Barışın muhatabı yok mu?
İsrail kendisini "barış arayan", hatta "tavizler veren”, ancak müzakere edecek "samimi bir ortak bulamayan" taraf olarak sunuyor. Doğruluk payı var mı? Amerika Birleşik Devletleri’ne bakarsak, o da kendisini her iki tarafı uzlaştırmaya çalışan "tarafsız bir aracı" olarak tanımlıyor. Sahiden de birkaç defa müzakere sürecine girildi. Peki gerçekte olan biten neydi?
Tercüme: Firdevs Yiğit
İsrail'in kalıcı müzakereler için bir muhatap bulamadığı doğru mu?
Soruyu şöyle ifade etmek daha uygun olur: İsrail böyle muhataplar bulmak istiyor mu? Onun için barış bir tehdidi temsil ediyor. Gerçekte "barış süreci" denen şey, İsrail'i "barış tehdidinden" yani işgal ettiği bölgelerden geri çekilmesinden, dolayısıyla bağımsız bir devletin kurulmasına yol açabilecek toprak imtiyazlarından koruyan bir kalkan işlevi gördü. Filistin devleti barışı reddedemez, çünkü Filistin'in kendi kaderini tayin hakkını elde etmesinin tek yolu budur. Barış, İsrail'i Ürdün Nehri ile deniz arasındaki toplam egemenlikten mahrum ederek bölgeyi paylaşıma açacaktı. Böyle bir barış, ABD’nin anlaşmaya uymaya yönelik -mevcut halde rastlamadığımız- baskısını gerektirecekti.
Bununla birlikte, ABD'nin himayesinde birkaç defa müzakere gerçekleşti. Dürüst ve samimi bir aracı gibi davranmadıklarını tasdik ediyorsunuz. Neden?
Genel olarak, hiçbir zaman dürüst bir simsar olmadılar. Çözümün İsrail tarafından gelmesi ve ABD'ye sunulması gerektiği fikrini desteklediler ve ardından da Filistinlilere dayattılar. Tüm bu müzakerelerin ortak noktası nedir? İsrail'in hedeflerine hizmet eden ve tarafsızlık kılıfı takmış tasarı üretmeleri.
- İsrail Başbakanı Menahem Begin'in "toprak için değil, halk için özerklik" olarak tanımladığı bağımsızlık kavramı, İsrail parlamentosunda Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının yerini almak üzere, bu iradeyi baltalamak adına ortaya çıktı. ABD Başkanı Jimmy Carter ise İsrail'i bunun kendi kaderini tayin etmeye en yakın olan "tam özerklik" meselesi olması gerektiğine ikna etmeye çalıştı ancak (elbette) Filistinlilere gerçek bir egemenlik verilmesi konusunda ısrarcı değildi
Buna karşın 1948'e, hatta 1960'lara baktığımızda, ABD ile İsrail arasında ciddi bir mesafe olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi ne?
Her şeyden önce Filistinliler günü kurtararak hayatta kalma kaygısına kapıldılar. Onların önceliği bir devlete yahut ulusal haklara sahip olmak değildi.
O vakitler, yani 1948 ile 60 arası yıllarda, Ortadoğu'da egemen güç ABD değil, İngiltere ve Fransa'ydı.
Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin eski emperyal düzeni ortadan kaldırma iddiası 1967'ye dek sürdü. ABD, İsrail'in dayanak noktası olarak Fransa'nın yerini alırken Büyük Britanya'nın yerini ise SSCB aldı. İsrail, Paris'in sağladığı silahlar sayesinde Mısır, Suriye ve Ürdün topraklarını işgal etmeyi başardı fakat 1967 savaşı, Fransa'nın Ortadoğu'daki jübilesiydi ve Amerika Birleşik Devletleri bu "boşluğu” hızla doldurdu.
ABD’nin İsrail’e tam destek sunmaya başladığı bu değişimin tarihi neydi?
Bu, 1969 başkanlık kampanyası sırasında oldu. Aday Richard Nixon, İsrail'e "tüm Birleşik Arap komşuları üzerinde teknolojik ve askerî bir üstünlük marjı" garanti etti.
Ne amaçla?
Vietnam'a yönelik yeni politikalarıyla bağlantılıydı. Nixon-Kissinger stratejisi olarak adlandırılan yaklaşımda ABD para ve silah temin ederken Vietnamlılar askerleri tedarik etti. Başkan Nixon, New York Times'ta yeni politikasını Washington'un "hortumu ve suyu", yerel yetkililerin ise "itfaiyecileri" sağlayacağını ifade ederek açıkladı.
