Evren’den kalan son resim: 82 Anayasası
Türkiye'nin siyasi çalkantılar yaşadığı dönemlerde hükümetlerin ilk hedefi Anayasa oluyordu. Süleyman Demirel'den Nihat Erim'e dönemin liderleri Anayasanın sorunlarla dolu olduğunu söylüyordu. Bu durumda faydalanan Kenan Evren, 82 Anayasasını halka nasıl kabul ettirdi?
Bu anayasayla memleket idare edilemez…
Süleyman Demirel, bu sözü meydanlarda 1961 Anayasası için söylemişti. Türkiye’nin sokak olayları, üniversite işgalleri, banka soygunları ve işçi grevleriyle çalkalandığı yıllardı.
Demirel, yaşanan gelişmeler karşısında hükümetin zayıf kalmasını 1961 Anayasasına bağlıyordu. Bu sözden birkaç ay sonra 12 Mart 1971’de Demirel, muhtırayla devrildi.
Askerin isteğiyle CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim partisinden istifa etmiş ve Erim’in liderliğinde yeni bir reform hükümeti kurulmuştu. Bir basın toplantısında anayasayla ilgili sorulan soruya ‘Bu elbise bize bol geliyor’ diyen Erim de anayasa konusuna Süleyman Demirel’le aynı çizgiden bakıyordu.
61 Anayasası 12 Eylül 1980’e kadar yaşanan süreçte siyasetin temel tartışma konularından biri olurken, hükümetlere Başbakanlık eden siyasiler tarafından sık sık eleştirilere maruz kalacaktı.
12 Eylül’le birlikte açılan yeni dönemde 27 Mayıs’tan kalan birçok alışkanlık tasfiye edilirken, bu tasfiyelerin en önemlisi 61 Anayasasının yerine halkoyuna sunulan 82 Anayasasıydı.
- 7 Kasım 1982’de halk oyuna sunulan Anayasa %91 gibi yüksek bir oyla kabul edildi.
Peki yıllardır her kesimin üzerinde ittifak ettiği bir şekilde kötülenen 82 Anayasası hangi koşullarda ortaya çıkmıştı?
İşte Türkiye’yi 7 Kasım 1982’de sandığa götüren 22 yıllık sürecin kısa hikayesi…
Darbeden devrim çıkaran anayasa
27 Mayıs 1960 sabahı yönetime el koyan cuntanın üyelerinin akıllarında tek bir soru vardı.
Demokrat Parti devrilmiş, yöneticileri tek tek tutuklanmıştı. Ancak yıllardır ihtilal planları yapan askerler ihtilalden sonra ne yapacaklarını hiç konuşmamışlardı. Askerler kara kara ne yapacaklarını düşünürken cuntanın lideri Cemal Madanoğlu’nun aklına bir fikir geldi. Madanoğlu, üniversiteden profesörleri Ankara’ya getirecek ve darbe sonrası ne yapılması gerektiğini onlara danışacaktı. Ancak bir problem vardı.
Madanoğlu hangi profesörlerle çalışılması gerektiğini bilmiyordu. Hemen bir asker çağırarak yakın dostu Hikmet Keriman’ın Harbiye’ye getirilmesini emretti. Hikmet Keriman’dan, bildiği profesörlerin isimlerini alt alta kağıda yazmasını isteyen Madanoğlu, yeni dönemin hukukunu belirleyecek isimleri böyle seçmişti. Hazırlanan liste askerlere teslim edildi ve listede ismi yazan isimlerin Ankara’ya getirilmesi emredildi.
İstanbul’dan alınan yedi hukuk profesörü, askeri uçağa bindirilerek Ankara’ya getirildi. Bu isimler yeni dönemin en önemli işini yapmak üzere yola çıkmıştı.
