‘Türkler çıldırmış gibiydi...’

‘Türkler çıldırmış gibiydi…’
‘Türkler çıldırmış gibiydi…’

Adana’dan Diyarbakır’a Hatay’dan Malatya’ya kadarki havzada büyük bir yıkıma neden olan zelzele, bölge insanı ve Türkiye için şüphesiz büyük bir acı ve maddî bir külfet sebebiyet verdi. 28 Şubat soygununun trilyon dolarlık faturasını bile ödeyen bu millet, sömürgeci zenginlerin duyarsızlığına rağmen bunun maddî yükünü göğüsler. Oysa bu işin zâhirî yani görünen kısmı. Meselenin bir de bâtınî veçhesi var. İşte bu hususta şimdilik hiçbir bilgi sahibi değiliz. Hâdiseler ve zamanın neye gebe olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, bir zorluktan sonra kolaylığın geleceği…

Zîra, Allah Azze ve Celle bu hususta İnşirâh 5-8’nci Ayet-i Celilelerinde meâlen şöyle buyurur: “Zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var. O hâlde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ve yalnız Rabbine yönel!”

Demek ki bize düşen hayır dilemek ve beklemek. Çünkü şer sandığımız şeylerde büyük hayırlar vardır. Belki altından hiç kalkamayacağımız büyük belaları savmıştır. Hani tüm şom ağızlılar İstanbul için büyük bir zelzele bekliyor ve herkesi korkutuyorlardı ya... Kiminin beklediği, kiminin büyük bir iştahla arzu ettiği İstanbul depremi, Kahramanmaraş depremine de benzemezdi.

2021’de Hakka yolcu ettiğimiz Ahmed Tomor Hoca Efendi bir sohbetinde diyor ki: “Allah-ü Teâlâ bir topluma büyük âfet verdikten sonra arkadan hemen yeni bir âfet daha vermez. Âdetullah budur. Bütün toplumlarda böyle olmuştur. Neden? Çünkü arkadan gelen neslin düşünmesi için zaman tanır. Elbette yine de Allah bilir ama âdetullah böyle gösteriyor.”

Dünyanın vicdanı olan Türkiye’mizin bu son felaketle uzun bir süre musibetleri savmış olmasını niyaz ederiz. Ama bu bize inşirâh verirken rehavete de neden olmamalı. Toplum olarak değişmek, dünyevileşme uğruna yitirdiğimiz ahlâkî meziyetlere yeniden sarılmak zarureti var.

Maraş merkezli felaket sonrası Türkiye’ye gelen Fransız bir gazeteci, yardım seferberliğimizi “Tırlar sanki freni kopmuş gibi gidiyorlardı, Türkler çıldırmış gibiydi…” diyerek tarif ediyor. Bu bizim âlîcenaplık nişanemizdir ve bu dayanışma ruhunu çarşıpazarda, tüm meslek dallarında, eğitimde, sokakta, sosyal medyada da göstermemiz gerekiyor.

Bugün kime hangi sektör hakkında bir bahis açsanız veya bilfiil bir ihtiyacı gidermek için herhangi bir sektörle ticârî münasebette bulunsanız lime lime döküldüğümüzü görürsünüz. Biz bunu son bir yılı aşkın süredir devam eden enflasyonist zaman diliminde hep birden bir kez daha yaşadık. İhtikârın, karaborsacılığın, vurgunculuğun, yalanın, talanın her nevine şahitlik ettik ve etmeye de devam ediyoruz.