Nixon'ın gözünde, dönemin İsrail Savunma Bakanı Moshe Dayan, Vietnamlı General Ky ve Thieu'dan daha etkili bir liderdi. İsrail bu "Vietnamlaştırma" modelinin Akdeniz versiyonu olacaktı: ABD parası ve silahlarıyla donatılmış İsrailliler çatışma görevlerini üstlenirken ABD çatışmayı bitiren polis şefi rolüne bürünecekti.
Başkan Carter’ın gelmesiyle gidişatın yönü değişti mi?
Başkanlığına 1976'da başlayan Jimmy Carter, politikasının merkezine insan haklarını yerleştirdi. Yine de Latin Amerika, Ortadoğu ve Afrika’daki baskıcı rejimleri desteklemeye devam etti, ancak ikinci bir dönemi garanti edemeyince, rolünü insan hakları aktivisti olarak güncelledi ve Filistin'deki apartheid ile Güney Afrika'nınkini karşılaştırarak Amerikan Yahudilerinin (ve diğerlerinin) öfkesini üzerine çekti.
Atlanta'daki Carter Center, Yoksulların Yaşam Alanı projesiyle bir insan hakları altyapısı ve Üçüncü Dünya ülkelerinde sandıkta oy sayımı adına güvenilir bir mekanizma kurdu. İnsan hakları lehine tüm bu dönüşüm çabaları onu Yahudi lobisi ve hatta Yahudi olmayan ancak bu lobinin ABD siyasî arenasındaki etkisinden çekinenlerle bile ciddi bir karşıtlık içine soktu.
1980'de Carter'ın yerini Reagan ve yeni Soğuk Savaş stratejisi aldı. İsrail-Filistin savaşı bunda önemli bir rol oynadı mı?
Uluslararası politikanın anahtarı, Roll Back (Geri Dönüş) olarak da anılan "Reagan Doktrini" oldu: Amerika Birleşik Devletleri ister Doğu Avrupa'da ister Orta Asya'da yahut Güney Asya'da olsun, dünyanın herhangi bir yerinde Sovyet veya Sovyet yanlısı güçlerin en ufak bir ileri hamlesine kesinlikle karşı koymak zorundaydı. ABD ile İsrail arasındaki "özel ilişki", Reagan'ın yönetiminde bile "stratejik bir ittifaka" dönüştürüldü.
- Sovyetler, Araplara sistematik olarak caydırıcı silahlar sağlamıştı ancak iktidara gelen Mihail Gorbaçov bu politikaya son verdi ve Suriye gibi üçüncü dünya ülkelerini silahlandırmayı bıraktı. Bu dönüşüm -ve ayrıca Irak'ta Saddam Hüseyin'in yükselişi- İsrail-Arap güç dengesini büyük ölçüde değiştirdi. Gorbaçov ve Saddam, Filistinlilere ve Araplara çok ciddi zarar verdi.
Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, Başkan George Bush'un babası (Ç.n "Baba Bush" olarak bilinen George Herbert Walker Bush, 1989-1992) İsrail ile süregelen bu ilişkiyi değiştirdi mi?
Bu politikadan taviz verdiği söylenemez. Bununla birlikte, eğri oturup doğru konuşursak baba Bush’un, elbette İsrail yanlısı lobinin izin verdiği ölçüde, BM kararlarına dayalı genel bir çözüm elde etmek için diğer herhangi bir başkandan daha fazla çabaladığını ve mesafe katettiğini kabul etmeliyiz. 1990 yazının İsrail basınına göz gezdiren herkes, Bush'un "büyük bir tasarısı" olduğunu muhakkak müşahede eder. ABD askerleri Suudi Arabistan'da karadayken Bush, artık (bir süper güç rolüne oynayan) Saddam Hüseyin tehdidini ortadan kaldırdığına göre İsrail halkına, Araplar ve İsrailliler arasındaki temel sorunları çözmek için bir masanın etrafında toplanma zamanının geldiğini söylemeyi amaçladı. Bu noktadan sonra İsrail artık güvende değilmiş gibi davranamazdı. Güvenlik o günlerde çıkarını barıştan yana gören süper güç Amerika’nın işiydi; Madrid'de veya başka bir yerde bir barış konferansı düzenlemenin zamanı çoktan gelmişti.
