Yerleşimciliğin askerî tarihi
Stalin’in göç desteğinden sonra Sovyetlerin çöküşüyle gelen son göç dalgası yerleşimciliğe taze kan pompalamıştı. Şimdi nüfus akışı umabilecekleri hiçbir kaynakları kalmadı; Yahudi stoku tükendi. Savaş çıkarmakta hâlâ mahirler fakat savaşı kazanmak eskisi kadar kolay değil. Vaat, artık şüpheli görünüyor ve Büyük İsrail’e giderken ellerindeki Küçük İsrail’den olabileceklerinin daha çok farkındalar.
İsrail meselesinin odağını onlar yani Yahudiler teşkil ediyor. Şiddetli bir savaşın pimini bir kez daha çeken gene onlardı. Son savaş, Kudüs’ün Şeyh Cerrah Mahallesi’nde onların çıkardığı gerginliklerle başladı. Siyonist rejiminin kurucu karakteri olan “yerleşimcilik” gerçek ifadesiyle “işgalcilik” başından beri askerî bir tabiata sahipti. İsrail’in işgal ve ilhak stratejisinin bu başat unsuru anlaşılmadan Filistin’in işgali anlaşılamaz.
Eretz İsrail’e dönme ideali Yahudilerde 1789 Fransız Devrimi’nden evvel de vardı fakat devrim sonrasında kendi devletlerini kurma fikri siyonist örgütlerde gövdeleşti. Yahudi nüfusun en fazla olduğu Rus topraklarında artan “kıyımlar” göç düşüncesini tetikledi. Amerika’ya kaçan kitlelerden farklı olarak Hovevei Zion (Siyon’un Sevenleri) üyesi bir avuç Yahudi, adını her gün Tevrat’ta okudukları topraklara yöneldi. Bu ilk göç dalgasına ‘Birinci Aliyah’ dendi.
İlk dalga Tel Aviv-Yafa arasını tercih etti. Bunlar fakir ve seküler sosyalist gençlerden oluşan bir topluluktu ve umduklarını bulamayacaklarını anlayıp birçoğu gidecek başka yer aramaya koyulmuştu. Kalanlar sosyalizm ile siyonizmin sentezini hayata geçirecekleri ‘kibbutzlar’ veya şahsî mülkiyete daha müsamahakâr ‘moşav’ denen kooperatif köyler kurdular.
1924-29 arasındaki Dördüncü Aliyah’ta gelen 70 bin Yahudi, gelecek daha büyük dalganın habercisi gibiydi. Naziler Avrupa caddelerinde dolaştıkça Filistin sokaklarında daha fazla Yahudi fink atıyordu. Göçü organize eden siyonist örgütler güçlü fonlarla harıl harıl çalışıyordu. Göçmenleri sınırlara yönelterek saha hâkimiyeti peşinde olduklarını saklamıyorlardı. Göçün bizatihi kendisi askerî bir planlamaya dayanıyor ve gün geçtikçe daha fazla askerî bir mahiyet kazanıyordu. Benzer bir durum Türkiye’de faaliyet gösteren siyonist ‘Betar terör örgütü’ için de geçerliydi.
“İşte gerçek fetih”
Haganah gibi bilahare İsrail ordusunun belkemiğini teşkil edecek milis yapılar, yıllar öncesinden boy vermişti. Palmach adlı komando birlikleri mensuplarını hassaten yerleşimciler arasından seçiyordu. Toprağa hâkim olmak ve onu işlemekle şiddetlenen çatışmalarla, silahaltına alınacak nefer bulmak arasında bocalayan Siyonist liderler bir çözüm arayışı içindeydi. Artan gıda ihtiyacı, vaziyeti iyice gerilimli hâle getiriyordu. Nüfusun barındırılması, beslenmesi ve korunması için askerlik ile çiftçiliği birleştirecek bir formül mümkün müydü?
1948’de Başbakan Ben Gorion bir mektup aldı. Mektup, askerî eğitimleri süren bir gruba aitti. Eğitim sonrası ordu birliklerine dağıtılmak yerine bir yerleşime gönderilmeyi talep ediyorlardı. “İşgalde başarılı olduk ancak işgalciler olmadan bu işgalin, sonucu belirleyici bir değeri olamaz; yerleşim, işte gerçek işgal budur” diyen Ben Gorion, mektup için doğru adresti. Sınırları genişletecek, ulaşım hatlarını savunacak böyle bir yapılanma derhal yasallaştırıldı. Askerî eğitimin 12 ayı, zirâî faaliyetlere tahsis edildi. Bunlar tarihin en özgün işgal ve kolonizasyon harekâtının neferleri olacaktı.
