Yinon planı bize ne diyor?
Coğrafyamızın düşmanları boş durmuyor. Habire birtakım jeopolitik planlar yapıyorlar. Haritaların değişeceği çapta vizyonlar ortaya koyuyorlar. Başımıza gelecekleri açık açık yazdıkları halde beyin ameliyatı geçirmiş mefluç hastalar gibi aval aval bakmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bugünlerde başta Gazze katliamı olmak üzere yaşananların ipuçlarını bu metinlerin üzerinden sürebilmek mümkün. O vakit niçin bunlara karşı tedbirler alınamıyor, karşılık verecek planlar üzerine çalışmalar yapılamıyor? Yaşananlar bizi hayretten dehşete, dehşetten utanca, utançtan nefis muhasebesine doğru sürüklerken niçin şu hissiyat sarmalından çıkıp aklımızı kullanarak çözüm yolları üretemiyoruz?
13 Ekim’de IRCICA Araştırma ve Yayınlar Başkanı Prof. Dr. Cengiz Tomar sosyal medya hesabından Milli Eğitim Bakanlığı’nın Orta Asya yerine Türkistan tabirini kullanacağını açıklaması dolayısıyla Ortadoğu yerine “Merkezi İslam Coğrafyası” denilmesi teklifini yaptı. Ortadoğu ve daha öncesinde kullanılan Yakındoğu tabirleri bilindiği gibi İngiliz icadı. Matah bir şeymiş gibi sımsıkı sarıldık bunlara. Tıpkı Rusları bıyık altından güldüren Orta Asya tabirine sarıldığımız gibi.
Bir İngiliz itirafı
İngilizlerin meşhur Britannica Ansiklopedisi 2012 tarihli bir haritasında Ortadoğu tabirini kuzeyde Türkiye, güneyde Sudan, batıda Libya ve doğuda Afganistan ile belirlenmiş bir saha için kullanırken, bir yandan da şöyle bir açıklama yapıyor:
“Bugün Ortadoğu'nun Fas'tan Arap Yarımadası'na ve İran'a kadar uzandığını düşünüyoruz. (Bazı akademisyenler ve şirketler, çalıştıkları bölgeyi daha doğru tanımladığını düşündükleri için MENA-Orta Doğu ve Kuzey Afrika- kısaltmasını kullanıyorlar.) Fas, Tunus ve Cezayir coğrafi olarak bölgeye aykırı görünse de, benzer duyguları, dinleri ve politikaları ile bu bölgenin bir parçası olarak telâkki edilir. Afganistan ve Pakistan gibi diğer ülkeler, teknik olarak bölgeye ait olmasalar da, güncel olaylar nedeniyle sıklıkla Ortadoğu ile birlikte anılırlar.”
2012 tarihli haritadaki netlik nerede, aynı haritanın altına sıralanan cümlelerdeki şu muğlaklık nerede?
Nitekim İngilizler yedikleri haltın gayet şuurunda bir millet. Bu yüzden o muğlaklığın peşinden şöyle bir itiraf geliyor:
“Akılda tutulması gereken mühim bir kültür notu: Bu tabirlerin her ikisi de tamamen Avrupa merkezci. Yani İngilizce konuşan Batılı tarihçiler bölgeye Avrupa'nın konumunu dikkate alarak isim vermiş. Akademi mecrasında son eğilimler temel eğitimi Batılı bakış açısından arındırma cihetinde olduğundan, Ortadoğu terimi biraz eski moda görünebilir. Ancak yeni bir isim kamuoyuna mal olana dek, bölgeyi tanımlamak için Ortadoğu tabirine sarılmak durumundayız.”