Yedi kişilik liste bugün hala Türkiye’deki hukuk fakültelerinde ders kitapları okutulan önemli profesörlerden oluşuyordu…
1. Sıddık Sami Onar
2. Tarık Zafer Tunaya
3. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
4. Nail Kubalı
5. Ragıp Sarıca
6. Naci Şensoy
7. İsmet Giritli
Genelkurmay’a getirilen profesörler toplantı salonuna geçti. Kısa süre sonra salona giren Cemal Madanoğlu toplantıyı şöyle anlatacaktı;
- ‘Dedim sayın hocalar biz bir iştir yaptık. Ağzımdan böyle çıktı. Bunlar hemen bağırdılar. Siz vatan kurtaran aslansınız, şöyle yaptınız böyle yaptınız falan. Dedim şimdi edebiyatın sırası değil, bu sonra. Şimdi beni dinleyin, ben şöyle düşünüyorum. Siz dedim, profesörler heyeti, Yargıtay, Danıştay, Askeri Şura hepinizi Millet Meclisinde toplayalım. Kurucu Meclissiniz diyelim. İçeriye sokalım, müddet yarın saat 12’ye kadar hükümetinizi ilan edin Kurucu Meclis olarak ben askeri çekeyim. Sıddık Sami Onar ayağa kalktı. Dedi ki efendim, biz aramızda görüştük, düşündük taşındık. Bu iş sizin dediğiniz gibi değil, şöyle olması lazım. Siz yasama yetkisiyle donatılmış bir ihtilal komitesi kurmalısınız. Devlet reisi de sizden, hükümet başkanı da sizden.’
Profesörler cuntacılardan cevval çıkmıştı. Bir an önce kışlaya dönmeyi planlayan askerin gidişine mani olmak için Madanoğlu ikna edildi ve darbede kilit rol oynamış isimlerden Milli Birlik Komitesi kuruldu. Hemen ardından yeni hükümet ve Cemal Gürsel’in devlet başkanlığı ilan edildi.
İstanbul’dan gelen profesörler ise yeni anayasa çalışmalarına başladı. Tabi tüm bunlar olurken Demokrat Partililere ne olacağı sorusu da akılları kurcalıyordu. Darbenin ilk günlerinde yargılama taraftarı olmayan Madanoğlu, Harbiye’deki doluluktan dolayı birçok Demokrat Partiliyi de başlangıçta salıvermişti. Bayar, Menderes ve arkadaşları içinse ilk etapta yurt dışına sürgün formülü üstünde durulmuştu. Bu esnada devreye giren profesörler Madanoğlu’na çıkarak Demokratların akıbetiyle ilgili yeni bir formül ortaya attı.
Madanoğlu, profesörlerle arasında geçen görüşmeyi de şöyle anlatıyordu;
- ‘Sıddık Sami Onar dedi ki şimdi efendim bu Demokrat mebusların hepsi anayasa suçlusu, hepsi idam kaçağı. Bunları Gürsel paşa salıvermiş nasıl olur? Ben hemen anladım. Onları Gürsel’in değil, benim salıverdiğimi herkes biliyor. Bir gün geçmiş. Komitacılarla profesörler konuşmuşlar, profesörler komitacıları azdırmışlar. Benden şimdi bu işten vazgeçmem isteniyor, istenecek yani hissettim.’
Profesörler, Demokratların yargılanmasını istiyorlardı
Bu yargılama yapılmazsa, DP’lilerin darbeyi bastırıp, komiteyi yargılayacağı fikri üzerinde durarak cuntayı ikna etmeyi başardılar. DP’lilerin yargılanma kararındaki kilit isimlerden olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu yıllar sonra o gün alınan kararı şu şekilde savunuyordu;
- ‘Şimdi eğer bunlar mahkeme edilmeyip de bırakılsaydı ne olacaktı? Onu bir düşünün bakalım. O zaman hemen bir punduna getirip, bu zavallıları, demokrasiyi kurtarmak için ihtilal yapanları, hemen yakalayıp Divan-ı Harbe, Örfi İdare’ye göndereceklerdi. Bu halde yine demokrasi kurulacak mıydı?’
Anayasa Komisyonun diğer bir ünlü profesörü Tarık Zafer Tunaya’ya göre de Demokratların yargılanmaları iyi olmuştu. Tunaya, Menderes ve arkadaşlarını idama götüren yargılamalarla ilgili yıllar sonra şu sözleri söyleyerek, kararlarını savundu;
- ‘Yargılanmaları, aslında yargılanmamalarından çok daha iyidir. Yargılanmamada bir hukuk yoktur. Yargılandığı zaman bir insan muhayyel kanunlara göre yargılanır. Bu daha iyidir.’