- Savaşçı, öncü gençlik manasındaki ‘Nahal’ denen bu yapı, temel hizmet sonrasında yeniden orduya dönüp daha sıkı bir eğitim alarak daha uzak ve riskli bölgelerde kendi kibbutzlarını kurma mantığına dayanıyordu. Öncüler artık yerleşimci oluyordu. İşgal ettikleri başkalarına ait topraklarda daima tetikte olmak zorundaydılar; bu onları Yahudiler içindeki en savaşçı kesim hâline getiriyordu. 1948 Savaşı’nın kazanılmasındaki nadide katkılarıyla bunu kanıtlamışlardı.
Arapların boşalttığı yerler behemehâl doldurulmalıydı. Aksi hâlde güvenlik riski ve mâlî kayıp kaçınılmazdı. Düşman hattına sokulan stratejik Nahal yerleşimleri, saldırılar karşısında zayıf kalacak olduğunda askerlerce takviye edilerek kale-karakol hâline getiriliyor; karakollar da Nahal ile takviye edilerek yerleşime dönüştürülüyordu. Bu ileri karakollar, teması en uzak noktada kurarak düşmanın iç kısımlardaki Yahudi hedeflerine ulaşmasına engel oluyordu. Sistem domino doktriniyle şekillendirilmişti: Biri düşerse hepsi düşerdi.
‘Sınır Yahudilerin yaşadığı yerdir’
1948 Araplar için Nekbe (Büyük Felâket), Yahudiler içinse “vaat edilmiş zafer” idi. 9 yıl sonraki Altı Gün Savaşları ise aslında ilk üç günde bitmişti. Ürdün’den Doğu Kudüs ve Batı Şeria, Mısır’dan Sina Yarımadası ve Gazze, Suriye’den de Golan Tepeleri alınmıştı. İsrail bir anda topraklarını dört katına çıkarmıştı. Nahal birlikleri savaşın galipleriydi. Burak Duvarını zapt eden 55. tabur onlarındı. Anlaşmalar, kâğıt üstünde kalmalıydı. “Sınırlar haritaların gösterdiği değil, Yahudilerin yaşadığı yerlerdir” diyorlardı. Nahal yerleşimcileri, Şeria Nehri boyunca en hassas keşif ve lojistik hizmetlerini yerine getirecekti.
1973 Yom Kippur Savaşı’na değin Nahal Tugayı, mekanize ve zırhlı birliklerle iyice tahkim edilmişti. Gelgelelim Golan’da paraşütçü birlikleri Suriye zırhlılarınca bozguna uğratılınca Nahal efsanesi de ölümcül bir yara aldı. Asker-çiftçi modeli sorgulanır hâle geldi. 70’lerin ortalarında şehirleşmenin artması, tarımın ülke ekonomisindeki öneminin azalması da Nahal yerleşimlerinin önceki konumunu sarstı. Artık çiftliklerde ucuz Arap iş gücü istihdam ediliyordu ve 1977’de iktidara gelen Likud da Nahal’ın işçi siyonizminden farklı bir telden çalıyordu. Nahal, tüm işlevleriyle ama özerk yapısını kaybederek büsbütün ordunun bir parçası hâline gelmeye direnemedi.
Ne var ki işgal ideoloji kılık değiştirerek Ortodoks hahamların liderliğinde Mesihçi bir havaya büründü. Avraham Kook’un başını çektiği Guş Emunim hareketi anlaşmaları alenen çiğneyerek yeni işgal alanları açıyordu. Nahal’in seküler öncülüğü yerini dinî bir coşkunluğa bırakıyordu. İşçi Partisi ise işgallere göz yumarak durumu idare ediyordu.
İkiye ayrılıyordu İsrail: Maksimalist siyonistler, minimalist siyonistler. İkinciler duruma göre nispeten esnek davranarak Yahudi varlığının pekiştirilmesini savunurken maksimalistler Büyük İsrail kuruluncaya değin tavizsiz ve topyekûn, seri işgallerin peşindeydi. 1967 sonrasında baskın görüş maksimalistlerinkiydi fakat yeni göç dalgalarıyla takviye edilmeyince Siyonist proje tavsamaya başladı.
Yahudi’nin Yahudi’ye ilk suikastı
Yine de yerleşimciliğin başka işlevlerinden faydalanılabilirdi. Filistin beldelerinin arasına sokularak müstakbel bir Filistin devleti hayal olmaktan bile çıkartılabilirdi mesela. Öyle bir hızla yayılıyordu ki Şaron, “İsrail’in 21. Yüzyıl Planı”nda 2 milyon Yahudi’yi işgalciyi istihdam etmeyi hedefliyordu. 1978’deki Camp David, 1982 Lübnan işgali ve 87’deki intifada olmasa hedeflerine ulaşabilirlerdi.