Bu da Rus itirafı
Nitekim benzer bir açıklamayı Orta Asya tabirine dair görüyoruz (aslında tabir tam olarak Merkezi Asya olmalıydı ama biz böyle yanlış kullanıyoruz). Rus asıllı Türkistan uzmanı tarihçi Prof. Svetlana Gorshenina “Orta Asya: Tartışmaya açık bir tabir” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“Orta Asya tabiri 1826 yılında J. Klaproth’un Historical Painting of Asia adlı eserinde türetildi, Muraviev ve Khanykov gibi Rus gezginlerin hikayelerinde Karadeniz’den Okhotsk Denizi’ne kadar uzanan sahayı tanımlamak için kullanıldı. Ancak ilk kez anıldığı zamandan beri bu tabir asla açıkça belirlenmiş bir alanı tasvir etmedi. Zamanla Orta Asya’nın coğrafi sınırları, benimsenen yaklaşımlara göre değişti, çeşitli siyasi ve ideolojik durumlara veya araştırmacıların farklı akademik alt yapılarına göre farklılık arzetti.”
Coğrafyaya kendi damganı vurmak
Görüldüğü gibi bize ait coğrafyaları işgal hazırlığına girişen emperyalist zihniyetin ilk yaptığı icraat, yeni bir stratejik okuma yapmak suretiyle jeopolitik gerçekleri ters yüz etmek ve coğrafyaya kendi damgasını vurmak oluyor. Jeopolitik gerçekleri ters yüz ederken aynı zamanda muğlak tabirleri tedavüle sürmek suretiyle sınırları da muğlaklaştırıyor, dolayısıyla istediği zaman istediği şekle rahatça eğip bükebiliyor.
Ve en vahimi, çok kısa zamanda bize ait olanı ortadan kaldırıp, sanki kendisi oranın binlerce yıllık sahibiymiş gibi davranıyor. Üstelik bizim de öyle davranmamızı, bize ait olanda hak iddia etmememizi istiyor. Bunun yakın tarihte o kadar çok örneği var ki, mesela en az bilinenden yola çıkalım.
Koca bir vatanı kaybettik farkında mıyız?
Ukrayna’nın büyük şehirlerinden Odessa’yı hepimiz biliriz. Peki, Odessa’nın sadece 200 yıllık bir Slav şehri olduğunu, öncesinde yüz yıllar boyunca Türk toprağı olduğunu ve asıl isminin Hacıbey olduğunu biliyor muyuz? Sahi, Odessa’dan Azak denizindeki Mariupol’a dek uzanan topraklara niçin “Yeni Rusya” denildiğini hiç duyduk mu? Çünkü buralar tarih boyunca Türk toprakları oldu. Ukrayna’nın güneyi ve Kırım bizim vatanımızdı. Rusya burayı işgal eder etmez Türk nüfusu büyük bir tehcir ve ölüm girdabına savurdu. Bölge büyük oranda Türklerden temizlenince Odessa ve Mariupol gibi yeni şehirler kurup Rusya’nın dört bir yanından işgalci nüfusu buraya taşıdılar. Bugün hiçbirimiz buraların aslında bizim topraklarımız olduğunu hatırlamıyor. Anadolu’dan çok daha önce bizim olan koca bir vatanı kaybettik ve bunun farkında bile değiliz.
Ortadoğu ucubesi yerine “Müslüman Doğu”
Jeopolitik okumalar bağlamında körüz, bunu kabul edelim. SSCB yıkılana dek Türkistan Türkleri bu ülkede doğru düzgün biliniyor muydu? Okullarda çocuklarımıza okutuluyor muydu? Hadi en azından şimdi okullarda Orta Asya ucubesini değil Türkistan tabirini kullanacağız? Peki, Ortadoğu ucubesi için “Müslüman Doğu” tabirini ne zaman ihya edeceğiz?
Cengiz Tomar hocanın “Merkezi İslam Coğrafyası” tabiri elbette güzel ama dile sıklet veriyor. Ve bilindiği üzere dile sıklet veren tabirler maalesef tutunamıyor. Burası Müslüman Doğu, çünkü Araplar da bu coğrafyanın kısm-ı azamisine zaten El Maşrık-ul Arabi, yani Doğu Arap Bölgesi, Arap Doğusu diyorlar. Türkiye ve İran’ı da eklersek Arap Doğusu olmaktan çıkıyor ve Müslüman Doğu tabiri cuk oturuyor. Buna mukabil Kuzey Afrika tabiri olduğu gibi kalabilir zira bu bölgede sadece Arap devletleri var, El Mağrib-ul Arabi tabiri uygun düşüyor. Dolayısıyla Müslüman Batı denilmesine gerek kalmıyor.