Ve profesörler bu görüşleriyle tüm cuntayı yargılamalara ikna ederek asıl görevlerine, anayasa hazırlama çalışmalarına geri döndüler. Demokrat Parti, Yassıada’da Anayasayı İhlal Davasından yargılanırken, cunta DP’lilerin ihlal etmekten yargılandığı anayasayı çoktan lağvetmişti.
Profesörlerin cuntacılara desteği bir anda darbeyi devrim atmosferine sokarken, Türkiye’nin daha önce hiç karşılaşmadığı bir anayasa modeli ortaya çıkarıldı.
Sosyal anlamda birçok hak yeni anayasaya girerken, işçilere grev, memurlara sendika kurma ve toplu sözleşme hakkı veriliyordu.
Üniversiteler özerkleştirilmiş, yasamanın aldığı kararların denetlenmesi adına Anayasa Mahkemesi kurulmuştu. Yasama Meclis ve Senato şeklinde ikiye ayrılmış, 27 Mayıs’ı yapan Milli Birlik Komitesi üyeleri ölene kadar daimi üye olarak Senatörlüğe atanarak ödüllendirilmişlerdi. Tabi sosyal haklar genişletilirken, yürütmenin gücü iyice zayıflatılmış ve olası bir Demokrat Parti benzeri iktidarın ilerleyen yıllardaki hükümet etme biçimi anayasal zorunluklarla iyice kısıtlanmıştı. Özellikle Ordu’nun görev tanımı yeniden yapılırken sonraki müdahalelere de kapı aralanmıştı.
9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunulan anayasa %60.4 oranında evet oyuyla geçerken, ciddi bir hayır oyuyla da karşılaştı. Darbecilerin anayasası tüm baskılara rağmen %40’a yakın bir hayır almıştı.
Yeni kurulan partilerden hiçbiri açıkça hayırı savunmazken, 27 Mayıs sonrası yaşananlara halk kendince tepkisini vermişti. İşte böyle bir ortamda kabul edilen anayasa Türkiye’nin 21 yıl boyunca en önemli gündem maddelerinden biri olacaktı.
Anayasa Tartışmaları ve 71 Değişiklikleri
Türkiye’deki hukuk camiasına göre en özgürlükçü anayasa olan 61 Anayasası, bir baskı döneminde meydana gelmiş, halk tarafından sindirilememişti.
1962 ve 63’de iki darbe teşebbüsü atlatılırken, 1965’e kadar ülkede koalisyonlar hüküm sürdü. 1965’de iş başına gelen Demirel hükümeti, 68 sonrası artan sokak olaylarına ve gösterilere karşı zayıf kalmakla suçlanıyordu. 61 Anayasasının özerklik tanıdığı üniversitelerde işgaller olurken, devrimci sol grupların mensubu öğrenciler üniversite yurtlarında saklanıyordu. Her gün artan şiddet ve sosyal çalkantılar sonunda 12 Mart günü verilen muhtırayla Demirel hükümeti istifa etti.
Demirel’in istifası aylardır Ordu içinde kök salan sol cuntaya bağlanmış, devrimci örgütler muhtırayı sevinçle karşılamıştı. Hatta DEVGENÇ gibi sol gruplar Demirel’in gidişinin heyecanıyla 12 Mart’ı destekleyen açıklamalar yapmıştı. Ancak gerçek birkaç gün sonra ortaya çıktı.
- Ordu, buldozer gibi sol grupların üzerinden geçerken, yeni kurulan hükümetlerle birlikte 1971-1973 arasındaki iki yıllık 12 Mart döneminde 61 Anayasasında değişikler yapıldı.
12 Mart döneminde anayasada yapılan en önemli değişiklikler kısaca şöyleydi;
• Bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verildi.
• TRT’nin özerkliği kaldırılırken, üniversitelerin özerkliği zayıflatıldı.
• Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu.
• Devlet memurlarının sendika kurma hakları kaldırıldı.
• Askeri otorite güçlendirildi.
