"Elimizde kalan tek şey, mirasımız, bayrağımız..."
Pek çok Filistinli mültecinin yaşadığı Lübnan'ı ziyaretimizde soluğu Filistin’den göçlerin başladığı,1948 yılından kalma derme çatma düzensiz binalarla dolu Burj el-Barajne kampında alıyoruz. Ayaklarınızın altından ne olduğu belli olmayan suların aktığı, baş hizanızdan yüksek gerilim hatlarının geçtiği Beyrut’un turist girmeyen varoşlarındayız. Labirent gibi dolaşıp duruyorum. Yolu tarif eden rehberim olmasa köşeyi döndüğüm anda kaybolmam işten bile değil. Sonunda, kampın içerisinde çok eskiden açılmış bir eğitim merkezine geçiyorum. Bu merkezin sorumlusu olan Filistinli abiden kendi öyküsünü dinliyorum. “Annemle babam Kudüslü.” diyor, “Aslına bakılırsa ben de aslen Kudüslüyüm ama orayı hiç görmedim. Benim neslim mülteci, Lübnan doğumlu. Başka ülkeye gidebiliyoruz mülteci de olsak ama kendi memleketimize gidemiyoruz." Sohbetimiz esnasında; dışarıda, neredeyse her evin balkonunda Filistin bayraklarının neden asılı olduğunu soruyorum. Asıl vatanımızın orası olduğunu anlatırken hikâyelerle birlikte simgelere ihtiyaç duyuyoruz diyor. Geri dönme umudumuzu canlı tutabilmek için de bazı şeylere ihtiyacımız var. O yüzden burada adettir, her evde bayrak ve harita asılıdır. Bunlar elimizde kalan tek şey, mirasımız. Şarkılarımız, bayrağımız ve toprağımız...
Solumda Akdeniz’den tanıdığım dalgalar, sağımda kutsal topraklara uzandığını bildiğim dağlar, havada ince bir yağmur... Az değil Feyruz’un memleketine gelmişim. Uçaktan inince, “evet Ortadoğu’nun havası bu” diyebildiğim yerdeyim, Lübnan’da. Öyle bir heveslenmişim ki Feyruz’dan şarkıları duyabilme umudum ta ilk dakikada hayal kırıklığına dönüşüyor. Hiçbir yerde müzik sesi duymuyorum. Hatta yolculuğumun kalanında da.
Beni karşılayan Filistinli rehber de arabada çalmayınca “yok diyorum bu iş böyle olmayacak”, açıyorum telefondan dinlemeye başlıyorum. Yolculuğumun sonuna kadar, ne zaman adımımı dışarı atsam Feyruz’dan şarkılar açıyorum. Böyle dolaşmalıyım bu sokakları, onun sesiyle. “Sellimli A’liyh” ile başlıyorum. Vaktim kısa, birkaç günüm var burada.
2005 yılında suikastla öldürülen eski Başbakan Refik Hariri’nin ismini taşıyan havalimanından çıkıp Beyrut’un içlerine doğru yol alınca, 1975’te başlayıp 15 yıl süren iç savaşın kurşun izlerini bile görüyorum binalarda. Kim bilir, belki de o kurşun izleri İsrail ile Hizbullah arasında 2006 yılında yaşanan çatışmalardan kalmıştır.
Bildiğim bir şey var, o da binaların dili olsa kurşunların ne kadar ağır olduğunu bağıra bağıra anlatacaklar. O yüzden simgeler, semboller her yerde -bir bakmışsın Humeyni posteri, diğer yanına dönmüşsün Nasrallah afişi. İçlere doğru tırmandıkça balkonlarda asılı duran Filistin bayraklarını saymıyorum henüz.
- Daha ilk izlenimimde bu kadar sembolle karşılaşacağımı bilemeden kendimi Şatilla’nın -1982’de İsrail’in gözetiminde, Hristiyan Falanjistlerin 2 binden fazla kişiyi katlettiği yer- yakınında bulunan Burj el-Barajne kampında buluyorum.
Kamp dediğime bakmayın, ortada çadır filan yok ama Filistin’den göçlerin başladığı ta 1948 yılından kalma derme çatma düzensiz binalarla dolu bir yer burası.
Nasıl tarif edilir inanın bilmiyorum ama ben de görmeden önce böyle bir yer kesinlikle hayal etmemiştim.