Kırk yılda köklü bir değişiklik olmadı. Arapların topraklarına türlü gerekçe ve usullerle el koyup devlet arazisi ilan ettiler. İsrail’in yüzsüzce yürüttüğü “isimlendirme siyaseti” en çok da müsadere heveslisi Likud’un işine yaradı. İşgalci adaylara ucuz krediler sağladı, vergi indirimleriyle teşvik etti. Altyapı ve yeni yollarla arkalarında durdu. Dünya Siyonist Örgütü de geri kalan para sorunlarını halledince işgalci proje berdevam oldu.
İşgalciler savaş isteyen yöneticiler için bulunmaz maşalardı. 1980’de Nablus ve Ramallah belediye başkanlarına yönelik suikastları en meşhur provokatif eylemlerindendi. Çoluk çocuk tepeden tırnağa silahlı ve çok iyi örgütlü bu ekipler diledikleri vakit çatışma çıkarabiliyordu. Şiddet potansiyeli rejimle ters düştüklerinde de kendini belli ediyordu. Sina’daki Yamit’in boşaltılmasına karşı direnişe geçmişlerdi sözgelimi. Yakalarına, Nazi dönemine atıf yapacak şekilde, sarı renkli Davut yıldızları takarak eylemlerini medyatikleştirmişlerdi.
İkinci İntifada sonrasında İsrail Gazze’deki bazı işgalcileri tahliye etmek zorunda kaldığında bu hiç de kolay olmadı. Tahliyeyi “dine ihanet” olarak görüyorlardı. Öte yandan kendilerini kentlerde bekleyen hayata da sıcak bakmıyorlardı. Bu konutları ve konforu orada bulamayacaklardı. Amona’da da direndiler; yerleşimci-asker çatışmasında 200 kişi yaralandı. Oslo ruhuna karşı Yahudi intifadası ilan eden grupların sayısı az değildi. 1994’te Baruch Goldstein adlı Yahudi’nin El-Halil Camii’nde yaptığı katliam, tavizler içerdiği düşünülen Oslo sürecini baltalamak içindi.
Başbakan Rabin göstermelik de olsa verdiği tavizlerin bedelini 1995’te canıyla ödeyecekti. Yigal Amir adlı üniversite öğrencisinin silahından çıkan üç kurşun Yahudi’nin Yahudi’ye yönelik ilk suikastı olarak tarihe geçecekti. Halefi Şimon Perez, soruşturmayı derinleştirip azmettiricilere ulaşmayı denemeyecekti bile.
Büyük İsrail’e giderken
Filistin Devleti denen şey, İsrail cehennemindeki küçük takımadalardan ibaretti ve Filistin davasının emanet edildiği Tunus ekolü yurda döndüğünde neler olup bittiğini tam olarak anlamışa pek benzemiyordu. 2000’lere gelindiğinde resmî rakamla 600 bin işgalci tarafından ceplere hapsedilmiş Filistin topraklarını daha da daraltmak için elinden geleni yapan Netanyahu, ülkenin en uzun süreli başbakanı olma sıfatına hak kazanacaktı. İşgalcilerle poz vermeyi seviyordu; “Tanrı’nın inayetiyle -sözde- kutsî kitaptaki İsrail Devleti’nin bir parçası olarak tüm işgalcilerde Yahudi egemenliğini artıracağız” demekten yüksünmüyordu. Hele arkasında Trump gibi bir çılgın varken.
- Şimdi yolsuzlukla ve seçimle başı belâda bir Netanyahu gene başbakan ve 7 bakanı Yahudi olan Biden ABD başkanı. İşgalciler yine “baskı unsuru ve pazarlık aracı.” Kontrol noktaları ve utanç duvarıyla kol kola, barıştan başka her şeye hizmet etmeye devam ediyorlar. Hâlâ ilk günkü kadar fanatikler. Fakat ataları kadar idealist ve ümitvar oldukları kuşkulu. İç kamuoylarında bile sık sık sorgu konusu olmaktan kurtulamıyorlar. Komünist ütopyaların hayata geçirilmeye çalışıldığı kibbutz imajları da pörsüyünce kolonyalist yüzleri cascavlak ortada kaldı.
Stalin’in göç desteğinden sonra Sovyetlerin çöküşüyle gelen son göç dalgası yerleşimciliğe taze kan pompalamıştı. Şimdi nüfus akışı umabilecekleri hiçbir kaynakları kalmadı; Yahudi stoku tükendi. Savaş çıkarmakta hâlâ mahirler fakat savaşı kazanmak eskisi kadar kolay değil. Vaat, artık şüpheli görünüyor ve Büyük İsrail’e giderken ellerindeki Küçük İsrail’den olabileceklerinin daha çok farkındalar.