Türkiye, 1973’de yeniden demokrasiye geçiş yaparken, yedi yıl sürecek kaos dönemi başlıyordu.
12 Eylül ve sonrası
12 Mart döneminde anayasada yapılan değişiklikler de siyasileri tam anlamıyla memnun etmedi. Kısa süreliğine duran anarşi 1975 sonrası tekrar gün yüzüne çıkarken, bu sefer sokakta sadece solcular yoktu. Sağ ve sol gruplardan her gün onlarca gencin öldürüldüğü, 12 Mart Döneminin Başbakanı Nihat Erim gibi önemli siyasilerin suikastte uğradığı dönemde hükümet olayların önüne geçemiyordu.
Demirel sık sık anarşistlerin anayasal boşluktan faydalandığını öne sürerken, Türkiye tarihinin en kanlı dönemini yaşadı. İç savaş tehlikesinin ufukta belirdiği dönemde belli başlı illerde sıkıyönetim ilan edildi. Ancak sıkıyönetim de olayların durmasına engel olamıyordu.
Demirel, Genelkurmay Başkanı Evren’e ‘neden olayları durduramıyorsunuz?’ diye sorduğunda Evren, ‘Anayasaya göre askerin güç kullanarak anarşistlere karşı mücadele etmesi zor. Müdahale etmekten korkuyorlar. Bu anayasa askeri suçlu çıkarıyor’ cevabını veriyordu.
Bu atmosferde devam eden günlerin sonunda 12 Eylül 1980 sabaha karşı 4 sularında Ordu yönetime el koydu.
Bu seferki darbe emir komuta zincirinde yapılmış, tüm siyasiler gözetim altında tutulmak üzere askeri tesislere nakledilmişti. Asker tüm yurtta sıkıyönetim ilan ederken artık ülkede tek bir güç vardı; Kenan Evren!
12 Eylül müdahalesi toplumun önemli bir bölümünde sevinçle karşılandı. Can ve mal güvenliği kaybolmuş sıradan insanların gözünde askerin müdahalesiyle birlikte ülkede sükunet sağlanmıştı.
12 Eylül öncesi siyasi faaliyette bulunan yüz binlerce insan gözaltılardan geçerken, hapishaneler dolup taşmıştı.
Ülkedeki güvenliğin tam anlamıyla sağlanması altı ayı buldu. Evren ve arkadaşları için artık geçmiş dönemle hesaplaşma vaktiydi. Sağ-sol gruplarla cezaevlerindeki hesaplaşma yapılırken, askerin gözünde olayların müsebbibi olan 27 Mayıs Anayasasının yerine de yeni bir anayasa yapılmak zorundaydı.
Referandum süreci
Evren’in başında bulunduğu Milli Güvenlik Konseyi tarafından belirlenen isimler tarafından kurulan Danışma Meclisi yeni anayasa için hazırlıklara başladı.
Anayasa Komisyonu Başkanlığına getirilen, Danışma Meclisi’nin İstanbul üyesi Orhan Aldıkaçtı ise anayasanın hazırlanmasındaki kilit isimdi.
Askeri yönetim, hukukçulardan 27 Mayıs Anayasasının tam aksine yürütmeyi kuvvetlendiren ve sosyal hakların daha kısıtlı olduğu bir metin istemişti. Ve 1982 yılının ikinci yarısında taslak ortaya çıktı. Yeni anayasa için referandum tarihi 7 Kasım 1982 olarak belirlendi.
Referandum için kampanya sürecine girilirken hayır propagandası yasaklandı. Yeni anayasaya eklenecek olan geçici 4. Maddeyle birlikte siyasetten yasaklanacak isimlere de konuşma yasağı getirilmişti.
1961 referandumunda hayırı savunanların ‘hayırda hayır vardır’ sloganından ötürü asker tercihleri kabul ve red şeklinde belirlemişti.
Oy pusulalarında kabul beyaz, red ise maviydi. Öyle bir dönem yaşanıyordu ki gazetelerde insanlar mavi bile diyemiyordu. Hatta bu dönemde açıkça hayırı savunamayanlar karikatürlerle maviyi ima ederek propaganda yapmaya çalışıyordu.
