Türkiye penceresinden İran protestoları
16 Eylül’de Zorunlu Başörtü uygulamasını denetleyen İran Ahlâk Polisi tarafından gözaltına alındığı sırada hayatını kaybeden Mehsa Emini adlı genç kız, bugün hâlâ devam eden isyan ateşini yakmış oldu. Medyanın devlet tekelinde olduğu, muhalif görüşlere nefes aldırmayan İran’da sokaklar sık sık halk protestolarıyla tarihi süreçteki önemini hatırlatmış oluyor. Enerji zengini İran halkının büyük çoğunluğu asgarî geçim şartlarını dahi temin edemiyor, bu durum geniş memnuniyetsizliğe yol açıyorken toplumsal ve bireysel özgürlükler konusundaki kısıtlamalar da ekonomik refaha erişen azınlığı rejim muhalifi yapmaya yetiyor. Önceleri on yılda bir çıkan büyük ölçekli gösteriler artık birkaç aylık periyotlara indi, sık sık tekrarlanıyor. Rejimin güvenlik sigortası olarak gördüğü kitleler arasındaki çatlaklar, kadınların ön planda olduğu hareketle birleşerek rejimi devirme hedefine odaklanmış gözüküyor. 1979 yılında gösterime giren dizinin son sezonuna geldiğimiz bu aşamada, final bölümünün nasıl ve ne zaman olacağı esas soru haline geldi. İran’da olup bitenleri uzman kişilere sorarak tahlil ediyor, Türkiye’ye muhtemel etkilerini masaya yatırıyoruz.
Aslen İran Türkü olan Siyaset Bilimcisi ve İran Uzmanı Arif Keskin, İran’ın iç ve dış siyasetini 20 yılı aşkın bir süredir yakından takip ediyor. Keskin, ayrıca İran sosyolojisine hâkim olduğu için bu tür toplumsal hareketlerin nereye evrileceğini de kestirebilen biri. Dolayısıyla İran’ı konuştuğumuz ilk isim oldu.
İran’daki protestolar 3. ayına ulaşırken geçtiğimiz günlerde 2019 Kasım ayı protestolarının anısına 3 gün grev çağrısı yapıldı. Ülke genelindeki çarşı ve pazarların buna büyük ölçüde destek verdiğini gördük. Protestolarda yeni bir sayfa açıldı diyebilir miyiz?
Aslında 15 Kasım’da yeniden başlayan protestolarla yeni bir aşamaya girildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İran yönetimi protestolar başladığı zaman bunu bir haftada bitireceğini düşünüyordu. Ama böyle olmadı ve devam etti. Daha sonra zamana yayarak zayıflatabileceğini düşündü, bu da olmadı. Son olarak ise protestolar son derece zayıf ve devlet bunu bir yönüyle kontrol ediyor iddiasında bulundu. 15 Kasımda protestoların tekrar geniş bir şekilde alevlenmesi, İran yönetiminin bu iddialarını tümüyle reddetti. Hâdiseler gösteriyor ki, protestolar kendi tabanını ve söylemini bulmuştur. Çok çeşitli toplumsal tabandan destek gören, zihin ve hissiyat olarak desteklenen hatta pratikte sahaya gelmeyenlerde bile karşılık bulan, siyaset sahnesinde kendine özgü bir hareket olarak doğmuştur.
Yenilmezlik efsanesi yıkıldı
Peki, bu neye sebep oldu? İran rejiminin bir yenilmezlik efsanesi vardı, insanlar bu rejim hep kalacak, yenemeyiz düşünüyorlardı; bu aşamadan itibaren bu yenilmezlik efsanesi darbe aldı. Daha önce de sarsılan korku duvarı daha çok sarsılmaya başladı. Toplumun önemli bir kesimi açısından cesaret ve moral verici oldu. Protestoların birilerine veya dış mihraklara bağlanmaktan daha derin kökleri olduğu anlaşılınca yönetimin içinde yeni bir ihtilaf alanı ve çatışmayı beraberinde getirdi. Muhalifler psikolojik üstünlük kazandı. Öte yandan protestolar dünya kamuoyunda artık geçici olarak görülmeyen bir hareket kisvesine büründü. Artık irşat devriyeleri ve ahlâk polisleri gibi devletin özel alana müdahale araçlarında ciddi bir geri adım zorunlu olacak.