Bu yazıyı kaleme almadan birkaç gün önce üstelik asrın felaketinin acıları sürerken Malta çarşısındaki bir firmaya bir malzemenin kalite ve fiyatını sordum. Satıcı -her zaman yaptıkları gibi- çok iyi olduğunu bugüne kadar hiçbir şikâyet almadıklarını belirtti. Satın aldım, tam çıkmaktaydım ki hangisi olduğunu bilmediğim bir mâmülün imalatçısı olduğu anlaşılan kişi geldi. Bize hiçbir şikâyet almadığını söyleyen satıcı, adamın selamının hemen ardından ilk cümle olarak mâmüllerinizden kimse memnun değil dedi. Adam da ‘olmaz, bizim müşterilerimiz memnundur’ diyerek savundu mâmülünü…

İşte bu ahlâksız hâl, bizim ahvalimiz değil ve olamaz da. Yalan virüsü bir salgına dönüşmüş... Efendimiz (s.a.v.) bir malı alırken kötülenmesi ve satarken de aşırı övülmesini nehyetmiştir. Eski seyyahlar gittikleri şehirlerin çarşı-pazarını gezip o şehirde yaşayanların ahlâkı hakkında yeterli kanaate eriştiklerini yazarlar.

Özellikle Diyanet başta olmak üzere ilgili tüm müessese ve oluşumların bu hile, aldatma, yalan ve düzenbazlıklar hakkında büyük bir çaba içine girmesi gerek. Kamu ve özel sektördeki mesai hırsızlığı, israf ve zorbalıklar ve trafikteki hâlimiz bizim kimliğimiz değil ve olmamalı.

Helâl-harama riayetsizlik, her nevi hırsızlık, aldatma ve düzenbazlıkları terk etmediğimiz takdirde biz dünyanın vicdanı olmayız. Tebliğcisi ve yöneticisi de…

Bazıları için bu değişim güç ise de hiç olmazsa çocuklarımızı daha güzel terbiye etmeli, daha iyi bir eğitimden geçirmeliyiz.

Asıl yıkım, can ve malların binaların enkazında kalması değil, nesillerin düşmana benzeme enkazının altında kalmasıdır. Asıl korkmamız gereken şey; ahlâksızlıklar, fitne, her nimet ve imkânın israfıdır. Ekmeklerin çöpe atılmasını dert ettiğimiz kadar ömürlerin, nesillerin çöpleştirilmesini de gündemimize almalıyız.

Nurdağı’nda enkazdan 138 saat sonra bir kız çocuğu kurtarılma anında “LGS sınavı olacak mı” diye soruyor. Bunu azim olarak değerlendirmek doğru değil. Aksine çocukları bu hâle getirmenin nasıl bir vebal olduğu üzerinde düşünmek zorundayız.

Deprem âfet midir? Elbette âfettir. Daha etkili tedbirler alırsanız daha az hasarla veya hasarsız da atlatabilirsiniz depremi. Ama nesilleri kaybettiğinizde yüzlerce yıl toparlanamazsınız!

Zelzele bize daha sağlam zeminde meskenler inşa etmemiz gerektiğini, binaların altını dükkân yapmamamızı, yüksek binalardan vazgeçmemizi, çalanın kendi geleceğinden çaldığını, hırsızlığın, hukuksuzluğun, kifayetsizliğin bize büyük maliyetler getirdiğini başımıza vura vura öğretti.

Öğretemediği ise betonun bizi betonlaştırması. Beton ömrü az, hilesi çok, rijit, sıhhatsiz, ruhu olmayan bir yapı malzemesi. Buna rağmen betondan uzaklaşmaya dair hiçbir emare yok. Çünkü mühendislere, mimarlara beton dışında hiçbir şey öğretilmiyor. Ezici çoğunluğu şabloncu. Alçı dekoru ve alçıpan denilen sağlıksız ve rutubetli bölgelerde küf, dolayısıyla hastalık yayan, buna rağmen binaları estetikmiş gibi gösterip, yapı ayıplarını gizlediği için tercih edilen malzemeler; bina yıkılmasa bile hızla düştükleri için ölüm ve yaralanmalara neden oldular. Akıllanmak için daha neyi bekliyoruz?

