Türklerin Yahudilerle savaşları
Peygamberlerini testere ile katleden bir kavim Müslümanların çocuklarına mı acıyacak? “Yahudi anne-babadan doğmayan herkesi öldüreceksin, malını gasp edeceksin, ırzına geçeceksin, hayvanlarını öldüreceksin” diyen biri herhangi bir insan veya hayvana mı merhamet edecek?
Bütün bu emirler ‘mukaddes’ diye yutturdukları ve hahamlarca yazılan sözde Tevrat’ta yazmıyor mu? Bu rezilâne şeylere itibar eden biri, Yahudi olmayan birine dost olabilir mi? Elbette olamaz. Hiçbir zamanda olmadı.
Binlerce yıldır gittikleri her yeri karıştırdılar. Fırsatını bulduğunda içinde yaşadığı her toplumu ateşe sürüklediler, kendilerinin dışında hiç kimsenin canına, malına, mukaddesatına saygı duymadılar.
Dünyada kovulmadıkları yer kalmadı. Buna rağmen asla uslanmadılar. Kendilerine yardım eden, ekmek veren, su ikram eden, iskân eden her milleti sırtından hançerlediler.
‘Cihad üzere sabredersek…’
Kudüs-ü Şerif’in meşhur müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî onları “Yahudilerin fıtratlarındaki aşırı benlik duygusu, kibir, kendilerini diğer insanlardan üstün görme, aşırı kindarlık, kör taassub, şiddet ve zulme yatkın olmalarıdır. Bu onların görüşlerini perdeliyor, gözlerini kör ediyor. Doğruyu görmekten ve olgunluktan uzaklaştırıyor. Yahudiler zeki dâhilerdir ancak akıl ve hikmetten mahrumdurlar” diye tarif eder.
Devamında ise Filistin davası ve Yahudi sorunu için şunları söyler: “Ben zorba siyonist hareketin başarısızlığa uğrayıp çökeceğine kesin olarak inanmaktayım. Aynı şekilde milletimizin onların pençesinden kurtulacağını, onları mağlup edip, geldikleri yere geri püskürteceğini de kesin görmekteyim. İmanla hareket edip, cihad üzere sabredersek, alçakların alçaklıklarını, mağlupların mağlubiyetlerini şiar edinmezsek, Allah (c.c.) kendisini destekleyenlere galibiyet verecektir.”
‘Menfaatine düşkün bir millet…’
İngilizlerin Osmanlı’daki sefiri Edward Wortley Montaqu’nun karısı Lady Mantaqu, İstanbul’dan İngiltere’ye yazdığı mektubunda, “Yahudiler ticaretle ilgili ne varsa ellerine geçirmişler. Menfaatine böylesine düşkün olan böyle bir milletin bu durumdan ne derece istifade edeceklerini anlarsınız” diye yazmıştı.
Meşhur düşünür Toshihiko Izutsu, Yahudileri “doymak bilmez haram yiyiciler” olarak tarif etmişti. Necip Fazıl merhum ise “Yahudiler mi dediniz? Onlar yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diyordu.
Kur’an-ı Kerim ise onları Müslümanların en çetin düşmanı olarak (Mâide 82) tarif etmekle kalmaz, Yahudileri ve Hıristiyanları ahbap, kılavuz, rehber, müttefik, dost edinmemeyi telkin eder. (Mâide 51).
Müslümanların ilk karşılaşması
Müslümanlar Yahudilerle ilk kez hicretten sonra Medine’de karşılaştılar. Peygamber (s.a.v.) bir sözleşme hazırladı ve taraflar kabul etti. Ancak çok geçmeden Yahudiler yapılarının bir gereği olarak sözlerinden caydılar. Müttefiklerini sırtından vurmaya kalkıştılar ve sonunda Medine’den def edildiler. Medine’den kovulanların torunları, Körfezdeki bazı ülkelerin başındalar. Bazıları yukarı doğru giderek Anadolu topraklarına ve daha yukarılara ulaştılar.