Diğer önemli nokta da şu ki, bu protestolar sadece sokaklarla sınırlı değil. Üniversiteliler, esnaf ve toplumun hemen her kesiminden ciddi destek görüyor ve bu sadece sokaktaki güç dengesiyle ölçülebilecek bir şey değil. Sokaklar, üniversiteler, okullar, fabrikalar ve çarşı-pazar protestoların farklı veçheleriyle girebilecekleri alandır artık.
Lidersiz ve amorf bir halk hareketi
Geçmişteki protesto örneklerinde sahada olan insanlar taleplerini elde edemeyip müşahhas bir sonuca varamayınca hayal kırıklığına uğruyorlardı. Fakat bu defa tepki gösteren her kadın adeta bir zafer göstergesi gibi. Sizin tahliliniz nedir?
Bu protesto gösterilerinin en önemli özelliği yaşam tarzıyla ilgili olmasıdır. O nedenle nerede olursa olsun her birey mücadele örneği gösterebilir. Yâni sen eğer bir kadına zorunlu tesettür dayatıyorsan her an, her yerde bunu bir eyleme dönüştürebilir. Buradan hareketle protestolar bir direnişe dönüşebiliyor. Direnişten kastım şu, insanlar bulundukları her yerde istedikleri gibi davranarak hâkim siyasî fikri geriletiyorlar. Bu sadece sokağa endeksli değil. Protesto denildiğinde sadece sokak anlaşılıyor ama direniş sokakla birlikte her şeyi kuşatıyor.
İran’daki diğer protestolardan önemli farkı da bu protestoların lidersiz ve amorf yani belli bir kalıbın dışında olmasıdır. Şekilsizdir, biçimsizdir, mahallesi yoktur. Yani bir alan hâkimiyeti iddiasında değildir. Bir yeri ele geçireyim, orayı vermeyeyim gibi bir amacı yoktur.
Protestoların bir teşkilatı ve lideri olmaması zayıf noktası olarak değerlendiriliyor. Sizin yorumunuz nedir?
Tam aksine ben bu noktayı protestoların gücü olarak görüyorum ve eleştirileri yanlış buluyorum. Bunun lideri olursa hemen yok ederler. Bunu neden yok edemiyorlar? Çünkü bunun başı yok. Buradan kovuyorsun oradan geliyor. Ama örneğin Yeşil Hareketi zamanı (2009) ne yaptılar? Temsilcileri belliydi diyelim, temsilcilerini içeri aldılar ve hareketi bitirdiler. Yâni ortada bir beyin yok ki onu alarak felç etsinler. Bu protestoların beyni de, kolu bacağı da kendisidir ve bundan dolayı hibrit ve amorftur, bu da güç noktasıdır. Zaten totaliter yönetimlere karşı başka şekilde mücadele edemezsiniz, başka bir şansınız yok. Şu an devlet kimi gözaltına alacağını bilmiyor. Yoksa alırlardı iki kişiyi, itiraf ettirirlerdi, biz yanlış yaptık dedirtir ve olayı bitirirlerdi. Ama şimdi kontrol etmesi mümkün değil. Hatta kontrolün ötesinde öngöremiyor çünkü öznesi belli değil, sahibi belli değil, anonim bir halk hareketi. Aslında bu protestoların başarı ve kuvvet noktası budur. Liderler belki bir sonraki aşamada ortaya çıkacak.
Azerbaycan işi başlatmaz ama bitirir
Bu protestolarda İran Türklerinin sahada yeterince görünmedikleri yorumu var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz.
İran Türklerinin, Azerbaycan bölgesinin siyasî tarzı böyledir. Azerbaycan 1906’da meşrutiyeti başlatan olmadı, daha sonra geldi. 1979’da devrimi başlatan olmadı, daha sonra geldi. Sattar Han’ın güzel bir cümlesi var; “Azerbaycan taş kazandır, geç ısınır, geç soğur”. Yâni Azerbaycan politik sürece başından itibaren acul değil. Azerbaycan’ın sürece dâhil olması zaman alır. Ben bunu yadırganacak bir şey olarak görmüyorum. Biraz geç hareket eder ama şu an itibariyle Tebriz ve diğer Türk kentlerine baktığımızda diğer illerden daha fazla sahadalar. Bu tartışmalarda “Azerbaycan eski gücünü kaybetti, eski misyonu yok. Meşrutiyet dönemindeki gibi değil” yorumlarını kabul etmiyorum. Azerbaycan’ın yavaş yavaş sürece dâhil olup belirleyici rolü üstleneceği kanısındayım. Azerbaycan işi başlatan değil bitirendir. Hâlâ iş başlangıç safhasındadır.