Jeopolitik vizyon
Kendimize dair bir jeopolitik vizyonu da ayrıca koymak durumundayız. Mesela coğrafyamızın 50 yıl öncesi nasıldı, bugünü nasıl ve 50 yıl sonrası nasıl olacak? Türkiye’nin Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan, Suriye, Irak ve İran ile ciddi sorunları var. Bütün bunlara dair bir vizyon ortaya konuldu mu acaba?
Coğrafyamızda 1948 yılından bu yana habis bir ur gibi bünyemizi zehirleyen siyonist işgal devleti gerçeği mevcut. Buna dair Türkiye dahil Müslüman Doğu’daki hangi devletin 10 yıllık, 30 yıllık, 50 yıllık bir vizyonu var, merak ediyoruz gerçekten. Var mı böyle bir vizyon? Bir zamanlar bir yerlerde yayınlandı da acaba biz mi ıskaladık?
Oysa coğrafyamızın düşmanları boş durmuyor. Habire birtakım jeopolitik planlar yapıyorlar. Haritaların değişeceği çapta vizyonlar ortaya koyuyorlar. Başımıza gelecekleri açık açık yazdıkları halde beyin ameliyatı geçirmiş mefluç hastalar gibi aval aval bakmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bugünlerde başta Gazze katliamı olmak üzere yaşananların ipuçlarını bu metinlerin üzerinden sürebilmek mümkün. O vakit niçin bunlara karşı tedbirler alınamıyor, karşılık verecek planlar üzerine çalışmalar yapılamıyor? Yaşananlar bizi hayretten dehşete, dehşetten utanca, utançtan nefis muhasebesine doğru sürüklerken niçin şu hissiyat sarmalından çıkıp aklımızı kullanarak çözüm yolları üretemiyoruz?
Coğrafyanın teröristi plan yapmış
Coğrafyanın azılı teröristi bir plan yapmış ve bunu da öyle gizli saklı yapmaya bile gerek duymadan yayınlamış. Dünya siyonist örgütü tanıtım departmanı tarafından yayınlanan İbranice Kivunim (Yönler) dergisinin Şubat 1982 tarihli sayısında Oded Yinon imzasıyla çıkan “1980’lerde israil için bir strateji” başlıklı yazı, Müslüman Doğu’da bizzat tecrübe ettiklerimiz ile paralelliği açısından hayli dikkat çekiyor. 42 yıl öncesine ait jeopolitik okumaların bir stratejik plan suretinde nasıl ete kemiğe büründüğünü bu süreç zarfında yaşananlar gayet net bir şekilde ortaya koyuyor.
Oded Yinon kim? Üniversite eğitimini ilk önce ABD sonra işgal devletinde tamamlamış. Askerliğini işgal ordusunda istihbaratçı olarak yapmış. Yüksek lisans tezini tam da bir istihbaratçı yönelimiyle Mısır’ın hızlı nüfus artışı üzerine yazmış. Enformasyon, dışişleri ve başbakanlık dahil kabine bünyesinde danışmanlık görevi üstlenmiş. Ariel Şaron’un istişare ettiği isimlerden biri olmuş. Bu arada Jerusalem Post başta olmak üzere birçok gazeteye ve uluslararası dergilere Müslüman Doğu hakkında yazılar kaleme almış. Sözün özü, israil işgal devletinin Müslüman Doğu’ya dönük politikalarına tesir etmiş biri. Bu nedenle ortaya koyduğu planı sıradan bir gazeteci yahut akademisyenin çalışması olarak göremeyiz. İşgal devletinin tepesindeki makamlara sahadan bilgiler veren, politika belirleyen bir istihbaratçı var karşımızda.
Arap dünyası üzerine tespitler
Soğuk savaş dönemine ait bir metin olarak öncelikle iki kutuplu dünya üzerine analizler yaparak geçilen bir girizgâhtan sonra, Arap dünyası üzerine şu tespitlerle başlıyor Yinon.