Bu sürgünden 1440 yıl sonra Suud yönetimi bir Yahudi’yi Medine’ye getirerek sözde barış ağacı diktirdi. Dinler arası diyalog grubu sözcüsü olan 63 yaşındaki Yahudi Rick Sopher’di ağacı diken ve şöyle dedi: "Beş hatta 10 yıl önce biri bana Suudi Arabistan'a gelebileceğimi söyleseydi... Onlara inanmazdım. Ancak sadece Suudi Arabistan'a gelmek değil, böylesine samimi ve konuksever bir şekilde karşılanmak gerçekten harika bir şey."
Müslüman Türklerin ilk karşılaşması
Türkler İslam öncesinde de putperest bir kavim değildi. ‘Gök tanrı’ diye de ifadelendirilen tek Allah inancına sahiptiler. Türklerin çoğu İslam’a geçerek Türklüklerini muhafaza ettiler. İslam’a girmeyenlerin ise ezici çoğunluğu asimile olup Türklük şuurunu kaybettiler ve neticede kaybolup gittiler.
Elbette yok olmadılar, düşmanlarına benzeyip kendi kavminden olan Müslüman Türklere düşmanlık edip durmaktalar.
Batı Göktürk Devletinin kağanı Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında (630/631’de) Müslüman olmuştu. Ömrü uzun sürmediği için halkını Müslüman edememişti. Zaten bir süre sonra devletleri de yıkıldı. Batı Göktürk tebaası olan Sabir Türkleri Sabır/Sabir adıyla Kuban Irmağı ile Azak Denizi arasında bir devlet kurdular. Zamanla Hazar denizi ile Avrupa sınırına dayanan genişlikte bugünkü Ukrayna, Kırım, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran ve kısmen Anadolu topraklarına uzandılar. Onlara Hazar adını ise başkaları takmıştı.
Emevi Hilafeti Azerbaycan çevresini Hazarlardan aldı. Hazarlar çevrelerinde bütün kavimlerle savaştı ve bunların inançlarından da etkilendi. Hazar tebaasının bir kısmı Müslüman oldu ise de Hıristiyanlığı ve Museviliği benimseyenler de oldu. Saray eşrafının Musevileşmesi nedeniyle daha sonra “13. Kabile” olarak anılmaya başlandı.
“13. Kabile” denilmesinin nedeni ise Yahudilerin kendilerinin 12 kabileden oluştuğunu iddia etmesiydi. Oysa Yahudi ana-babadan doğmayanı özellikle de anası Yahudi olmayanı Yahudi saymazlardı. Bu nedenle Sabir Türkleri veya Hazarlar özellikle de Saray ve çevresi ‘13. Kabile’ olarak anıldı.
Ümit Özdağ'ın Yahudi ataları
Hazarların ne kadarının Musevileştiği konusu net değilse de bugün Rusya ve Ukrayna Yahudilerinin Musevileşen Hazarlar olduğu konusunda ciddi değerlendirmeler yer almakta.
Bugün Batı Avrupa Yahudileri Aşkenazlar 1. sınıf kabul edilirken, Sefarad olan Doğu Akdeniz Yahudileri 2. sınıf sayılır. Onları, Arap coğrafyalarında yaşayan veya gelen Mizrati olarak adlandırılan Yahudiler takip eder. Falaşalar olarak isimlendirilen Habeşistan kökenliler Yahudiler ise 4. sınıf olarak kabul edilir.
Elbette Hazarlar Yahudi değildi olmaları da mümkün olamazdı. Onların yaptığı tek şey din olarak Museviliği kabul etmekti. Öte yandan Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında sıkışan Hazar devlet erkanının Museviliği seçmiş olduğu en ağırlıklı görüştür. Kevin Alan Brook’a göre Hazarlar Museviliği, Kafkasya ve özellikle Dağıstan Musevilerinden öğrendiler. Yani Ümit Özdağ’ın Yahudi atalarından.