Çıktığı yurt gezilerinde anayasaya kefil olan Evren, yeni anayasayı geçmişi tamamen sileceği yönünde savunurken, hayır çıkarsa ülkenin 70’li yıllara döneceğini ima etmekten çekinmiyordu; "Eğer, 12 Eylül öncesine dönmeyi ve o felaketli günleri ve yılları tekrar ve bu sefer belki de daha da feci bir şekilde ve kurtuluş ümitleri kaybedilmiş bir surette yaşamayı istemiyorsak, sandık başında beyaz oy kullanarak, Anayasa'ya kabul diyecek ve böylece Anayasa'yı kabul edeceğiz".
Evren konuşmalarında "Hayır" cephesini eleştirirken 'teröristlerin, dış güçlerle işbirliği yapanların, vatan hainlerinin', "Hayır" kampanyası yürüttüğünü öne sürüyordu.
- Örneğin 29 Ağustos'da Afyon'da halka hitaben yaptığı konuşmada, 'dış güçlerle işbirliği yapanların "Hayır" kampanyası açtığını' belirtiyordu.
30 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetindeki haberde şu ifadeler yer alıyordu:
- "Orgeneral Evren, 'Dış güçlerle işbirliği içinde olanların yeni hazırlanmakta olan Anayasa'nın kabul edilmemesi için bir kampanya içerisine girdiklerini' belirtti ve 'Normal demokratik nizama geçme zamanı vaklaştıkça, eski dönemin hasretini çekenler, vatan hainleri, yönetimi kötülemek için faaliyette bulunuyorlar' dedi.
25 Ekim'deki Rize konuşmasında ise Evren, darbe öncesindeki Fatsa'da yaşananları eleştirirken, bunu savunan yazılardan örnekler veriyor ve ekliyordu:
"Anayasa'ya karşı olanlar, 12 Eylül'e karşı olanlardır dediklerim bunlardır. 'Hayır' biçiminde bayram kartı, kapıların altından bildiri atanlardır. Türkiye aleyhinde yayın yapan Ermeni ASALA örgütüyle işbirliği yapanlar, komünist radyolardan talimat alanlar bunlardır.”
Mavi ve Beyaz’ın savaşı
Kenan Evren, gittiği yerlerde örtülü bir şekilde hayır kampanyası yürütenlere ateş püskürürken, ortaya güldüren diyaloglar da çıkıyordu:
- "Sinsice neler neler söylemiyorlar sevgili vatandaşlarım. Atatürk'ün gözlerinin renginin mavi olup, mavi baktığından tutun da denizin mavi sularında serinleyen, gökyüzünün maviliklerinde huzura kavuşulacağına kadar mavi rengi ima ederek güya parlak buluşları ile 'ret' oyunu telkine yeltenmektedirler."
Evren bir konuşmasında ise maviye şöyle yükleniyordu; ’Gök mavi ama bir işe yaramıyor. Eğer bulut gelirse yağmur yağıyor, bereket getiriyor'.
Tüm bu söylemler ve atmosferin ortasında 7 Kasım 1982 günü sandığa giden halk tercihini yaptı ve %91.4 gibi ezici bir oyla anayasa kabul edildi.
Askeri yönetim tarafından özellikle sandıkta şeffaf zarflar tercih edilmişti. Bu şekilde mavi oylar zarf içinden belli olacak ve kimin hayır verdiği anlaşılacaktı. 1961’de askeri bir darbenin sonucunda yapılan bol özgürlükçü anayasa gitmiş, onun yarattığı ortamın sonucunda doğan yeni bir askeri darbenin sonunda temel hak ve hürriyetleri olabildiğince kısıtlayan 82 anayasası gelmişti.
Bugün 82 anayasasının üzerinde tam bir mutabakat var. Tıpkı 7 Kasım 1982’de sandıktan çıkan sonuçta olduğu gibi. Ancak bu defa tersi yönde.
Peki 12 Eylül anayasasını üzerinden geçen 36 yıla rağmen hala tartışan Türkiye, 27 Mayıs Anayasasıyla ilgili de gerekli tartışmayı yaptı mı? Elbette hayır…