“Müslüman Arap dünyası, büyüyen askeri gücü nedeniyle israile karşı ana tehdidi oluşturmasına rağmen, 1980’li yıllarda karşılaşacağımız en büyük stratejik sorun bu değil. Etnik azınlıkları, bünyesindeki fraksiyonları ve iç krizleriyle bu dünya, Lübnan'da, Arap olmayan İran'da ve şimdi de Suriye'de gördüğümüz gibi şaşırtıcı derecede kendini yok eden bir dünyadır. Temel sorunlarının başarılı bir şekilde üstesinden gelemiyor ve bu nedenle uzun vadede israil devleti için gerçek bir tehdit oluşturmuyor.”
“Müslüman Arap Dünyası, iskambil kağıtlarında yapılmış geçici bir ev gibi yabancılar (1920'lerde Fransa ve İngiltere) tarafından inşa edilmiş ve sakinlerinin istek ve arzuları dikkate alınmamıştır. Keyfi olarak, hepsi birbirine düşman azınlıkların ve etnik grupların kombinasyonlarından oluşan 19 devlete bölünmüştür. Bu yüzden günümüzdeki her Müslüman Arap devleti kendi içinden etnik sosyal yıkımla karşı karşıyadır ve bazılarında halihazırda bir iç savaş yaşanmaktadır.”
Mağrip ne vaziyette?
Bu genel tespitlerden sonra Mağrip bölgesini yani bizim Kuzey Afrika dediğimiz Batı Arap dünyasını tahlil ediyor.
“170 milyonluk Arap dünyasının çoğu, 118 milyonu, 45 milyonluk Mısır başta olmak üzere Afrika'da yaşamaktadır. Mısır dışındaki tüm Mağrip devletleri Araplar ile Arap olmayan Berberilerin karışımından oluşmaktadır. Cezayir'de, ülkedeki bu iki unsur arasında Kabile dağları mahallinde hâlen bir iç savaş sürmektedir. Fas ve Cezayir, kendi iç çatışmalarına ilaveten İspanyol Sahrası konusunda birbirleriyle savaş halindedir. Militan İslam, Tunus'un bütünlüğünü tehlikeye atıyor ve Kaddafi seyrek nüfuslu, güçlü bir millete sahip olamayacak bir ülkeden, Arap gözüyle tahrip edici savaşlar organize ediyor. Geçmişte Mısır ve Suriye gibi daha gerçek devletlerle birleşme teşebbüsü de zaten bu yüzdendi. Bugün Müslüman Arap dünyasının en parçalanmış devleti olan Sudan, birbirine düşman dört grup üzerine kurulu;
- Yönetici kesimi oluşturan Arap Müslüman Sünni azınlık,
- Çoğunluğu Arap olmayan Afrikalılar,
- Paganlar
- Hristiyanlar.
Mısır’a gelince, Yukarı Mısır'da baskın olan 7 milyon civarında büyük bir Hristiyan azınlıkla yüzleşen Sünni Müslüman bir çoğunluk var. Hatta Enver Sedat 8 Mayıs'taki konuşmasında, Hristiyan Kıptilerin Mısır'da kendilerine ait bir devlet, adeta "ikinci" bir Hıristiyan Lübnan kurmak isteyeceklerine dair korkusunu dile getirmişti.”
Maşrık ne vaziyette?
Şimdi gelelim Maşrık dediğimiz Doğu Arap dünyasının tahliline.
“İsrail'in doğusundaki tüm Arap devletleri, Mağrip'tekilerden bile daha fazla parçalanmış, bölünmüş ve iç çatışmalarla dolu halde. Suriye, Lübnan'dan temelde farklı değil, sadece ülkeyi yöneten güçlü bir askeri rejim farkı var. Ancak günümüzde ülkedeki Sünni çoğunluk ile nüfusun sadece % 12’sini oluşturan Şii Alevi yönetici azınlık arasında yaşanan gerçek bir iç savaş, iç sorunların ciddiyetine tanıklık ediyor.