Meseleye dışarıdan bakanlar rejimin varlığını bölgesel ve küresel denklemin hayrına görüp, bu yüzden değişmesine ihtimal vermiyorlar. Bu yorum ne kadar doğrudur? Rejim değişir mi?
Şu an zaten değişti, değişmek zorunda kaldı. Eskisi gibi hareket etmek için önce protestoları bitirmesi lazım. Bakalım bunu yapabiliyor mu? Yapamıyor. Meseleye böyle bakanlar, devlet merkezli düşünüyorlar ama ortada bir toplum gerçeği var. Toplum gücü ortaklık sürecinde aday haline geldi. Buradan bakıldığında rejim değişmek zorunda ve bu zorunluluk kendi iradesiyle ilgili değil. Bunu protestolar dayatıyor ve bu değişimi zorunlu hâle getiriyor. Ama rejimin yerine başka bir şeyin gelmesi zaman alır. Bunun belli bir süresi var. Geri sayım başlamıştır ve bunun önünde ne İngiltere’si ne Amerika’sı ne Fransa’sı, hiçbir güç duramaz. Burada temel soru, ne zaman olacak ve nasıl yapılacak? Eğer hâlâ rejimin protestolardan önceki gibi yoluna devam edeceğini düşünenler varsa İran’daki sürecin derinliğini ve boyutunu anlayamamışlar demektir.
Lobiler birlikte çalışıyor
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Eğitim Üyesi Prof. Dr. Serdar Demirel’den bir İran tablosu çizmesini ve Türkiye’ye yönelik etki çalışmalarını tahlil etmesini istedik.
İran’daki halk ayaklanmaları aylardır sürüyor ve inkâr edilemez bir gerçeklik hâline geldi. Ancak Türkiye’de bu gerçeklik pek algılanamıyor. Sizce bunun sebebi nedir?
Türkiye’de İran’ın gerçek manada anlaşılamamasının önünde birden fazla engel vardır. Bunların başında da farklı güçlerin lobi kuvvetleri gelir. Bu lobiler kimi siyasî partilerden, vakıflardan, derneklerden ve bir takım azınlık mezhep yapılarından oluşmaktadır. Bu anlamda bir Rus, Suriye rejimi ve İran lobisinden bahsedebiliriz. Bu güçlerin lobileri İran hususunda beraber hareket ettiklerinde ortaya ciddi bir lobi gücü çıkmaktadır. Suriye krizi başladıktan sonra bu lobiler beraber hareket ederek gerçekleri çarpıttılar. Bunların medyada, akademide, kimi siyasi partilerin içinde uzantıları mevcuttur. Bir partiden değil ulusalcı, solcu ve muhafazakâr birçok partiden bahsediyorum. Bunların İran lehine algı operasyonları Türkiye’de kamuoyunu etkilemiştir.
Bir de İran’a yakın dini azınlıklar gerçekliği vardır. İran’ın Caferi ve Alevi yapılar içinde etkin olduğu bilinir. Bu ilişki ağı içinde olanlar, İran’ın siyasi çizgisini meşrulaştıran, bölge politikalarının yıkıcılığını gizleyen ve İran’ı emperyalizme / siyonizme karşı savaşan bir güç olarak gösterenler olarak gerçekleri hatırı sayılır bir oranda çarpıtmışlardır. Ama artık bu türden algı operasyonları eskisi kadar etkili olmamaktadır.
Bir diğer konu ise komşu olmasına rağmen Türkiye İran’ı bizzat takip etmek yerine, genelde batının açtığı pencereden bakmaya çalışıyor. Niçin böyle yapıyor?
Birincisi bu durum sadece İran ile sınırlı değildir. Özelde komşu ülkeler genelde de bölge ülkelerle ilgili genel bir eksikliktir bu. Akademi ve gazetecilerimizin önemli bölümü bölge ülkelerini batılı kaynaklar üzerinden okuyup takip etmektedir. Bölgeyi bölge gerçekleri ve dinamikleri bağlamında, bunun küresel güçlerle irtibatını kurarak anlama girişimleri var ama bu hususta geç kalındı denebilir. Mesela Suriye’ye yönelik bazı yanlış kararların en önemli sebeplerinden birisi de budur. Bölgenin etnik ve dini yapılarını, dillerini, mezheplerin rolünü, tarihi arka planını, aşiretler arasında dengeleri bilen uzmanlar hayli azdır ve fakat çoğu zaman bu uzmanlara da danışılmaz.