Müslüman gözüken Karayim Yahudileri
Hazarların Musevileşmesi meselesi son derece tartışmalı bir husus. Ancak Doğu Roma’da çıkardıkları fitne yüzünden sürgün edilen veya kaçan Museviliğin Karai mezhebine bağlı Yahudilerin Hazarlara sığınmaları ve özellikle bugünkü Kırım’a yerleşmeleri, Hazar hakanın da Musevileşmesinde etkili olduğu bilinir. Zengin ve dalavereci Karai Yahudileri muhtemelen Kırım'da yaşayan bazı Türkleri etkileyerek kendilerine benzetir. Ardından Musevileşen Türkler daha sonra 'Karaim' adıyla anılırlar ki, bugün ülkemizde Müslüman gözüken hayli varlıklı ve etkili Karaim/Karayim Yahudileri vardır. Çoğu Kırım’dan Anadolu’ya göç etmiştir.
Hazarlar 969’da yıkılıp gitmiş ise de aradan geçen bin yıldan fazla sürede Hazar Museviliği bir türlü netliğe kavuşturula bilmiş değil. Sadece Musevilikleri değil, özellikle Anadolu üzerindeki menfi etkileri hâlâ sürmekte ve tartışılmakta.
Endülüs sürgünü
Yahudiler Endülüs devletlerinde özellikle son Endülüs devleti olan Gırnata (Granada) Emirliği asrında ciddi bir güce eriştiler. Yahudiler Gırnata Sarayını ele geçirmiş ve Veziri Âzamlık makamına kadar yükselmişti. Bazı kayıtlara göre son veziri azam da bir Yahudi’ydi. Osmanlı’nın son dönemindeki benzerlik bir yana dursun, Medine Yahudilerinin alçaklığına şahitlik etmiş Medineli Sahabilerden Sa'd bin Ubade’nin torunlarınca kurulan Endülüs Gırnata Emirliği’nin tarihten ders almaması bize ders olmalıdır.
Endülüs’ten Hıristiyanlarca sürülen Yahudiler Avrupa’yı dolaşmış, hiç kimse kabul etmemişti. Nihayetinde Osmanlı’nın kapısına gelmiş, Beyazıt Han akreplere ekmek, su ve yer vermiş, insanca yaşamaları imkânını lütfetmişti.
2. Selim (Sarı)'in hanımı dolayısıyla da 3. Murad'ın anası Nurbanu Sultan, Endülüslü bir Marrano Yahudi’sinin kızıydı. Yani banker ve tüccar olan Yasef Nassi'nin... Nassi, engizisyondan korktuğu için Hıristiyanlığı kabul etmiş gibi gözüktü ve Osmanlı'ya sığındıktan sonra da Museviliğe geri dönmüştü. Osmanlı'da Galata Bankerliği denilen gizli faizcilik ve tefecilik hareketini başlattı. Osmanlı'nın altın sikkelerinden parçalar çalıyordu. Bunu çevresindeki Yahudilere de öğretmekteydi. Osmanlı altınlarından parçalar çalarak zenginleşen bu leş kargaları, Osmanlı’yı enflasyonla tanıştırdı. Bunların zulümlerinden bıkan 3. Murad, bunları saraydan kovup, mallarını hazineye aktardı, özellikle de dedesi Yasef Nassi’nin…
Çanakkale karşılaşması
Müslümanlar, Yahudilerle ilk defa ne 7 ekimde ne de yüz yıl önce Filistin cephesinde karşılaştı. İlk karşılaşma, Medine’de olsa da aradan uzun zamanlar geçti ve bundan tam 109 sene önce Çanakkale’de göğüs göğüse çarpıştılar.