Ancak Bush'un bu tasarısı, Beyaz Saray'da kalma süresini uzatmayı başaramayınca yerle yeksan oldu. Yeni Başkan Bill Clinton, barış treninin istikametini Washington'a yönlendirmeyi başardı.
Nitekim 1993 yılında, Başkan Clinton'un himayesinde, Arafat ile Rabin arasındaki "Oslo Barış Anlaşmaları” Washington’da imzalandı. Bunu bir iyiliğe aracı olmak için mi yaptı?
Hayır, ekibindeki insanların çoğu Yahudi düşünce kuruluşlarından geliyordu ve bunların çoğu Siyonizm yanlısı Amerikan Yahudileriydi. Clinton, İsrail ile ilgili olarak uluslararası hukuku bile ciddiye almadı (Irak hakkında sürekli olarak çağrıda bulunmasına rağmen). İsrail'e karşı herhangi bir BM yaptırımına bizzat engel oldu ve Filistinlilerin sınır dışı edilmesini ya da işgal altındaki bölgelerin Başbakan Rabin tarafından boşaltılmasını destekledi.
Oslo Anlaşmalarının ortaya çıkardığı tüm bu "barış süreci" genel olarak savaşta bir dönüm noktası olarak görülüyor. Oslo'nun gerçek sonuçları nelerdi?
Filistin Ulusal Yönetimi’nin (FY) kurulması Oslo’nun ilk sonuçlarından biri, ancak kimin çıkarlarına hizmet ettiğini sorgulamak gerekiyor. Gerçekte, bir işgal gücünün sağlaması gereken asayişi sağlayan FY sayesinde İsrail milyarlarca dolar tasarruf ediyordu. Bir başka faydası ise Filistinlilere yönelik baskının "yer değiştirmesi", kirli işlerin Filistin Yönetimi’ne gördürülmesi oldu.
1993'te Oslo'nun imzalanmasından bu yana ABD ve İsrail, Filistin'i kemirmeye devam ettiler. Oslo, Arapların barış adına toprak alışverişinde bulunmayı kabul ettikleri ölçüde ve Filistin Ulusal Yönetiminin herhangi bir uluslararası meşruiyetin dışında kalan bir anlaşmayı tanıdığı durumda, geçmişten bir kopuşu temsil ediyordu. Fakat İsrail kendisini işgalci olarak tanımayı ve kolonilerinin herhangi birinden çekilmeyi reddetmişti. Direniş düğümü ancak, (örgütü finansal, ideolojik ve meşru bir krizden geçen) Arafat’ın kendi müzakerecilerine verdiği talimatların aksine, İsrail ile koşulsuz müzakere etmeyi aniden kabul ettiğinde çözüldü. Stratejisinin başarısı herhangi bir uzlaşmayı reddetmesinden geliyordu.
- Oslo, Filistin halkının diplomatik olarak felce girmesi anlamına geliyordu; İsrail'in Filistin işgalini uzatmasına ve derinleştirmesine hizmet etti. Oslo'dan bu yana, önceki dönemlere göre daha fazla yeni İsrail yerleşimi inşa edildi. Filistinliler, yalnızca İsrailliler için ayrılmış ve Filistin toplumunu bir dizi konfetiye dönüştüren baypas yollarıyla bu yerleşimlerin inşasına pasif bir şekilde tanık olmak zorunda kaldılar. Dünya, ABD medyası ve İsrail propagandası tarafından "barış süreci" olarak adlandırılan diplomatik bir şova tanık olurken, Oslo bu işgallere kılıf oldu.
Üstelik sürgündeki milyonlarca Filistinli için Oslo, mültecilerin geri dönüş hakkının asla tanınmayacağı, yetersiz tazminatın kendisinden sorumlu olan İsrail tarafından değil, Avrupa ve zengin Arap ülkeleri tarafından ödeneceği anlamına geliyordu. İsrail’de yaşayan Filistinliler içinse Oslo, ikinci sınıf vatandaş statülerini sonsuza dek kabul etmeleri gerektiği anlamına geliyor.
Filistin ulusunu üç bileşeniyle (işgal altındakiler, sürgündeki veya İsrail içinde yaşayanlar) yeniden inşa etme hayali, Oslo tarafından paramparça edildi.