Ayaklarınızın altından ne olduğu belli olmayan sular akıyor, baş hizanızdan dağınık mı dağınık yüksek gerilim elektrik hatları geçiyor, binaların arasında yürürken karşınızdan biri geldiğinde beklemek zorundasınız ki yan yana geçmek için birbirinize yer verebilesiniz
Diyorum “Allah’ım bu nasıl Beyrut?” Daha yarım saat önce havalimanından çıkmış, geniş yollardan geçiyordum. Yukarıya bakıyorsunuz havanın maviliği gözükmüyor, sadece biraz ışık var, o kadar. Üç kişinin ancak sığabildiği bir fırından ekmek kokuları geliyor, iki kişinin ancak sığabildiği bir dükkanda yaşlı biri bakkalcılık yapıyor. Labirent gibi dolaşıp duruyorum. Yolu tarif eden rehberim olmasa köşeyi döndüğüm anda kaybolmam işten bile değil. Ama Filistinli mülteciler kaybolmuyor, onların evi artık burası.
Beyrut’un turist girmeyen varoşları…
Yolum kuzeye düşüyor, Trablus’a. Libya’da eskiden bir bölgeye adını veren Trablusgarp ile buradaki Trablus’un arasındaki farkı burada öğreniyorum. Meğer batıdakini buradan ayırmak için sonuna “garp”, yani batı kelimesini eklemiş büyük büyük dedelerimiz. O zamanlar tek devlet içindeyken şimdi böyle bir ayrıma tabii ki gerek yok -iki ayrı devlette iki ayrı Trablus iki ayrı hayatına devam ediyor. Buradaki adresim de bir Filistin kampı.
Kampın içerisinde çok eskiden açılmış bir eğitim merkezindeyim. Küçük büyük bütün herkese hizmet verebilmek için kurulmuş bir yer burası. Ana sınıfı da var, büyükler için okuma yazma kursları da, hemşirelik eğitimi de var, konferans alanları da… Merkezi oda oda dolaştıran ve buranın sorumlusu olan Filistinli abinin odasına geçiyoruz en son. Dertlerini, sıkıntılarını dinlerken kendinden de bahsetmesini istiyorum. Kendisi elli yaşlarında.
- “Annemle babam Kudüslü.” diyor, “Aslına bakılırsa ben de aslen Kudüslüyüm ama orayı hiç görmedim. Bizimkiler burada tanışıp evlenmişler. Ben de burada doğmuşum. Başka ülkeye gidebiliyoruz mülteci de olsak ama kendi memleketimize gidemiyoruz.”
Gülerek “Siz Türkler Kudüs’e biz Filistinlilerden daha çok gidiyorsunuz.” diyor ve ekliyor: “İnanın bu bizim için çok değerli. Zor da olsa yalnız olmadığımızı hissediyoruz.” Dışarıda, neredeyse her evin balkonunda Filistin bayraklarının neden asılı olduğunu soruyorum.
“Benim neslim mülteci, Lübnan doğumlu. Burada doğduk ama örneğin yasal olarak mülk edinme hakkımız yok.Doğuştan mülteciyiz. Topraklarımızı görmesek bile anne babalarımızın hikâyelerinden dolayı Filistin hatıralarımız var. Biz küçükken hep ilk ağızdan dinlerdik. Ama bizim çocuklarımız artık ilk ağızdan değil bizden dinlemek zorunda kalıyor. Onlar da mülteci.
Asıl vatanımızın orası olduğunu anlatırken hikâyelerle birlikte simgelere ihtiyaç duyuyoruz. Bu hep öyledir, çocukların hiç görmediği bir yeri zihninde canlandırması gerekir. Geri dönme umudumuzu canlı tutabilmek için de bazı şeylere ihtiyacımız var. O yüzden burada adettir, her evde bayrak ve harita asılıdır. Size abartı gibi gelebilir bu kadar çok olması ama biz bunlarla ayakta durmaya çalışıyoruz."
Bunlar elimizde kalan tek şey, mirasımız. Şarkılarımız, bayrağımız, toprağımız...”
Dönüş yolunda hem “keşke biraz daha uzun kalsaydım Lübnan’da.” diyor hem de bir kez daha anlıyorum: Bir yerle alakalı istediğiniz kadar kitap okuyun, belgesel izleyin; oranın havasını solumadan, sokaklarını adımlamadan tam olarak nasıl bir yer olduğunu tüm duyularınızla hissedemiyorsunuz.
Kısacık da olsa Lübnan’da yaşadığım da buydu. Tekrar gidebilme ve uzun kalabilme umuduyla Türkiye’ye döndüm.