(Suriye’nin aksine) nüfusunun çoğunluğu Şii fakat yönetici azınlığı Sünni olan Irak da özünde komşularından farklı değil. Nüfusun %65'inin siyasette hiçbir söz hakkı yok, iktidarı %20'lik bir elit elinde tutuyor. Ayrıca kuzeyde büyük bir Kürt azınlık var. Şayet baştaki rejimin gücü, ordu ve petrol gelirleri olmasa, Irak'ın gelecekteki vaziyeti geçmişteki Lübnan'dan veya bugünkü Suriye'den farklı olmazdı. İç çatışmanın ve iç savaşın tohumları bugünden itibaren belirginleşti, özellikle de Irak'taki Şiilerin doğal liderleri olarak gördükleri Humeyni'nin İran'da iktidara gelmesinden sonra.
Tüm Körfez prenslikleri ve Suudi Arabistan, sadece petrolün olduğu hassas bir kumdan ev üzerine inşa edilmiştir. Kuveyt'te Kuveytliler nüfusun sadece dörtte birini oluşturuyor. Bahreyn'de Şiiler çoğunlukta ancak iktidardan mahrum bırakılmıştır. BAE'de Şiiler yine çoğunlukta ancak Sünniler iktidardadır. Aynı şey Umman ve Kuzey Yemen için de geçerlidir. Marksist Güney Yemen'de bile önemli bir Şii azınlık bulunuyor. Suudi Arabistan'da nüfusun yarısı yabancı, Mısırlı ve Yemenli'dir ancak iktidar Suudi bir azınlıktadır.
Ürdün aslında Filistinlilerden oluşuyor ama Ürdünlü Bedevi azınlık tarafından yönetiliyor. Yine de ordunun çoğunluğu ve bürokrasi artık Filistinlilerin elindedir. Aslında Amman, Nablus kadar Filistinlidir. Tüm bu ülkelerin nispeten güçlü orduları varsa da ortada bir sorun vardır. Sünni Suriye’de ordu çoğunlukla Alevi subay kadrosuna sahipken Şii Irak’ta ise ordu Sünni komutanların emrindedir. Bunun uzun vadede büyük önemi var. Çünkü bu yüzden ordunun sadakatini uzun süre korumak mümkün olmayacak, hatta tek ortak payda olan İsrail'e karşı düşmanlık söz konusu olduğunda bile. Evet, bugün bu bile onlar için yeterli değil. Arapların yanı sıra diğer Müslüman devletler de benzer bir vaziyeti paylaşıyor.”
“Türkiye’de Alevi ve Kürt azınlıklar var”
Yinon Arap dünyasına kısaca bir göz attıktan sonra sıra diğer Müslüman ülkelere geliyor.
“İran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan, diğer yarısı ise Türk etnik gruptan oluşuyor. Türkiye'nin nüfusu ise %50’yi bulan Türk Sünni Müslüman çoğunluk ile iki büyük azınlıktan, 12 milyon Şii Alevi ve 6 milyon Sünni Kürt'ten oluşuyor. Afganistan'da nüfusun üçte birini oluşturan 5 milyon Şii var. Sünni Pakistan'da devletin varlığını tehlikeye atan 15 milyon Şii mevcut. Fas'tan Hindistan'a, Somali'den Türkiye'ye uzanan bu millî etnik azınlık tablosu, istikrarın yokluğuna ve tüm bölgede hızlı bir çözülmeye işaret ediyor.”
Sosyolojik ayrışmadan ekonomik ayrışmaya
Arap ve İslam dünyasının sosyolojik olarak etnik ve dini temelli ayrışma noktalarını tespit ettikten sonra meseleyi ekonomik sahaya taşıyıp önce fakir ülkeleri ele alıyor.
“Bu tabloya ekonomiyi de eklediğimizde, tüm bölgenin nasıl iskambil kağıdından yapılmış bir ev gibi inşa edildiğini, ağır sorunlara dayanamadığını görüyoruz. Bu devasa ve paramparça dünyada birkaç zengin gruba karşılık çok büyük bir yoksul kitlesi var. Arapların çoğunun ortalama yıllık geliri 300 dolar. Bu durum Mısır'da, Libya dışındaki çoğu Mağrip ülkesinde ve Irak'ta böyle. Dağılmış durumdaki Lübnan’ın ekonomisi de paramparça. Lübnan, merkezi bir gücün olmadığı, sadece 5 fiili egemen otoritenin bulunduğu bir devlet. Suriye daha da vahim bir durumda. Libya ile birleşmesinden sonra gelecekte alacağı yardım bile varoluşuna dair temel sorunlarıyla başa çıkmak ve büyük bir orduyu ayakta tutmak için yeterli olmayacak. Mısır ise en kötüsü. Milyonlarca kişi açlık sınırında, işgücünün yarısı işsiz ve dünyanın bu en yoğun nüfuslu bölgesinde konut kıtlığı var. Ordu dışında verimli çalışan tek bir kurum yok. Devlet daimi bir iflas halinde, tamamen barıştan bu yana sağlanan Amerikan dış yardımına bağımlı.”
Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap dünyasının zenginler kulübünü ise şöyle tahlil ediyor:
“Körfez ülkelerinde, Suudi Arabistan'da, Libya ve Mısır'da dünyanın en büyük para ve petrol birikimi mevcut. Fakat bundan yararlananlar geniş bir halk desteği ve özgüvenden mahrum küçük bir seçkinler grubu. Bu durumda olanları hiçbir ordu ayakta tutamaz. Nitekim Suudi ordusu kendi rejimini tüm teçhizatıyla içeride veya dışarıda gerçek tehlikelerden koruyacak durumda değil. 1980 yılında Mekke'de yaşananlar buna sadece bir örnek.”
- Müslüman Doğu bölünecek ve israil güvende olacak
- Yinon planı’nın en dikkat çeken kısmına gelmiş bulunmaktayız. Bu kısımda Mısır’dan başlayarak Arap ülkelerinin kaç parçaya ve ne şekilde bölüneceği anlatılıyor.
- 1. Parçalanan Mısır’da Hristiyan Kıpti Devleti
- “Mısır, mevcut iç siyasi tablosunda zaten bir cesettir, özellikle de büyüyen Müslüman-Hristiyan anlaşmazlığını hesaba katarsak. Mısır'ı bölgesel olarak belirgin coğrafi bölgelere bölmek, 1980'lerde İsrail'in Batı cephesindeki politik amacıdır. Mısır birçok otorite merkezine bölünmüş ve darmadağın vaziyette. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan yahut daha uzaktaki devletler bile mevcut halleriyle var olmaya devam edemeyecek, Mısır'ın çöküşüne ve çözülüşüne katılacaktır. Merkezi bir hükümetin şu güne dek varlığını hissettirmediği bir ortamda mahalli güce sahip birtakım zayıf devletçiğin yanı sıra Yukarı Mısır'da bir Hıristiyan Kıpti Devleti vizyonu, yalnızca barış anlaşmasıyla sekteye uğrayan ancak uzun vadede kaçınılmaz görünen tarihi bir gelişmenin anahtarıdır. Zahirde daha sorunlu görünen Batı cephesi, aslında manşetlere çıkan olayların çoğunun son zamanlarda gerçekleştiği Doğu cephesinden daha az karmaşıktır.”
- 2. Lübnan beş parça
- “Lübnan'ın beş eyalete tamamen dağılması, Mısır, Suriye, Irak ve Arap yarımadası dahil olmak üzere tüm Arap dünyası için bir emsal teşkil ediyor ve zaten bu yolda ilerliyor. Suriye ve Irak'ın daha sonra Lübnan gibi etnik veya dinsel olarak benzersiz bölgelere dağılması, İsrail'in uzun vadede Doğu cephesindeki birincil hedefi iken, bu devletlerin askeri gücünün dağılması birincil kısa vadeli hedef olarak hizmet ediyor.”