İkincisi Türkiye’de başından beri İran’a sunulmuş krediler vardı. Şöyle ki; İran devrimi öncesi ve sonrasında Türkiye’de dini cemaatler ve dini düşünce üzerinde siyasetten eğitime kadar büyük baskılar yaşanmaktaydı. Bu zeminde Türkiye’deki ana akım Sünni yapılar İran’dan müspet beklentiler içerisine girdiler. Ancak İran bölgede devrim ihracı yapma ve Sünnileri Şiileştirme faaliyetlerine başlayınca ağır ağır bu kredilerini çekmeye başladılar.
İran süreç içinde Aleviler üzerinde yoğun çalışmalar yaparak kimi Sünni vatandaşlarda olduğu gibi onların bir kısmını Caferiliğe geçmeye ikna etti. Bunları da Türkiye içinde beşinci kol faaliyetlerinde kullandı.
Mezhebi anlamda Şiileştiremediği bir kısım insanı da siyasi anlamda Şiileştirdi. Bunlar siyasi duruşlarını tamamen İran’ın politikalarına göre belirlediler. Mesela Saadet Partisi’nde böyle bir kesimin olduğunu görüyoruz.
Türkiye’deki dindar kesimler üzerindeki dini baskılardan dolayı psikolojik sebeplerle İran’ın politikalarına karşı sessiz kalmayı tercih edenler ve siyaseten Şiileşmiş kesimler İran’ı anlamayı zorlaştırmıştır. Oysa İran’ı siyasi, kültürel, dini ve tarihi açıdan objektif kriterlerle değerlendirmeler pekâlâ yapılabilirdi.
Suriye kriziyle ve bunun getirdiği büyük yıkımla İran daha iyi anlaşılmaya başlandı. Ayrıca İran’ın Ermenistan’la ilişkileri, Azerbaycan karşısında Ermenistan’ı desteklemesi de bunda etkili oldu. Azerbaycan nüfusunun büyük çoğunluğunun Caferi olmasına rağmen İran’ın neden buradaki kardeşlerini değil de Ermenistan’ı desteklediği sorusu İran’ın ulusal politikalarını açığa çıkarmada önemli ölçüde etkili olmuştur denebilir. Bunu da Türkiye Caferilerinin bu hususta ikiye bölünmesinden anlayabiliriz.
İran’da devam eden protestolar giderek ülkeyi köklü değişime doğru götürüyor. Türkiye olup biteni nasıl takip ediyor? Muhaliflere yaklaşımı nasıl?
Türkiye’deki siyasi yapıların ideolojisi farklıdır. Başta CHP olmak üzere kendisini ideolojik olarak batı yanlısı konuşlandırmış siyasi yapılar Türkiye’nin doğusunu görmeme, oraya yönelik siyaset geliştirmeme gibi bir reflekse sahipler. Bunu misakı milliye bağlılık adına yapıyorlar. AK Parti’nin doğuya yönelik strateji geliştirme hamleleri bu partiler tarafından kuşkuyla karşılandı, eleştirildi ve karşı çıkıldı. Öncelikle bunu tespit edelim. Bu siyasi partiler ve onların akademi ve bürokrasi içindeki taraftarları Türkiye’nin doğuya yönelmesini engellemeye çalıştılar. Ortadoğu ile ilgilenmeyi Ortadoğu bataklığına saplanma olarak gördüler. Bunların İran’la da ilgilenmesi, gelişmeleri doğru okuması haliyle kolay değildir.
Ayrıca Suriye’den büyük bir sığınmacı nüfusu Türkiye’de yaşamaktadır. Bu sığınmacıların getirdiği ekonomik, siyasi ve kültürel yük, meydana getirdiği sorunlar halkın önemli bir kesimini tedirgin etmektedir. Türkiye’nin bu sorunları çözmesi için bölgesinde istikrar inşa etmesi elzemdir. Şimdi İran’da çıkabilecek bir iç savaş ihtimali ve buradan Türkiye’ye gelmek için yola çıkacak milyonları bir düşünün. 25-30 milyon civarında Azeri Türkünden, 3 milyon civarında Türkmen ve Türkiye sınırında yaşayan Kürt nüfusundan bahsediyorum. Böylesi bir göç krizi yaşanırsa Türkiye bunu kaldıramaz. Bu da İran’da meydana gelen son olaylara karşı teenniyle yaklaşılmasının önemli bir sebebidir.
