Umut Feneri Gazze

Umut Feneri Gazze
Umut Feneri Gazze

Fena hâlde hastayız ama asıl şedid ve şifa bulmaz hastalığımız, hastalığımızı inkârımız. Çünkü hastalığımız maddi yani bedenimizde değil, zihnimizin kıvrımlarında ve ruhumuzun derinliklerinde. Bedenen hayvan sıhhati içerisindeyiz ama hem aklımız, hem de ruhumuz, başka inançların ve dinlerin mensuplarında görülmeyen tarzda ve miktarda hastalığın pençesinde kıvranmakta.

Fena hâlde hasta bir ümmetin mensubuyuz; şayet bu mensubiyeti kabûlleniyorsak elbette. Birçoklarımıza göre ümmet tabiri de İslâmcılığı hatırlattığından memnu. Evet, bu derekeye yuvarlanmış vaziyetteyiz. Ne hakkı biliyoruz, ne batılı tanıyoruz. Kim dost, kim düşman ayıramıyoruz. Hepimizin biricik asgari müştereği, önümüzde rehber edindiklerimizin efsunlu lâfları. Hangimize sorulsa cevabımız aynı: “En büyük rehber, bizim rehber.” Hâlbuki onlar, başımızdaki bu felâketin yegâne müsebbibi.

Görmüyoruz, bilmiyoruz, anlamıyoruz. Anlamak istemiyoruz çünkü. Çünkü anlamak mes’ûliyeti icap ettirir. Ama biz bir şeylerden mes’ûl tutulmaktansa kandırılmayı, uyutulmayı, uyuşturulmayı, hatta aşağılanmayı tercih ediyoruz. Sonra da bu sefilliğimizden iftiharın yollarını aramaya sıvanıyoruz; buluyoruz da. O yüzden hepimiz tesellilerimizi tedariklemişiz; envai çeşit ve değişik vasıfta manevi uyuşturucularımızı bir afyonkeş sadakatiyle içimize çekmeye ve dışımızdakilere tebliğ kılığında püskürtmeye devam ediyoruz. Hepimiz dumanaltıyız.

Birbirimize neyi tebliğ ediyoruz peki? Miskinliği!

Kim kime miskinliği, hareketsizliği, uyuşukluğu ve bir nevi uyuşturucuyu daha fiyakalı cümlelerle tavsiye ediyorsa, herbirini öve öve tebliğ ediyorsa onu başımızın tacı ediyoruz ve ona biat etmeyi meşru, hatta dini bir vecibe addediyoruz.

Başımızın belâsı başımızdakiler

Başımıza bir felâketin geldiği her seferinde, başta memleketimiz olmak kaydıyla müslümanların kâhir ekseriyeti teşkil ettiği her yerde başımızdakilerin muhakkak düşmanla işbirliği ettiğini bilerek görmezden geldik; bu tercihten vazgeçmeye de niyetimiz yok. Hepimizin inancı aynı: Öteki idareciler hain olabilir ama bizimkisi asla! Hâlbuki kim küffarla işbirliğinde daha çok taviz vermeyi vaadetmişse onu başımıza geçirdiklerini görmüyoruz, anlamıyoruz; anlamak istemiyoruz. Mes’ûliyetin dikenli yollarına rağmen sahte mensubiyetin asfalt yollarında at koşturmayı marifet belliyoruz.

Öte yandan şu hakikati inkâr da ahlâksızlığın dik âlâsı: Siyasi ve iktisadi mecburiyetler kadar stratejik sebepler yüzünden de nice şey tehir edilmekte; vaktini-saatini beklemekte. Elbette doğru. Ama birileri bu doğrunun arkasına mı saklanmakta yoksa?

Bu sefil manzaraya bakan aklı başında herkes bu hâlin bir nevi içtimai kanser mahiyeti arzettiğini ve kanserden kurtulunsa bile ümmetin içine girdiği, asırlar boyunca sürüklendiği bu marazdan kurtuluşunun şimdilik mümkün olmadığını söyler. İçinde bulunduğumuz felâkete gösterdiğimiz bu gayriislâmi vurdumduymazlık affedilemez.

“İyiyim ben, iyi...”

Fena hâlde hastayız ama asıl şedid ve şifa bulmaz hastalığımız, hastalığımızı inkârımız. Çünkü hastalığımız maddi, yani bedenimizde değil, zihnimizin kıvrımlarında ve ruhumuzun derinliklerinde. Bedenen hayvan sıhhati içerisindeyiz ama hem aklımız, hem de ruhumuz, başka inançların ve dinlerin mensuplarında görülmeyen tarzda ve miktarda hastalığın pençesinde kıvranmakta. Çünkü yanıbaşımızdaki hemşire de, başucumuzdaki hekim de bize züğürt tesellisi babında habire envai çeşit zehir şırıngalamakta. Nedir o züğürt tesellisi? “Herkes batılda ama bizim cemaat hak yolda ve Hakk’ın yanında. Çünkü bizim Filânca Efendimiz veya Falanca Ağabeyimiz var ya, işte o bizi kurtaracak. Eskiden de kurtarmıştı, şimdi de kurtarıyor, gelecekte de kurtaracak.”