- 3. Suriye’de Alevi ve Dürzi devleti
- “Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan'daki gibi birkaç devlete bölünecek, böylece kıyısı boyunca bir Şii Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devlet, kuzey komşusuna düşman Şam'da başka bir Sünni devlet ve belki de Golan'ımızda ve kesinlikle Havran'da ve kuzey Ürdün'de bir devlet kuracak olan Dürziler olacak. Bu durum, uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacak ve bu amaç bugün zaten erişebileceğimiz bir mesafede.”
- 4. Irak’ta Şii, Sünni ve Kürt devletleri
- “Bir yandan petrol zengini, diğer yandan içten parçalanmış olan Irak, İsrail'in hedefleri için bir aday olarak garantilidir. Dağılması bizim için Suriye'nin dağılmasından bile daha önemlidir. Irak, Suriye'den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail için en büyük tehdit Irak gücüdür. Irak-İran savaşı Irak'ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede mücadele örgütleyebilmesinden önce bile içeride çöküşüne neden olacaktır. Her türlü Arap içi çatışma kısa vadede bize yardımcı olacak ve Irak'ı Suriye ve Lübnan'daki gibi mezheplere bölme gibi daha önemli bir hedefe giden yolu kısaltacaktır. Irak'ta, Osmanlı döneminde Suriye'de olduğu gibi etnik/dini çizgiler boyunca eyaletlere bölünme mümkündür. Dolayısıyla, üç büyük şehir olan Basra, Bağdat ve Musul çevresinde üç (veya daha fazla) devlet var olacak ve güneydeki Şii bölgeleri Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının bu kutuplaşmayı derinleştirmesi mümkündür.”
- 5. Suudi Arabistan ve tüm Arap yarımadası dağılacak
- “Tüm Arap yarımadası iç ve dış baskılar nedeniyle dağılmaya doğal bir adaydır ve bu durum özellikle Suudi Arabistan'da kaçınılmazdır. Petrole dayalı ekonomik gücünün bozulmadan kalması veya uzun vadede azalması fark etmeksizin, iç çatlaklar ve çöküşler mevcut siyasi yapı ışığında açık ve doğal bir gelişmedir.”
- 6. Filistinliler Ürdün’e sürülecek
- “Ürdün kısa vadede acil bir stratejik hedef teşkil eder ancak uzun vadede değil, çünkü dağılmasından, Kral Hüseyin'in uzun süren iktidarının sona ermesinden ve iktidarın kısa vadede Filistinlilere devredilmesinden sonra uzun vadede gerçek bir tehdit teşkil etmez. Ürdün'ün mevcut yapısıyla uzun süre varlığını sürdürme şansı yoktur ve İsrail'in hem savaşta hem de barışta politikası, Ürdün'ün mevcut rejim altında tasfiyesine ve iktidarın Filistinli çoğunluğa devredilmesine yönelik olmalıdır. Nehrin doğusundaki rejimi değiştirmek, Ürdün'ün batısında Arapların yoğun olarak yaşadığı toprakların sorununu da sona erdirecektir. Savaşta veya barış koşullarında olsun, topraklardan göç ve buralardaki ekonomik-demografik donma, nehrin her iki yakasındaki gelecek değişimin garantisidir ve bu süreci yakın gelecekte hızlandırmak için aktif olmalıyız. Özerklik planı da reddedilmeli ve ayrıca toprakların herhangi bir uzlaşması veya bölünmesi, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün planları ve İsrail Araplarının kendilerinin planları, Eylül 1980 Shefa'amr planı göz önüne alındığında, Arapları Ürdün'e ve Yahudileri nehrin batısındaki bölgelere ayırmadan mevcut durumda bu ülkede yaşamaya devam etmek mümkün değildir. Gerçek bir arada yaşama ve barış, Araplar Ürdün ile deniz arasında Yahudi yönetimi olmadan ne varolacaklarını ne de güvenliklerinin olacağını anladıklarında topraklarda hüküm sürecektir. Kendilerine ait bir ulus ve güvenlikleri yalnızca Ürdün'de olacaktır.”
