Ali Yakup Cenkçiler

​Ali Yakup Cenkçiler.
​Ali Yakup Cenkçiler.

Ali Yakup Hoca Efendi, “Osmanlı olmasaydı, İşkodralı Katolikler olarak yaşayıp öylece ölecektik” diyordu. Hayatı boyunca her Türk’e o fetihçilerin torunu olarak baktı. “Osmanlıya olan borcumu hiçbir zaman ödeyemem” derdi.

Ali Yakup Efendi, Türk denince İslâm’ın akla geldiği, Müslümanlar için Türk kelimesinin kullanıldığı bir coğrafyada ve zaman diliminde dünyaya geldi. O bunu biraz da gülerek anlatıyor:

Son dönem din âlimlerinden doğumlu Ali Yakup Cenkçiler Ezher Üniversitesi’nde öğrenimini tamamlamış; bu sırada eski şeyhülislâmlardan Mustafa Sabri, Zâhid Kevserî ve Yozgatlı İhsan Efendi gibi ünlü Türk âlimlerinin özel ders ve sohbetlerinden de istifade etmişti.
Son dönem din âlimlerinden doğumlu Ali Yakup Cenkçiler Ezher Üniversitesi’nde öğrenimini tamamlamış; bu sırada eski şeyhülislâmlardan Mustafa Sabri, Zâhid Kevserî ve Yozgatlı İhsan Efendi gibi ünlü Türk âlimlerinin özel ders ve sohbetlerinden de istifade etmişti.

“Mesela bir Arnavut Müslümanlığını bildirmek istedi mi "elhamdülillah Türküz" derdi. Hoca kalkar, burada 20 sene tahsil etmiş, vaaz ederken "Türklüğün şartları 33'tür." şeklinde konuşur. "Allah Türklükten ayırmasın. Allah canımızı Türk olarak alsın." der. Adam mesela Müslüman değil, Sırplı. O bile kendisinin Türk olduğunu söyler. Hicazlı bile Türk olarak bilinir. Bizim zamanımızda Müslüman için Türk kelimesi kullanılırdı. Biz yalnız kitap okurken "Dini İslâm'ın şartları 33'tür" derdik. Halk bir kelime Türkçe bilmezdi. Ama "Allah'a şükür Türk'üm" derdi.”

  • Aslında sadece Balkanlar'da değil, çok daha uzak coğrafyalarda, Osmanlı’nın hüküm sürmediği topraklarda bile bir zamanlar Müslüman demek Türk demekti.

Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabının başkahramanı Santiago Nasar aslen bir Arap’tır. Arap olduğu için insanlar onu Türk diye çağırmaktadır. Çevirmen bu ifadeyi tuhaf bulacağımızı anlamış olmalı ki dipnotta “Güney Amerika ülkelerinde Ortadoğu'dan göçen Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır” deme gereği duyar.

Ali Yakup Efendi Kosova vilayetinin Priştine sancağının Gilan kazasındandı. Lakin onun doğduğu yıl olan 1913’te artık oralar Osmanlı toprağı değildi. Sırplar kanlı bir şekilde gelmişti. Priştine’de Arnavutlar ve “Türkler” katliama maruz kalıyordu. I. Dünya Savaşından sonra Yugoslavya’nın parçası olan bu topraklar Müslümanlar için artık yaşanmaz hale gelmişti.

Ali Yakup Hoca Efendi'nin rahle-i tedrisinden binlerce insan geçmişti.
Ali Yakup Hoca Efendi'nin rahle-i tedrisinden binlerce insan geçmişti.

Bu yüzden ilkokulu bir Sırp okulunda okuyan ve daha sonra medreseye devam eden Ali Yakup Efendi yirmili yaşlarına geldiği zaman bir Müslüman olarak kendisine o ülkede bir gelecek göremedi. 1936 yılında Kahire’ye gitmek üzere yola çıktı. Orada son dönem Şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi ve büyük şair-mütefekkir Mehmet Akif Bey vardı.

Ali Yakup Efendi önce Atina’ya gitti. Orada Mısır’a geçebilmek için sefaretten müsaade bekledi. Beklerken birinin tavsiyesiyle Gümülcine’ye geçti. Burada hoca çok iyi karşılandı. Halka vaazlarda bulundu. Gümülcine’ye, Mısır’a gittikten sonra da çağırılacaktı. Müsaadenin gelmesinden sonra gemiyle İskenderiye’ye geçti. Oradan karayoluyla Kahire’ye ulaştı. Yolda onu şok eden, derin üzüntüye sevk eden bir haber aldı. O Mehmet Akif’i görmek için can atıyordu. Ama büyük şair artık Mısır’da değildi, fenası, ruhunu İstanbul’da teslim etmişti.

(Sağdan) Emin Saraç, Ebu Gudde, Ali Yakup Cenkçiler, Esad Coşan ve babası.
(Sağdan) Emin Saraç, Ebu Gudde, Ali Yakup Cenkçiler, Esad Coşan ve babası.

Ali Yakup Hoca Mısır’da yirmi yıl kaldı. Orada Mustafa Sabri Efendi’nin manevi oğlu, yoldaşı, yaveri, yardımcısı oldu. Gündüzleri hep onun evindeydi. Ezher’de tahsil gördü, Üniversite kütüphanesinde uzun yıllar çalıştı. Hayatı kitaplar içinde geçiyordu.

  • Üniversitedeki görevine tramvayla değil yürüyerek giderdi, bunu tramvaya vereceği parayla kitap alabilmek, ayrıca yürürken daha iyi kelime ezberleyebilmek, ders tekrar edebilmek için yapıyordu. Kendisiyle aynı yıllarda Ezher’de bulunan Ali Ulvi Kurucu merhuma böyle söylemişti.