İyi ama mevcut hâlimizin neresi kurtulmuşluk? Bizim başımıza Amerikan bombaları henüz yağmıyor diye niçin hiç yağmayacakmış gibi inanmaya devam ediyoruz? Görmüyor muyuz, dün Bosna’ydı hedefteki; Keşmir’di, Arakan’dı, Doğu Türkistan’dı, şimdi Gazze ve yarın kimbilir neresi? Cemiyet olarak da, cemaat olarak da idarecilerimizin tek tek düşmanlarımız tarafından idare edildiğini ve böylelikle bizim de bir güzel ‘idare edildiğimizi’ ne vakit ve nasıl anlayacağız? Bizi idarecilerimizin üzerinden ve onların sayesinde idare ediyorlar ve başka bir askeri kuvvete de ihtiyaç hissetmiyorlar. Lüzum kalmıyor çünkü.

Asırlardır bu makus talihe “Dur!” diyen, hatta bırakalım demeyi, buna niyetlenen herkesi mahvu perişanu heder ettiler. Ya hapislerde süründürdüler ya muhatapları nezdinde itibarsızlaştırdılar veya alenen kurşuna dizdiler, idam ettiler yahut kâlp krizi maskesi altında katlettiler. Yahut trafik kazası süsü vererek. Kimin ümmete bir hayrı dokunma ihtimâli varsa onu allem edip-kallem edip ortadan kaldırdılar. Ve biz uyumaya devam ettik; başımızdakilerin kadifeden yumuşak seslerinin terennüm ettiği ninnilerinin eşliğinde. Onlar uyuttu ve biz uyuduk. Alan memnun, veren memnun.

Ümmet yerine cemaat hassasiyeti

Herkese kendi cemaatinin başındaki şahıs Mehdi görünüyor. Öyle görmek, öyle inanmak ve buna göre amel etmek hepimizin işine yarıyor: “Neme lâzım canım, şimdi ortalığı karıştırmak; fitne çıkarmayalım.” Kendi cemaatlerinin, uyandırmak istemedikleri fitnenin yuvası hâline geldiğini anlamak istemiyorlar. Kusuru hep öbür cemaatlerde arıyorlar. Hâlbuki Cumhuriyet’in adı konulmamış en büyük inkılâbı bu: Memleket sathındaki ümmetin efradını evvelâ cemaatlere bölmek, akabinde de herbirinin başına kendileriyle çalışmakta hiçbir beis görmeyen zevatı yerleştirmek. Buradaki ‘cemaat’ tabirinin içine umumi manâdaki cemaatler kadar, ‘sivil toplum kuruluşu’ ismiyle anılanlarını da eklemenin hiçbir mahzuru yok. Hatta bahsi geçen menfi manâya büründürülmüş kokuşmuş cemaatler, asıl bunlar. Mehdi’ye inananlar da, onu inkâr edenler de hep birlikte kendi kukla mehdiciklerine inanmaktan ve onun palavralarına itaatten geri durmuyor.

Öte yandan her cemaat onu ısırmayan yılanı yüceltmekte bir beis görmediği gibi, yılana rehberlik ediyor: “Onu ısır ama yeter ki beni ısırma.” Cemaatler için cari bu sefil vaziyet, aşiretler için de aynen cari, kabileler için de ve hatta devletler için de. Herkesin necat idrakının sınırları kendilerinde başlıyor ve kendilerinde bitiyor. Cemaatleşmiş ve hatta cemiyetleşmiş bir enaniyet bu.

Bütün azaları acıyan ve ağrıyan bir ümmete döndük ama kimse acıyı hissetmiyor. Herkesin acısı kendine. Ve herkes kendi acısını yüceltiyor. Hastalığın dik âlâsı bu, evet.

Gazze'nin dirilişi ve ümmetin dirilişi

Gazze bizi uyandırabilir mi?

Gönül “Evet! Tabii ki.” demek istiyor ama vaziyet bu boş inancı tasvip etmekten uzak.

Hâlbuki zifiri karanlık gecelerin ardından gelen nurlu bir aydınlık Gazze. Gözü görene. Ama gözümüz şunu da görüyor: O zifiri gecelerin arkasından gelen ve Filistinliler’in mübarek kanlarıyla ve canlarıyla aydınlattıkları o nuru, kendi maddi menfaatlerinin zulmetine boğmak isteyen nice sahte rehber var.

Keşke Gazze’yi, oradaki büyük zaferi, sadece askeri değil, ahlâki zaferi de fırtınalardan batmaya yüz tutan ümmet gemisinin çok uzaktan görmeye başladığı bir deniz feneri gibi anlayabilsek ve kendimize bir zafer işareti sayabilsek.

Yazık ki umutlarımız da hayalgücümüz kadar tıkalı. Bizim bu vaziyetimizi damar tıkanıklığıyla mukayese bile abes. O damarlar açılabilir ama bizim sürüklendiğimiz bu sükûtu hayali yıkmak, en azından başka bir bahara. Gazze’nin bu pek mühim baharını görmezden gelmeye devam ettikçe böyle en azından.

Rabbimiz’den Filistin’e lâyık gördüğü İslâm izzetini ve o izzete münasip zaferi bize de nasip kılmasından başka ne isteyebiliriz ki!

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım