Arapların suskun çocuğu: Ürdün
Ortadoğu'nun küçük, ama stratejik açıdan önemli ülkelerinden Ürdün'ün serencamı...
Arapların bazı makul istekleri Osmanlı Devleti tarafından reddedilmiştir. Savaş için hazırlanmış olan askerler, Araplara ve İslâm’a hizmet dışında bir maksatla canlarını feda etmek istememektedir. Mekke Şerifi tarafından ileri sürülen şartlar yerine getirilmediği takdirde Arap ve Türk milletleri arasındaki her türlü bağın koparılacağını söylemek bile zaiddir. Ayrıca bu mektup elinize ulaştıktan sonraki yirmi dört saat içinde, iki millet arasında savaş ilân edilmiş sayılacaktır.
10 Haziran 1916’da Hicaz Emiri Şerif Hüseyin önderliğinde başlayan Arap Ayaklanması’ndan bir gün önce Cemal Paşa’ya çekilen bu telgraf, milliyetçilik akımından nasibini alan bir başka Osmanlı toprağının daha kopuşunun habercisiydi. Zayıflayan devlet otoritesiyle birlikte bozulan asayiş, toplumsal düzen ve artan isyanları takiben I. Dünya Savaşı’na da girmesi sonucu Osmanlı, merkezden uzak topraklarda gücünü bir hayli yitirmişti. O dönemde, dünyanın dört bir yanında sömürgeci faaliyetlerle yayılmacı bir politika izleyen İngiltere ise bu fırsatı kaçırmayarak Arap Yarımadası’nda kendisine bir müttefik aramaya başlamıştı. Birçok güçlü aileyi ve kabileyi içinde barındıran bu bölgede ilk göze çarpan seçenek Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelen ve 10’uncu yüzyıldan itibaren Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran Haşimi ailesiydi. 1915’te Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz diplomat Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında gerçekleşen, İngilizlerin bir Arap ayaklanması ihtimalinde sunacağı desteğe ve sonrasında kurulacak Büyük Arap Devleti’nin sınırlarına ilişkin mektuplaşmalarla başlayan girişimler, bir sene sonrasında çıkan isyanla meyvesini verdi. Başarıya ulaşan isyan sonrasında sahne Haşimi ailesinindi. Hayalleri süsleyen Büyük Arap Devleti için harekete geçilmiş ve Prens Faysal Suriye Kralı ilân edilmişti ancak Şerif Hüseyin ve oğullarına ilk engel Fransa’dan geldi. Savaş sırasında hem Fransızlara hem de Araplara vaat edilen Suriye topraklarında iki taraf da hak iddia ediyordu. Her ne kadar 8 Mart 1920’de Suriye Krallığı kurulmuş olsa da nisan ayında gerçekleşen San Remo Konferansı’nda bu topraklar Fransa’ya verildi. Faysal’dan ise başına getirildiği Irak Krallığı ile yetinmesi istendi.
Bu sırada Şeria Nehri’nin doğusundaki çöllerle kaplı alanda yaşayan bedevi kabileler otorite boşluğundan faydalanarak eşkıyalık faaliyetlerini arttırmış ve kuzeydeki Fransız hâkimiyetini tehdit eder hale gelmişti. Bölgedeki asayişi sağlamak isteyen İngiltere; çözümü, kendi mandası altında, ayaklanmadan önce ve sonra yaptıklarıyla rüştünü ispatlayan Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah’ın başında olacağı küçük bir devlet kurmakta buldu. Böylece İngiltere hem daha az güç harcayarak asayişi sağlayabilecek hem de Ortadoğu’da kendine sadık bir müttefik edinecekti. Kendisini hiç hesapta olmayan bir emirliğin başında bulan Abdullah ise eline geçen bu fırsatı iyi değerlendirerek daha geniş topraklara hükmetmenin hayalini kuruyordu. Kendi ifadesiyle Arap Yarımadası’nı vatan olarak görmek istiyor, Arapların kendi devletini kurup yönetebilecek liyakatte ve güçte olduğuna inanıyordu.
Abdullah hırslı ve zeki bir insandı. Gerçekleştirmeyi arzuladığı amacına giden yolda önüne çıkacak engelleri biliyor, bunlara takılmamak adına ürettiği çözümleri ise bir Arap liderden çok pragmatist bir siyasetçi kimliğiyle ortaya koyuyordu. Bu bakış açısı nedeniyle ülkesinin ayakta kalması adına Yahudilerle iş birliği yapmaktan çekinmeyen Abdullah, daha İsrail kurulmadan Siyonist yöneticilerle görüşmelere başlamış ve Filistin topraklarında yaşayan Arap halkını emirliğine dahil etmenin hesaplarını yapmıştı. Abdullah İngiltere’nin ve dolayısıyla da Siyonizm’in gücünün farkındaydı. Eğer onların hesabına uymayacak şekilde hareket ederse şimdiye kadar ona tanınan gücün elinden bir çırpıda alınabileceğini biliyor, adımlarını buna göre atıyor, kendisine verilen sadık müttefiklik rolünü gayet iyi oynuyordu. Aslında bir bakıma bu rolü oynamaya muhtaçtı çünkü devletin dış yardımlar haricinde elle tutulur bir geliri yoktu. Bu yüzden Abdullah için Siyonistler Filistin topraklarını işgal eden bir düşman değil ona daha çok toprağın kapılarını açan bir dosttu. Kral Abdullah bu fikrî zeminde yürüttüğü siyasetinde Siyonistlerle birçok kez görüşmüşse de iki tarafın birbirine tamamıyla zıt istekleri neticesinde bir anlaşmaya varılamadı.
Yapılan bu gizli görüşmelerin duyulması, zaten İngiltere’ye yakınlığı ve kişisel hırsları sebebiyle mesafeli yaklaşılan Kral Abdullah’ın Araplar nazarında iyice gözden düşmesine, ilerleyen zamanlarda “İngiltere’nin adamı” olarak yaftalanmasına sebep oldu.
Buna rağmen Abdullah müttefiki olduğu bloktan ayrılmayı düşünmemiş aksine II. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’ya sıçradığı sıralarda İngiltere’yle yaptığı iş birliği karşılığında 22 Mart 1946’da devletinin bağımsızlığını kazanmıştı. Böylece bir zamanlar Hicaz, Suriye ve Irak’ta hüküm sürmüş Haşimi ailesinin son kalesi olarak varlığını günümüze kadar devam ettiren Ürdün bugünkü devlet şeklini almış oldu.
Bağımsızlığın kazanılmasından iki yıl sonra, 14 Mayıs 1948’de İngiltere’nin Filistin mandasını sonlandırmasının hemen ardından cereyan eden I. Arap İsrail Savaşı’nda Kral Abdullah’ın ordusu Arap Lejyonu; savaşa katılan diğer Arap devletler Mısır, Suudi Arabistan, Suriye ve Irak’ın ordusundan daha gelişmiş ve daha düzenliydi. Bu sebeple Arap Lejyonu’na, yeni kurulmuş İsrail Devleti karşısında tereddütsüz bir güven besleniyordu. Ancak savaş esnasında Arap Lejyonu’nun İsrail ordusunu doğrudan hedef almaması ve ordularını bir noktada durdurması Araplar için bardağı taşıran son damla olmuştu.
- Artık Abdullah, Arap halklarının nefretini üzerine çekmiş bir liderdi. Nitekim bu nefret 20 Temmuz 1951 günü Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın güney kısmındaki Kıble Mescidi’nde Abdullah’ın bir Filistinli genç tarafından vurularak öldürülmesiyle kendini açıkça gösterecekti.