Hoca Mısır'da pek çok dil öğrendi. Ana dili Arnavutçaydı, "Türk olduğu için” zaten Türkçe biliyordu, doğduğu bölgede resmi dil Sırpçaydı. Fransızca, Farsça, İngilizce sonradan öğrendiği dillerdi. Arapçayaolan vukufiyeti çok ileri düzeydeydi. Mısır'da hem Türk hem de Arap birçok mütefekkir, ilim erbabı üstatlarla bir arada bulundu. Orada çok verimli bir 20 yıl geçirdi. Mısır'dayken hiç evlenmedi.

Hoca Efendi, 1957 ile 1959 arasında Mısır'ın Ankara Büyükelçiliği'nde çalıştı.
Hoca Efendi, 1957 ile 1959 arasında Mısır'ın Ankara Büyükelçiliği'nde çalıştı.

Ali Yakup Hoca 1957'de Türkiye'ye gelmeye karar verdi. O Türkiye'yi vatanı olarak görüyordu. Türkiye çok sevdiği, coşkuyla andığı Osmanlı'nın bakiyesiydi. Hocada çok gelişmiş bir vefa duygusu vardı. Ta 500 sene evvel atalarının Osmanlı eliyle, aracılığıyla İslâm’la müşerref olmalarını hiç hatırdan çıkarmıyordu.

“Osmanlı olmasaydı, İşkodralı Katolikler olarak yaşayıp öylece ölecektik” diyordu. Hayatı boyunca her Türk’e o fetihçilerin torunu olarak baktı. “Osmanlıya olan borcumu hiçbir zaman ödeyemem” derdi.

Hoca Efendi 1957 ile 1959 arasında Mısır'ın Ankara Büyükelçiliği'nde çalıştı. Orada 3000 lira gibi dolgun bir maaş alıyordu. Ama buradaki zevk ve sefa ortamı, yapılan işlerin kalitesizliği ve boş vermişliğe katlanması mümkün değildi.

Talebelerinden para almayan âlim, "Ulum-ı Şer'iyye para ile okutulmaz" derdi.
Talebelerinden para almayan âlim, "Ulum-ı Şer'iyye para ile okutulmaz" derdi.

Hiç düşünmeden istifasını verip İstanbul'a gitti. Maişet kaygısı taşımıyordu, rızk Allah'tandı. Zaten dünya lüksleriyle pek alakası, arası yoktu. Mısır'da ilim aşkına 48 saat aç kaldığı, kuru ekmekle iktifa ettiği çok olmuştu. İstanbul'a gelince Hocaya Abdurrahman Gürses Hoca kapısını açtı. 1 yıl kadar onun evinde kaldı. O sırada kendisine akademik camiada iş bakıldı. Sonuçta 6-7 dil biliyordu, çok iyi bir eğitim almıştı.

Ama El Ezher diploması tanınmıyordu o yıllarda. Diploma demek her şey demekti. Kimse onun bir ilim hazinesi olduğu ile ilgilenmiyordu. 247 lira maaşla bir fabrikada muhasebecilik etmeye başladı. Emekli olana dek Fatih'ten Eyüp'teki bu fabrikaya yürüyerek gidip gelecekti.

  • Hoca efendi 1961 yılında evlendi. Evi Fatihteydi. Her sabah evinden soğuk duş alarak çıkar, yaya bir şekilde fabrikanın yolunu tutardı. Hoca açlığa, soğuğa, fakirliğe her şeye şerbetliydi. Onun şu hayatta lezzet aldığı yegâne şey ilim öğrenmek ve öğretmekti.

Dönüş yollarında, akşamları, hafta sonları camilerde Arapça, tefsir, İhya-u Ulumiddin dersleri verdi. Tuba Kız Kur’ân Kursu, İsmailağa, Emir Buhari Camii, Atikali Paşa Camii ders verdiği yerlerden bazılarıydı.

Rahle-i tedrisinden binlerce insan geçti. İhya okumaları zaten dillere destandı. 1983 yılında felç gelene dek ders halkalarına devam etti. Felç geldiği zaman İhya'nın son yapraklarına gelmişti, bitirmek mümkün olmadı.

Hoca Diyanet'in Haseki Eğitim Merkezi'nde de dersler verdi. O bunu Osmanoğullarına hizmet olarak görüyordu. Onlara vefa borcu vardı, biraz olsun ödemeliydi. Bu yüzden buradan aldığı parayı yoksullara dağıtırdı. Zaten “Benden hocalarım hiç para almadılar, Ulum-ı Şer'iyye para ile okutulmaz” da onun sözüydü.

Ali Yakup Hoca Efendi, 21 Mayıs 1988 günü sabaha karşı 2.30'da rahmete kavuştu.
Ali Yakup Hoca Efendi, 21 Mayıs 1988 günü sabaha karşı 2.30'da rahmete kavuştu.

Ali Yakup Hoca'nın hayatında paranın hiç yeri olmadı. Eline pek para geçmedi zaten, ama biraz geçecek olursa hemen dağıtıverirdi. Ömründe eline en fazla para, yaşlılığında bir baba mülkünün satılması sayesinde geçti. Hissesine düşen para sadece 1200 dolardı. Bunda bile büyük bir strese girdi. “Yahu bu kadar parayı ben ne yapacağım” diye. Para hemen talebelere dağıtıldı.

Ali Yakup Hoca Efendi, 21 Mayıs 1988 günü sabaha karşı 2.30'da rahmete kavuştu. Binlerce öğrencisiyle birlikte hoca efendiler, siyasetçiler, edipler, âlimler cenazesine koştu. O gün ikindi namazını müteakip Fatih Camiinde toplanan kalabalık ne kadar önemli bir insanı kaybettiklerinin farkındaydı.