Bir diğer husus da Türkiye’nin tüm doğu sınırlarında çok ciddi bir PKK sorunu vardır. Bu bir milli güvenlik meselesidir. Ülke daha çok bu meseleyle ilgilenmektedir. Türkiye İran rejim muhaliflerine destek verirse İran da PKK’ya daha güçlü ve aleni yardım etmeye başlar. Bu sebeple olsa gerek Türkiye’nin bu hususta açık taraf olmama gibi bir siyaset güttüğünü söyleyebiliriz.
Rejim İran toplumunu okuyamadı
Türkiye, Tahran Büyükelçiliğinde tercümanlık görevini yapmak üzere yıllarca İran’da bulunan İnönü Üniversitesi Fars dili ve Edebiyatı akademisyeni Doç. Dr. İsmail Söylemez’den, İran’daki hâdiseleri Türkiye penceresinden tahlil etmesini istedik.
Hâl-i hazırda İran’da devam eden protestoların çıkış noktası “Zorunlu başörtü uygulamasına” itirazdan başladı. Bu konuyu nasıl değerIendiriyorsunuz?
İran rejimi kurulduğu andan itibaren kendi toplumunu doğru okuyamadı, din üzerinden bir toplum kurgulamaya kalktı. Ramazan ayında restoranlar ve kafeleri kapattı ama 80 küsur milyon vatandaşı arasında oruç tutma oranı yüzde 18 olarak kayda geçti. Lâik, seküler bir yönetime sahip olan Türkiye’de ise bu oran yüzde 87. Yani lâik Türkiye’de vatandaşların yüzde 87’si oruç tutarken, İslâm Cumhuriyeti iddiasındaki İran’da bu oran yüzde 18’de kaldı. Namaz kılma olayında da veriler aynı şeyi söylüyor.
Malumunuz 79’da Humeyni yayınladığı bir fetvayla “Sokaklar İslam’ındır” diyerek kamusal alanda başörtü takmayı zorunlu hale getirdi. Şah zamanında, İslâm coğrafyasında başörtüyü yasaklayan ilk ülke de İran olmuştu. Baktığımız zaman bir uçtan diğerine savrulan bir İran ile karşı karşıyayız. Ayrıca uluslararası sistemde İran’ın üçüncü dünyacılık söylemi üzerinden küresel sistemle ayrışması, başka ülkelerle sürekli kavga ederek şiddete dayalı kimlik oluşturmaya çalışması da toplumsal kitleleri sürekli gerdi. Daha önce 2- 3 tane sosyal patlama yaşadık. Ancak bu sefer daha geniş bir halk protestosuyla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Bu da İran’ın ideal kimlik inşasının tamamen çöküşü demek oluyor.
Peki, rejimin ülke içerisinde kurmaya çalıştığı makbul vatandaş profili başarısız olmuşken nasıl Türkiye gibi dışa yönelik alıcı buldu?
İran ve Türkiye’de etnik yapı üzerinden ulus devlet inşâ edildi. Türkiye’de bu süreç Türk etniği üzerinden, İran’da ise Farslar üzerinden yapıldı. İran’da Türkler başta olmak üzere diğer halkların hakları yasaklandı. İran çok iyi biliyor ki ulus devletin çatlaması durumunda bu parçalanma temayülü bölgeye yayılacak ve bunun üzerine oynuyor. Ulus devlet, bölgemizde zehirli bir hançerdir. Küreselleşmeyle birlikte bu modelin boşa düştüğünü görüyoruz.