'Yabancı bir devletin ve kendine taht arayan bir prensin çıkarlarını korumak adına oluşturulmuş' bu sunî devlet, günümüzde kuruluşunun birinci asrını doldururken Ortadoğu ülkeleri arasında en güvenli ve istikrarlılarından olması yönüyle göze çarpıyor.
Meşrutî monarşiyle yönetilen ve kralın geniş yetkilere sahip olduğu Ürdün’de halk son zamanlarda özellikle ekonomi ve sağlık alanlardaki krizlerin yol açtığı memnuniyetsizlik sebebiyle protestolar düzenleyerek hükümetin istifasını istese de bu gösteriler, Kral II. Abdullah’a karşı hususî bir tavır taşımıyor. Nitekim Kral da halkın isteklerine karşılık vermek suretiyle katı bir yönetim sergilemekten kaçınıyor ve buna mahal verecek bir ortamdan uzak durmak için gerekli önlemleri alıyor. Bununla birlikte topraklarının %75’ini kaplayan çöllere, sınırlı yer altı kaynaklarına ve tarım arazilerine sahip Ürdün, tıpkı ilk kurulduğu dönemlerde olduğu gibi günümüzde de dışa bağımlı bir ekonomik yapıya sahip durumda. Ülkede var olan yoğun mülteci nüfusu, gelişmemiş sanayi, artan işsizlik ve genç nüfusu düşündüğümüzde bir asırdır süren bu sorunun ne yazık ki ilerleyen süreçte de devam edeceğini söyleyebiliriz.
Her ne kadar kırılgan bir ekonomiye sahip olsa da Ürdün, cereyan eden savaşlar sebebiyle Filistin, Irak ve Suriye’den göç eden insanlara kapılarını açmaktan geri durmamış. Nitekim bu gruplar içindeki Filistinliler, Yahudi sorununun silahlı hareketler yoluyla kendini göstermeye başladığı yıllardan itibaren sürdürdükleri göçlerle, günümüzdeki 10 milyonluk Ürdün nüfusunun yarısından fazlasına tekabül edecek nüfusa sahip olarak ülkenin sanattan siyasete, kültürden dış politikaya her alanında ciddi etkiye sahip olmuşlardır. Bunun bir sonucu olarak Ürdün Filistinliler için adeta bir alternatif vatan haline gelmiştir. 1970’lerin başlarında daha çok sağcı İsrailli siyasîlerin gündemde tutmayı arzuladığı alternatif vatan söylemi; dönemin Ürdün Kralı Hüseyin b. Talal tarafından ciddiye alınarak tahtına yönelik bir tehdit olarak algılanmış, bu sebeple kralı ülke içindeki gücünü tedricen artıran Filistinli örgütlere karşı tavır alma hatta ve hatta bu örgütleri ülkeden çıkarabilmek adına onlarla savaşma yoluna sevk etmiştir.
1970 yılının Eylül ayında gerçekleşen ve çoğu Filistinli olmak üzere sekiz bin insanın hayatını kaybetmesine sebep olan Kara Eylül Olayları, Kral Hüseyin’in istediği gibi Filistinli örgütlerin ülkeden çıkışıyla sonuçlanmıştır.
Her ne kadar örgütler ülkeden çıkmış olsa da o topraklarda yaşayan milyonlarca Filistinli sayesinde Ürdün, İsrail-Filistin arasındaki süregelen gerilimlerden en çok etkilenen ülkelerden olmuştur. Bununla birlikte halihazırda Ürdün’ün Doğu Kudüs’teki İslâmî ve Hristiyan mabetler üzerindeki özel muhafızlık rolünü de dikkate aldığımızda bir asrı aşkın süredir önemini ve gerilimini koruyan Filistin topraklarındaki hakimiyet mücadelesi devam ettiği müddetçe Ürdün de hem coğrafî hem siyasî hem de kültürel özelliklerinin gerektirdiği üzere nevi şahsına münhasır önemini korumaya devam edecektir.