Mehmetçik kan ve ateş içerisinde vatanını savunurken, karşısındaki müttefik güçler arasında tuhaf bir birlik de vardı: Siyon Katır Bölüğü!
Ekmek, su ve yurt verdiğimiz Yahudi, kendisini kovan, öldüren Avrupalıyla bir olup gözümüzü oyduğu yetmiyormuş gibi canımızı da almaya gelmişti.
Çanakkale Savaşında İngilizlerle bize karşı savaşan "Sion Katır Bölüğü" aynı zamanda Filistin işgaline başlayacak ekipti.
Yahudi lejyonu
Bölüğün kuruculuğunu Joseph Trumpeldor ve Ze’ev Jabotinsky adında iki Rus Yahudi’si yapmıştı. Filistin’e gitmiş, Cemal Paşa tarafından kovulunca Mısır’a geçmişler ve hızlı birer Siyonist olmuşlardı. Birinci Cihan Harbi’nin çıkması üzerine İngilizlere, bir Yahudi askerî birliği teşkil edip, birliğin Türklere karşı savaşmasını teklif ettiler. Teklifleri önce geri çevrildi, sonra ise kabul. 1915 Mart’ında kurulan ve Yarbay John Patterson’un kumandasına verilen birlik, 17 Nisan’da gemilerle Çanakkale’ye getirildi.
İngilizler, Siyon Katır Bölüğü’nü 1916 Mayıs’ının sonunda Çanakkale’den Filistin’e gönderip General Allenby’nin emrine verdiler. Birliğin adı “Yahudi Lejyonu” oldu, dünyanın dört bir tarafından Yahudi gönüllüler topladı ve Allenby’nin yine bize karşı başlattığı harekâta katıldılar.
Roma ordularının milâttan sonra 70’te Kudüs’te bunları yerle bir etmelerinden sonra Yahudiler açıktan hiçbir zaman bir orduya sahip olamamışlardı. Bu 1844 yıl sonra yaşanan bir ilkti. Yahudiler kendilerini yok edenle değil kendilerine kucak açana karşı ordu kurup savaşa girişiyordu.
Evet, sayıları azdı ama mühim olan sayı değil, bunun bir ilk oluşuydu. Dahası hep kendilerine kol-kanat gerenlere yönelik oluşu da başka bir gariplikti. Aslında söz konusu olan Yahudi olunca hiç bir şey garip sayılmazdı. Gariplik Yahudi’de değil, Allah’ın ikazlarına rağmen bizim onu tam olarak tanımamamızdaydı.
Murat Bardakçı bu durumu şu cümlelerle kaleme almıştı: “Bu bilgilerin tümü gerçek ve daha fazlası; dünya ordularını yakından tanıyan, Güney Afrika’daki Boer Savaşı’ndan Çanakkale Savaşı’na kadar çok sayıda savaşa katılmış olan, savaşı bir zevk ve romantizm olarak görebilecek kadar gözü dönmüş bir yarbay olan Patterson’ın kitabında yer alıyor.
İstanbul’un düşürülmesini ‘tarihin akışını yeniden değiştirecek destansı bir olay’ olarak düşleyen ve işgalin bu yüzden yapıldığını belirten yazar, 1947’de ölür. Kendisinden altı hafta sonra ölen karısı ile birlikte yakılır ve külleri Filistin topraklarına serpilir.
Çanakkale Savaşı’na katılan “Siyonistler” ise bugünkü İsrail Ordusu’nun temelini oluştururlar. Cephede Osmanlı’ya karşı savaşan “Siyon Katır Bölüğü” askerlerinin arasında ilginç isimlere rastlıyoruz. Bunlardan biri, İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967’deki 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de vardır.”