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yeni yapılacak binaların sağlam zeminde az katlı olacağını, binaların altına dükkân yapılmayacağını açıkladı. Bunlar güzel ve isabetli adımlar. Keşke bu binaları tek veya iki kata indirseler. Betondan uzaklaşsalar. Ayrıca yeni şehirler kurulduğuna göre İslam şehir modeli esas alınsa... Merkeze cami, çevresinde kamu binaları, dış halkaya işyerleri, biraz mesafe koyup en dış halkaya mahalle kültürünü sağlayacak şekilde meskenler kurulsa…

Deprem şartları bizden çok farklı olan Japon örneğinin artık kabak tadı verdiğini biliyoruz. Pek kimse kendi tarihimize ve örneklerimize bakmıyor. Anadolu’nun her yeri Japonların da ilham aldığı misallerle dolu.

Mesela Süleymaniye ve diğer örneklerde olduğu üzere, binaların depreme dirençli/rijit yani etkili bir kuvvete mâruz kaldığında yapısını koruyarak kaskatı duran binalar değil, esnek yapılara ihtiyaç var. Bunu ahşapla, taş ahşap karışımı ile pekâlâ yapabiliriz.

Kenevirden tuğlalar yapıp daha sıhhî evlere kavuşabiliriz. Patlamış perlitli çatı ve kat aralığı kaplamasıyla daha hafif, yanmaz ve güçlü izolasyona sahip yapılara erişebiliriz. Zemini sağlam, toprakla irtibatı kesilmiş temele gelen kuvvete karşılık veren değil, esneyerek yıkılmayan binaları bugün yapamayacaksak ne zaman yapacağız?

Mahremiyeti ihlâl, komşuluğu yok ettik. Alt kattakinin üstünde tepinilen ve kimsenin kimseyi tanımadığı binalar yaptık. Yaşanan değil, mahkûm olunan mekanlara çevirdik evlerimizi. Bu yapılardan kurtulma vakti geldi ve geçiyor. Allah (c.c.), deprem ile bize, İslam şehri kurmamız için büyük fırsat sundu ve bunu iyi değerlendirmek gerekiyor.

Bugün Türkiye’nin her nevi yerleşim alanı ülke topraklarının yüzde 5’i kadar. Ülkede 10 milyon hâne kiracı. Hiç meskeni olmayan hânelere 500 m2 mesken arsası üretilse (hesap hatası yapmamışsak) sadece 5 milyar metre eder. Yani 5 bin km2 hepsi bu. Diğer altı yapı alanları ile 6-7 bin olsun... İnsanları onlarca kat üst üste yığmak mı, Batıda olduğu gibi geniş alanlara az katlı olarak yaymak mı daha doğru? Amerika’nın ahşap market mesken çözümü (Wooden House) bizim için en iyi çıkış yoludur.

Amerika’da geliştirilen yüzlerce tip projeden birini seçip, bu hususta mütehassıslaşmış firmalardan birine ev sipariş edebiliyorsunuz. Hiç eliniz değmeden kısa sürede evinize kavuşuyorsunuz. Türkiye’de kaçak yapı bir dert, resmî ev yapmak ise ölümlerden ölüm beğenmek. Oysa keşfedilmiş ve tecrübe edilmiş modeller, Türkiye’nin mesken meselesini kalıcı olarak çözer.

Bir diğer husus ise dosyalarımızda göreceğiniz üzere şeytanlaşmış tiplerin sebebiyet verdiği fitne. Allah-ü Teâlâ bize (Bakara 286) fitnenin adam öldürmekten daha kötü bir fiil olduğunu bildirir. Fitne, bir yurdu talan eder, huzuru bozar. Düşmanların maskarası veya beyinsizlikleri yüzünden fitne çıkarmaya çalışan pek çok kimse var ve bu hususta terbiye ve terbiye edici müeyyide şart.

İnsanlar enkaz altında kurtarılmayı beklerken devletin otoritesini sarsma ve iç huzursuzluk çıkarma girişiminde bulunanlara gereken yapılmadığı zaman fitne daha büyük dertlere sebebiyet verecektir. Alçakları yapanların yanına kâr kalması durumunda işte asıl yıkım o zaman yaşanır.

Ne buyurmuştu Hz. Mevlânâ: “Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük. Bir başka bahar için sadece yaprak döktük.”

Vesselam!