Her nerede olurlarsa olsunlar, Filistinliler için Oslo, BM tarafından uluslararası alanda tanınan haklarından vazgeçmek anlamına geliyordu. Oslo’nun sonucu olarak Filistinliler Filistin’de hak sahibi oldukları konusunda İsraillileri sürekli ikna etmek zorunda kaldılar! Modern zamanların en saf siyasî hatalarından biri yüzünden, bölgenin en etkili askerî gücü ve acımasız düşmanlara karşısında bu tertibin ölümcül sonuçları oldu!
Filistin halkı, ABD'nin diplomasisiyle çatışmasından nasıl bir ders çıkarabilir?
1967'den itibaren Filistin'in kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi diplomatik, siyasî ve paramiliter güç (ç.n Yardımcı asker; devlet tarafından desteklenen silahlı siviller) olmak üzere üç şekilde gerçekleşti. Başlangıçta, Filistin genelinde Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar arasında eşitliğin hâkim olacağı demokratik bir devlet kurma reçetesi olarak tanımlanan bir silahlı mücadeleydi. Oldukça kısa süren bu dönem, Arap ülkeleri ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında yazılı olmayan bir anlaşmayla 70'lerin sonunda nihayete erdi; o andan itibaren FKÖ ses tonunu alçalttı, silahlı mücadeleden vazgeçti ve Batı Şeria ile Gazze'de bir küçük devlet elde etmek için Arap ülkeleriyle ortaklaşa diplomatik bir taarruza girişti.
Bu diplomatik mücadele 1973'ten günümüze kadar devam etmiştir. Fakat FKÖ; 70, 80 ve hatta 90'lı yıllarda bu cephede yoğunlaşırken işgal altındaki topraklarda bir iç mücadele gelişiyordu. Filistin ulusal cephesi formu atında, sivil ve siyasî toplumun liderliğinde şiddet içermeyen bir mücadeleydi bu. Vergi ödemeyi reddetme, protestolar, boykotlar gibi teknikler yalnızca işgali gayrimeşru ilan etmek için değil, onu işlevsiz kılmak için de kullanıldı. İsrailli işgalci yetkililer, bu mücadelenin birçok liderini ve aktivistini ya hapse attı ya da ülkeden sınır dışı etti.
Filistin mücadelesinin şu hâlde rekabet halindeki iki farklı damarından söz edebiliriz: biri sözde diplomatik yöntemler kullanan dış iktidar FKÖ, diğeri ise işgali ortadan kaldırmak için yapısal değişiklikler yaratmaya çalışan bir taban hareketi, toplumsal bir itiraz.
FKÖ güçleri ve teşkilatı, 1982'de Lübnan'dan ihraç edilip Tunus'a ve Arap dünyasının başka yerlerine taşındığında, iç mücadelenin dozu arttı ve bu da 1987 ayaklanmasını doğurdu: Şiddet içermeyen direnişi daha üst bir seviyeye taşıyan ve İsrail askerî-siyasî düzenine ciddi bir meydan okuma başlatan İntifada’yı. İsrail bir yandan direnişe liderlik eden yerel siyasî komiteleri dağıtmak, diğer yandan da FKÖ’nü Filistin’e davet etmek suretiyle tepki gösterdi. FKÖ müzakere ortağı olarak görülüp kabul edilmek için yalvarıyor, kriz halinde debeleniyordu.
FKÖ, tıpkı yirmi yıl önce, iki devletli bir çözüm üzerinde gülünç bir müzakereye girmeye nasıl kolayca ikna olduysa, Oslo sürecini başlatmak için de kolaylıkla ikna edildi. Artık İsrail'in amacı, işgal altındaki topraklarda mücadele eden sivil-politik toplumu marjinalleştirmekti. O süreçten itibaren Oslo'ya giden yol tuzaklarla kaplandı.
Oslo, sivil toplumu ve taban mücadelesini dağıtmayı başardı ve onun yerine, kendisine düşecek kırıntılar için savaşan vatansız bir devlet aygıtı bıraktı.
Size göre, Oslo'dan alınması gereken ders, diplomasinin tabanın mücadelesine dayanması ve onu dizginlemeye çalışmaması yahut onun yerini alma iddiasında bulunmaması mıdır?
Evet, bu çok açık bir neticedir. Sivil toplumun parçalanması, savaşın iki devlet ve -biri sözde asil, diğeri terörist çetesi olarak lanse edilen- iki ordu arasında olduğu izlenimi yaratılmasına yol açmıştır.