İkinci husus, İran, İsrail karşıtlığı söylemiyle İslâm Dünyasına hitap ediyor. Yâni içeride İrancı(Fars Milliyetçiliği) bir söylem geliştirirken dışarıya yönelik İslamcı bir politika sergiliyor. Üçüncü dünyacılık söylemi dış dünyada alıcı buldu. İran, Türkiye’nin lâik seküler bir ülke olarak modernleşme sürecinde yaşadığı acıları ustaca kullanıyor. Bunu özellikle ulusalcılara çok iyi pazarlıyor. “Kürtler sizde de var bizde de var” diyor. Şimdi 15 Temmuz olaylarında İran ajanlarının, ulusal parti ve Doğu Perinçek çevresinin öğrenci evlerinde yakalandığını hatırlayalım. Bunlar kapalı bilgi değil, medyaya yansımış açık bilgiler. Türkiye’de Hamaney’e bağlı vakıf ve dernekler, istihbarat birimleri muazzam bir harcama yapıyor. Maalesef Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Radyo Televizyon Kurumu bünyesinde oluşturulan TRT Farsça ve keza Anadolu Ajansının da Farsça sayfasının İran algısına hizmet eden haberler paylaştığını defalarca gördük.
Türkiye gerçekten İran nüfuzu karşısında bu kadar çaresiz mi?
Asla çaresiz değil. Türkiye kendi gerçeğiyle barıştığı ve ona göre iç ve dış politika geliştirdiği zaman aslında İran’ı ne kadar kendisine muhtaç ettiğini görecektir. 2010 çözüm sürecine, Millî Birlik ve Beraberlik olarak da değerlendirilen sürece İran’ın verdiği tepkiyi okuduğumuzda aslında Türkiye’nin elinin ne kadar güçlü olduğunu zaten görüyoruz. Türkiye kendi iç yarasını sardığında ötekine söz hakkı kalmıyor ki. 2010 ile birlikte Zaza dili ve edebiyatı bölümü açılması sürecine bakalım. Doğu illerinde Kürt dili ve edebiyatı sempozyumlarına, TRT Kürdi’nin açılmasına baktığımızda, İran buna nasıl tepki verdi? Zeminin elinden kaydığını görünce hemen Kürdistan eyaletinde, Kürt dili ve edebiyatı bölümü açılacağını duyurdu. Senendec merkezli Kürdistan Üniversitesi’nde, Türkiye ve Irak’tan katılanlarla bir Kürt dili ve edebiyatı sempozyumu yapıldı. Gilan eyaletinde, Gilek ve Talışça dil ve edebiyatı sempozyumu yapıldı ve bunların hepsi 2010 yılına sığdı. İl televizyonlarındaki Farsça olmayan dillerdeki propagandalar artırıldı. Tebriz’de bir Traktör maçına katılan Türkiye Büyükelçisinin tribünlerden çıkarılması meselesi gerçekleşti.
Türkiye içeride demokratik bir çözüm sürecini eğer başarılı bir şekilde sonuçlandırabilirse, İran’ı teslim alabilecek güce maliktir. İran bunu çok iyi biliyor. Bu yüzden Eski Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin 7 defa Kandil’i ziyaret ettiğini biliyoruz, hatta bu ziyaretlerin birinden dönerken trafik kazası geçirdiği malumunuz. 2011 yılında İran’ın Kobani’deki konsolosluk açma girişimleri ve YPG’ye Kürdistan kurulması üzerine toprak vaadi var. İran, Türkiye’ye karşı kartlarını bu kadar açık oynarken, Türkiye’nin de bunu yapması gerekiyor.
Türkiye’de İran rejiminin değişmesi çok fazla konuşulmuyor. Bunun küresel düzene aykırı olduğunu savunanlar var. Siz bu meseleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
İran’daki muhtemel bir değişikliğin hemen Türkiye’ye yansıyacağı ve bu yüzden Tahran rejiminin korunması gerektiğini düşünen ciddi bir kesimin varlığı aşikâr. Ancak Katar’daki Amerika-Taliban görüşmesini merkeze alarak baktığımızda eğer Afganistan’da son 40 yıla bakarak söylüyorum, ikinci bir İran inşâ edebilirlerse İran’daki ulus devlet ve rejimden vaz geçebilirler. Ancak Afganistan bunun farkında ve Taliban yönetimi ısrarla direniyor. Neden? Çünkü küresel gücün, İsrail’in bölgede var olabilmesi için tamamen kendi karşısına konumlanmış, İsrail kimliğinin ötekisi olan bir devlete ihtiyacı var. Çünkü bu topluluklar sosyolojinin bir gerçeğidir, kendisini öteki üzerinden inşâ ederler. Eğer ötekisi yoksa kendi varlıklarını sürdüremezler. İran’ın son dönemde sürekli İsrail ve Amerika vurgusuna bir de buradan bakalım.