‘Gelibolu'ya gidiş, Siyonizm'e yepyeni ufuklar açmıştır’
İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un hatıralarından oluşan “Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” adlı eser, Gelibolu Harekâtında Zion Mule Corps (ZMC) / Sion Katır Birliği Komutanı olarak yaşadıklarını anlatıyor. Korkaklıklarıyla da şöhretli Siyonist Yahudilerin, Çanakkale’de savaşmayı öğrendikleri kesin. Çanakkale’de Filistin’i ele geçirme özgüvenine erişen Siyonistlerin, Çanakkale Savaşı’nda örgütlenmesini sağlayan Ze’ev Jabotinsky bu gerçeği şu cümlelerle dile getiriyor: “Savaşmak açısından Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm’e yepyeni ufuklar açmıştır.”
Yine Ze’ev Jabotinsky’in bir başka itirafı da Mete Tuncoku’nun Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan “Çanakkale 1915 Buzdağının Altı” kitabında şu şekilde yer alıyor: “Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Bildirisi ile Filistin’de yurt edinme sözü aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir.”
‘Büyük Siyonist imparatorluğu’ hayali
Bu hususta bu kitap vesilesiyle 2011’de kaleme aldığımız “İsrail Ordusu, Çanakkale’de kuruldu” başlıklı yazımızdan iktibas yapalım:
Son iki yüzyılın siyaset tarihi gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Mısır’dan Trabzon’a uzanan hinterlantta ‘Büyük Siyonist İmparatorluğu’ kurmanın adımlarının ilmek ilmek dokunduğunu görürüz. Bugün, Uzungöl’de dağları santim santim dolaşanların bu amacın oyuncuları olduğunu, küresel ve mahalli ölçekte tohumları ele geçirerek, hayatımızı da ele geçirme gayretlerinin buna matuf bir girişim olduğunu göz ardı etmemek gerek.
Bugün dünyanın en büyük servetine sahip aile imparatorluğunu kuran büyükbaba ‘Mayer Amschel Rothschild’in, Osmanlı’nın dağılmasıyla, Filistin topraklarının en verimli yerlerinin Siyonist Yahudilerin eline geçmesini sağlamak için 2 milyon Sterlinlik bir fon tahsis ettiğini, bugün olduğu üzere kontrolü altındaki İngiliz Hükümeti’ne baskı uygulayarak, Balfour Deklerasyonu’nu yayınlattığını, bununla da yetinmeyip Hitler ordusundaki Siyonistleri harekete geçirerek Filistin topraklarına gitmek istemeyen fakir Yahudilerin katledilmesini teşvik edildiğini de hatırdan çıkarmamak gerek.
Osmanlı’nın hiçbir savaşını övmeyen resmi tarih kitaplarımızın, Mustafa Kemal’in de katıldığı Çanakkale Savaşı’nı övmesi anlaşılabilir bir şey. Fakat Afrikalı Müslümanlardan Avustralyalı Anzaklara kadar bu savaşa katılan herkesi tek tek zikreden, hatta aralıksız bir şekilde ‘Arapları arkamızdan vurdular’ tezini işleyen resmî tarih kitaplarının Siyonistlerden tek kelimeyle bile olsa bahsetmemesi basit bir hata olmaz.
Günümüz dünyasında Yahudi’yi, emellerini, yapabileceklerini iyi bilmek gerekir. Ancak ihmal ettiğimiz en mühim noktalardan biri ise kendimizi tanımamak. Evet, Yahudi’nin yapabilecekleri var ise bizim de asırlardır yaptıklarımız var. Yahudilerle ilgili çok kitap okumak onların büyüsüne kapılmaya sebebiyet verir. Biz, Yahudi tarihinden çok kendi tarihimizi okumalıyız. Dünyada son bir asırdır tarihini en az bilen kavimlerden biri muhtemelen Türklerdir. İslamcı çevreler tarihi Türklersiz, milliyetçi çevreler ise tarihi İslamsız okumaya kalkınca bir netice elde edemeyeceklerini artık görmeli.
Filistin’den gelecek zafer muştularının dirilişimize vesile olması niyazıyla.