Müslüman Doğu kendini inşa etmeden karşı hamle gelemez
Yinon planının 1982 şubatında yayınlandığını dikkate aldığımızda;
- Bölücü örgüt PKK henüz ilk terör eylemini yapmamıştı. Yinon planından sonra aktifleşen örgüt,15 Ağustos 1984 akşamı Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerinde 1 askerin şehit düştüğü, 9 asker ve 3 sivilin yaralandığı saldırılar ile ilk kez gündeme geldi.
- Lübnan bir iç savaş yaşıyordu ve planda ifade edildiği gibi bütün Müslüman Doğu için bir örnekti. Bütün coğrafya “Lübnanlaşma” sürecine girip paramparça olmalıydı. Nitekim 1990 yılında 15 yıllık Lübnan iç savaşı güya sona erdi ama ülkeye barış asla gelmedi, gerilim hiç bitmedi. Lübnan’ın bugünkü vaziyeti ortada.
- O günlerde İran-Irak savaşı yaşanıyordu ve planda en tehlikeli Arap devleti olarak gösterilen Irak hızla kan kaybediyordu. Sonrasında ABD-İsrail işbirliğiyle sahnelenen 1990 ve 2003 Körfez Savaşları marifetiyle Irak tam da Yinon planında söylendiği gibi bölündü, Şii ağırlıklı bir devlet ve kuzeyde özerk bir Kürt yönetimi oluştu. Sünniler o zaman kendilerine yapılan devlet teklifini kabul etmemiş, Irak’ın bütünlüğünü savunmuşlardı ama 2003 sonrası gelişen sürecin tesiriyle şu günlerde o fikre doğru hızla savruluyorlar.
- Suriye de Arap baharının ölümcül darbesiyle darmadağın olan devletlerden biri. Yinon planının işaret ettiği bölünme burada daha beteriyle gerçekleşti. Bu bölünmeden en başta İsrail olmak üzere İran ve Rusya gibi ülkeler kârlı çıkarken fatura Türkiye’ye çıktı. Yinon planıyla aktifleşen bölücü örgütün Suriye’nin kuzeyinde ABD himayesiyle devletleşmeye doğru gittiği günleri yaşıyoruz. Suriye’nin Sünni nüfusu Türkiye’ye ve dünyanın dört bir yanına doğru akarken boşaltılan yerlere başta Hizbullah olmak üzere İran destekli Şii gruplar yerleştirildi ve ülke demografisi büyük oranda değiştirildi.
- Arap yarımadasında dağılmanın ilk işaretleri Yemen’de belirdi. Bahreyn’in başını çektiği Şii nüfusa sahip yönetimler diken üzerinde oturuyor. Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin ülkelerin parayı bastırıp en modern silahları alması Yinon planında öngörülen akıbeti ne kadar geciktirir bilinmez ama zengin Arap rejimleri geleceklerini garantiye almak için çoktan siyonistlerle normalleşme yolunu tuttu bile.
- Bir zamanların parası büyük kendisi cüce ülkesi Kaddafi’nin Libyası da Arap baharının darbesiyle tuzla buz oldu. Şimdilerde bu rolü Katar üstlenmiş görünüyor. Çok şükür Katar’ın başında ne yapacağı belli olmayan bir deli yok, ne yaptığını gayet iyi bilen, aklı başında genç bir emir var. Siyonist işgal devleti ABD’deki lobisi ve coğrafyadaki acentaları marifetiyle Türkiye ile yakınlaşmanın bedelini Katar’a ödetmeye çalıştı ama Katar dik durdu, bütün planları bozdu.
Katar örneği bize neyi gösteriyor? Coğrafyamızdaki ülkeler win-win politikası çerçevesinde sırt sırta verebilirse Yinon planı dahil bütün planları bozabiliriz. Bunun için önce Ortadoğu adı verilen bataklığı kurutup münbit ve müreffeh Müslüman Doğu’yu inşa etmek gerekiyor. Müslüman Doğu şayet evlatları eliyle kendini inşa edebilirse, bize dönük habis planları bazı noktalarda durdurabilme yeteneğinden çok daha ötesine geçebiliriz.
İşte o vakit kendi coğrafyamızın muktediri tekrar biz olabiliriz.
Tıpkı geçmişte olduğu gibi.