Tüm bu "barış" süreci, 2000 yılında Camp David toplantısıyla sona erdi. İsrail Başbakanı Ehud Barak'ın Arafat tarafından reddedilen "cömert teklif"i medya tarafından bir imaj olarak muhafaza edildi. Ayrıca Clinton onu müzakerenin başarısız olmasından mesul tuttu.
Bu büyük bir yalan. Sözde "cömert teklif", yasadışı yerleşimler ve çevre yolları tarafından bölünmüş dört ayrı yerleşim bölgesi önermekten ibaretti. Böylelikle yaşanabilir, bağımsız ve yek pare gerçek bir Filistin devleti kurmak imkânsız hale gelirdi. Clinton, İsrail'in Batı Şeria'nın %9'unu ilhak etmesi ve karşılığında 1967'de işgal ettiği Batı Şeria'nın %1'ini iade etmesi yönünde bir anlaşma önerdi. Bu teklif ayrıca Ölü Denizi, Ürdün vadisini ve İsrailli yerleşim yerlerini de dışarıda bırakıyordu. Kudüs'e gelince, topraklarının yalnızca %15'i Filistin'in "idari kontrolü" altına alınacaktı. İsrail "müzakere sürerken" bile Filistin topraklarındaki yasadışı yerleşimlerini genişletmeye devam etti ve Arafat, bu saçma sapan sözde imtiyazlar karşılığında topraklarından sürülen Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkından (çoktan) vazgeçmişti.
Fransız gazeteci Charles Enderlin (France 2 Kanalı) müzakerenin başkahramanlarını filme almayı başardı, hatta 2001'in sonundan önce hiçbir şey açıklamamak şartıyla notlarına bile erişebildi. Le Reve brise (Hayal Kırıkları) adlı belgeselinde, Arafat ile doğrudan pazarlık etmeyi, hatta onunla yalnız başına görüşmeyi reddeden Barak’ın küçümser tavrına tanık olduk.
Tıpkı Enderlin gibi, Clinton'un danışmanı Robert Malley de daha sonra müzakere etmeyi reddedenin Barak olduğunu doğruladı. Ayrıca Camp David'den hemen sonra, Arafat’ın cömertliğini yansıtan çok büyük bir teklifi reddettiği de biliniyor: "1967'de ilhak edilen belirli bölgeleri kapsayan ve yerleşimcilerinin çok büyük bir çoğunluğunu oluşturan bir İsrail devleti, tarihteki herhangi bir zamandan daha büyük bir Yahudi Kudüs'ü, İsrail'in Yahudiler ve Araplar arasındaki demografik dengesinin korunması, ABD yönetiminde uluslararası bir güç tarafından güvenliğin garanti altına alınması.”
Genel olarak müzakerelerde ABD, Filistinlilerin Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanan haklarına saygı gösterdi mi?
Asla, hatta çoğu zaman o haklarını kaybetmelerine ön ayak oldular. İsrail'i uluslararası kınama veya uluslararası soruşturmadan korumak için Güvenlik Konseyi'ndeki veto yetkilerini kaç kez (yaklaşık elli) kullanmaları buna küçük bir örnek. Ayrıca Washington, dünyayı dolaşırlarken liderlerini ve diplomatlarını dava açılması ihtimalinden de korudu.
Kısacası Amerika Birleşik Devletleri, Arap-İsrail savaşında çok nadiren tarafsız kalabilmiştir. Aslında, onlar "aynı cephenin muharipleri"dir. Bir "arabulucu", taraflardan bir diğerinin silah tedarikçisi, finansörü ve ana diplomatik desteğiyse "adil" olamaz. İsrail lobisi ABD siyasetine gömülü kaldığı sürece, İsrail "stratejik konum" olarak görüldüğü sürece asla tarafsız olamayacaklardır.
Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:
-Naseer Aruri, The Obstruction of Peace: The U.S., İsrael and the Palestinians (Barışın Engellenmesi: ABD, İsrail ve Filistinliler), Common Courage Press, 1995.
-Naseer Aruri, Dishonest Broker: The U.S Role in İsrael and Palestine, South End Press (Dürüst Olmayan Komisyoncu: İsrail ve Filistin'de ABD'nin Rolü), Cambridge (Massachussetts), 2003.
-Edward W. Said, İsrael Palestine: l'egalite ou rien (İsrail Filistin: eşitlik ya da hiç), La Fabrique, Paris, 1999.
-Marwan Bishara, Palestine-İsrael: la paix ou l'apartheid (Filistin-İsrail: Barış ya da Apartheid), La Decouverte, Paris, 2002.