Türkiye neden yükseliyor?
Salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünün içini elbette bu coğrafyanın insanları dolduracak. Bu dönemde millî ve yerli kurumlar büyük rol oynayacak. Bu kurumlar içinde yer alıp da mücadeleye omuz verenler, emperyalizmle iş tutup yeni bir yabancılaşma sürecine dâhil olmayacak. Bu dönem kendi mütefekkirlerini, mücadele insanlarını çıkaracak.
Bu yazı 27 Nisan 2020 tarihinde, Gerçek Hayat dergisinin 1018. sayısında yayınlanmıştır.
Michael Hardt ve Antonio Negri, “İmparatorluk” adlı kitapta dünya düzeni varsayımından hareketle kurulmakta olan yeni düzenle ilgili olarak iki farklı görüşü bir tarafa bırakmak gerektiğini söyler. Bu görüşlerden ilkine göre bu düzen dünya piyasasının doğal ve tarafsız gizli bir el tarafından yönetilen ahenkli bir konser gibi küresel güçlerin karşılıklı etkileşimi sonucu kendiliğinden doğar.
İkinci görüşe göre ise tek bir iktidar ve küresel güçlere, aşkın tek bir merkezî akıl tarafından dayatılan bir düzen vardır; bu düzen bilinçli ve kapsamlı planlarıyla tarihî gelişmenin çeşitli aşamalarına yön verir. Hardt ve Negri yeni düzenle ilgili olarak her iki görüşün de bir tarafa bırakılması gerektiğini özellikle vurgular.
- Yaklaşık 300 yıldır geçerli olan Batı merkezli dünya tasavvuru çökmekte olduğu için “İmparatorluk”ta ifade edilen görüşün ciddiye alınması gerekir.
Batı Avrupa ve Amerika’nın askerî ve siyasî egemenliği birçok alana sirayet ettiği için Batı merkezli bir dünya algısı geçerlik kazandı. Alıştığımız bu dünya çökmekte olmasına rağmen çoğunluk bunu göremiyor ve değişimi yukarıdaki iki ayrı kategoriye göre izah etmeye çalışıyor.
Batı’nın karşısında bir çekim merkezi olarak Asya’nın yükselişiyle birlikte Türk ve İslam dünyasına alan açıldığını görmemiz gerekir. Büyük ve kalıcı değişimleri birkaç on yıla göre izah etmek doğru değildir. Savaşta mağlup olup dağılmasına rağmen Osmanlı, Batı Avrupa emperyalist devletlerinin uzun süreli dünya hâkimiyetine çok büyük bir darbe vurdu. Osmanlı coğrafyası, dünyanın merkez coğrafyasıydı ve esasen Akdeniz’in etrafında şekillenmişti.
- Avrupalılar, başta Amerika olmak üzere Afrika ve Asya’da tartışmasız tek güçtü ve girdikleri her yerde mutlak bir hâkimiyet kurdular. Aynı güçler Osmanlı coğrafyasına yönelmekle kendi sonlarını da getirmiş oldular.
Osmanlı diz çökmeyeceğini göstermekle kalmamış, alternatif de üretmişti. Osmanlı’nın yenileşme tarihinden bugün de öğreneceğimiz şeylerin olduğunu düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı’na giden süreci Osmanlı’nın atılımları hızlandırdı. Özellikle Doğu ve Batı arasında Berlin’den Basra’ya uzanan alternatif yolun açılmasıyla Osmanlı coğrafyası yeniden merkez olacaktı. Bunun büyük bir güç gösterisi olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Osmanlı savaşta mağlup olmasına rağmen Avrupa’nın üstünlüğüne de son verdi. Bilindiği gibi bu savaşla birlikte Avrupa, geçici bir üstünlük elde etmiş olsa da coğrafyamızda tutunamadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görünüşte de olsa kolonyalizmin sona ermesi önemlidir.
Bugün Çin ve Hindistan’ın yükselişinden bahsediliyorsa bunu Avrupa’nın Osmanlı coğrafyasında kalıcı olamaması ile izah etmemiz gerekir. Avrupalı emperyalist devletler İslam coğrafyasında kalıcı olmak istemişler fakat mücadeleden güçlerini kaybederek çıkmışlardı.
Batı merkezli bir tarih anlayışı ile bu dinamik sürecin yorumlanması neredeyse imkânsızdır. Ya liberal demokratik görüşten hareketle düzenleyici gizli elin önemine inanıp kimliksiz ve tarafsız yorumlara ya da emperyal merkezleri kadir-i mutlak kabul ederek tanınmayan güçlere teslim olunur. Eski toplumların kendilerine yeni bir mesaj geldiğinde geleneklerinden uzaklaşmamalarını her zaman önemsedim. Bunun değişmeyen bir yasa olduğunu görmek gerekir.
“Yeniden Asya” fikri kendiliğinden doğmamıştır. Bunda Osmanlı’nın payı büyüktür. Batı dışında oluşan güç merkezleri, Türk ve İslam dünyasının kendine özgü bir siyaset geliştirmesine imkân tanımıştır. Hindistan ve daha sonra da Pakistan, Türkiye’nin Avrupa emperyalizmine karşı verdiği mücadeleden ilham almıştı. Bu ilhamı maddî koşullardan bağımsız olarak romantik hissiyata indirgemek dönemin koşullarını göz ardı etmek anlamına gelir. Daha doğru bir ifade ile bu, tarihi Avrupa devletleri arasındaki ilişkiden ibaret zannetmekten kaynaklanan bir körlüktür.
Türkiye’nin yükselişini ne piyasa güçlerinin karşılıklı etkileşimini yönlendiren kimliksiz gizli el ne de her şeye gücü yeten kadir-i mutlak merkezler ile izah edebiliriz. Avrupalı güçlerin kurduğu imparatorluklarda emperyal merkezlerle periferideki sömürge toplumları birbirine zıt varlıklar olarak kabul edilirdi. İmparatorluk çatısı altında bir araya gelen merkez ve çevrenin mutlak farklılığı hiçbir şekilde yok edilmedi.
- Türkiye’nin yükselişini merkez çevre ilişkisi ile izah etmek doğru olmaz. Merkez çevre ilişkisi geçerli olsaydı Fas’tan Mısır’a kadar, Nil’den Kafkaslara ve Balkanlara kadar bir zamanlar birlikte olduğumuz coğrafyanın sokakları Türkiye’nin sevincine bu kadar içten ortak olamazdı. Bu süreci yeni bir imparatorluğun yükselişi olarak göremeyiz.
Salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünün içini elbette bu coğrafyanın insanları dolduracak. Fakat oldukça hareketli bir dönem yaşayacağımızı öngörmemiz gerekir. Türkiye’nin etrafında yeni bir mücadelenin şekillenmekte olduğu açıktır. Bu dönemde millî ve yerli kurumlar büyük rol oynayacak. Bu kurumlar içinde yer alıp da mücadeleye omuz verenler, emperyalizmle iş tutup yeni bir yabancılaşma sürecine dâhil olmayacaktır. Bu dönem kendi mütefekkirlerini, mücadele insanlarını çıkaracaktır. Batıya bağımlılık dönemleri geride kaldı. Geleceğe damga vurmak isteyenlerin önünde geniş bir coğrafya açılıyor.