın diktatörlüğünden sıkılmasına rağmen neden Arap Baharı’nın Fas’a uğramadığını sorduğumda şu cevabı aldım: “İlk başta insanlar meydanlara çıktı ve bunun öncülüğünü İslâmî hareket yaptı. Fakat Tunus, Suriye ve Mısır’daki tecrübeler göz önüne alınarak İslâmî hareket sokaktan çekildi. Zira şu an Tunus’ta Gannuşi cezaevinde, Mısır’da Sisi başta, Suriye’de ise ortada bir devletin varlığından söz edemiyoruz. İslâmî hareketin bu geri çekilmesiyle beraber kralın da uyanık davranarak bazı sözde reform çalışmalarına imza atması Arap Baharı’nın Fas’a uğramasını engelledi. Kral parlamentoda İhvân başta olmak üzere İslâmî harekete yer vererek tabiri caizse halkın gazını aldı ve kurnazca bir siyaset güttü.”
Yaklaşık iki saat muhabbet ettikten sonra kendileriyle vedalaşarak ayrıldım. Atlas Okyanusu’nun bir de gecesini görmek üzere sahile doğru yürüdüm. Rabat’ta da hayat geceleri daha hızlıydı. Câmiu’l-Fenâ kadar olmasa da sahilde bir karnaval olduğunu söyleyebiliriz. Biraz daha vakit geçirdikten sonra artık dinlenmek için otele geçtim. Rabat’a sadece bir gün ayırmıştık. Fakat tekrardan bu şehre tekrar gitmek istediğimi söylemeliyim. Sırada önce Tanca ardından Şafşavan vardı.
Fotoğraflar: Burak Çetik