The Social DilemmaOk Jack, Dünya tamamdır
İlk zamanlar iletişim kolaylığına aldanıp sosyal mecraları kullanan insanlar, artık bu ağların pek çok olayı yeniden şekillendirdiğinin farkında. Ancak farkında olmak yetmiyor, çünkü bağımlılık aşamasına çoktan geçmişiz bile. Netflix’in tüm dünyada izlenme rekorları kıran yeni belgeseli “The Social Dilemma (Sosyal İkilem)” tam da bu konuya değiniyor. Peki ya sosyal ağların sorunu sadece bağımlılık değilse... Düzeni boz, kutuplaşmayı kullan, gerçekle yalanı karıştır, ok Jack, dünya tamamdır, hoş geldin kaos.
İnternetin hayatımıza girmesiyle birlikte ortaya çıkan sosyal ağlar, neredeyse bütün insanlığın ortak bağımlılığı ve sorunu haline geldi. Sosyal medya trendlerine göre hayatını şekillendiren, sosyal medyada fark edilmek için her türlü şaklabanlığı deneyen, fenomenlerin gittiği mekânlara gidip, yediklerini yiyen, içtiklerini içen, giydiklerini giyen bir kitleyle karşı karşıyayız. Önceleri gençlerdi, sonra orta yaşlılar derken en azından bir Facebook hesabı olmayan yaşlı yok artık. Genç veya orta yaşlı fark etmeksizin sosyal medyanın ağına düşen herkes son zamanlarda aynı şeyi sorgular oldu: Yoksa ben bağımlığı mıyım?
İlk zamanlar iletişim kolaylığına aldanıp bu mecraları kullanan insanlar, artık bu ağların pek çok olayı yeniden şekillendirdiğinin farkında. Ancak farkında olmak yetmiyor, çünkü bağımlılık aşamasına çoktan geçmişiz bile. Netflix’in tüm dünyada izlenme rekorları kıran yeni belgeseli “The Social Dilemma (Sosyal İkilem)” tam da bu konuya değiniyor. İzleyenler her saniyesinde bir aydınlanma yaşarken, şu soruyu sormadan da geçemiyor: Bayram değil, seyran değil, Netflix neden böyle bir itirafta bulunsun ki?
Korona sürecinden sonra teknolojinin hayatımıza daha fazla girdiği şu dönemde, sosyal ağlar için gelen bu itiraf belgeselinin neye hizmet edeceği şimdilik muallak olsa da, yakın zamanda kokusu çıkar. Öncelikle biz belgeselde nelerin altı çizilmiş onlara bakalım.
Çocuklarına bağnazca yasak
Silikon Vadisi’nin önde gelen şirketlerinden Google, Facebook, Instagram, Twitter ve Youtube eski çalışanlarıyla röportajlar yapılarak hazırlanan belgeselde, kişiler başlangıçta iyi niyetle yola çıktıklarını, ancak teknolojinin topluma olan olumsuz ve manipülatif etkisini gördükçe endişelendiklerini dile getiriyor. Nasıl kurgulandığını bildikleri hâlde kendilerinin de bağımlı olmaktan kurtulamadığını söyleyen bu kişiler, kendi çocuklarını belli bir yaşa gelene kadar akıllı telefonlardan uzak tuttuklarını şu cümleyle itiraf ediyorlar:
- “Bu konuda çok bağnazız, çocuklarımızın ekran başında vakit geçirmesine neredeyse hiç izin vermiyoruz” diyerek, 3 kâideyle bir miktar denetim yapılabileceğini de fısıldıyorlar:
- 1- Her gece belli saatte, yatmadan yarım saat önce, tüm cihazların yatak odasından çıkartılması,
- 2- Liseye kadar sosyal medya yasağı,
- 3- Çocukla zaman hesabı yapmak, “Günde kaç saatini o cihazla geçirmek istiyorsun, sence ne olmalı” gibi bir soru sorarsanız, genelde makul bir şey söylüyorlar.
Sihirden farksız
Bunlar en azından “Elimizden ne gelir?” çıkmazındaki ebeveynlere küçük birer tavsiye niteliğinde olsun. Fakat iş bununla bitmiyor. Kurulan tuzakları öğrendiğimizde, aslında nasıl bir şeyle mücadele ettiğimiz gerçeğiyle de yüzleşmiş oluyoruz. Veya mücadele edemediğimiz... Şu teferruata bakın hele! “İnsanlarla iletişim kurma dürtümüz var. Bu da ödül sisteminde dopamin salgılanmasına sebep oluyor. Kısa süreli beğenilerle de ödülümüzü alıyoruz. Sonra bunu değerle, gerçekle bağdaştırıyoruz. Ama kısa süren bir popülarite aslında eskisine göre daha boş ve hissizleştiriyor.” Bizi nasıl manipüle edeceklerini öğrenip, dopamin salgılatmaları ne hoş. “Yeterince gelişmiş her teknoloji, sihirden farksızdır” der Arthur C. Clarke.
Belgeselde, sosyal medyanın hayatımıza olan etkileri birkaç başlık altında öne çıkarılıyor. Yanlış bilginin yayılımı, bilgi kirliliği, manipülasyon ve bağımlılık. Edward Tufte’nin alıntısı ekranlarda beliriyor o sırada; “Müşterilerine kullanıcı diyen sadece iki sektör var: Yasa dışı uyuşturucu ve yazılım…” geçmiş olsun, kullanıcılar kısa sürede bir bağımlıya dönüşüyor ne de olsa. Yerken, içerken, gezerken, birisiyle konuşurken bile elimiz sürekli telefonlarımızda. Çünkü bunun için tasarlanmış her şey. Stanford İkna Teknolojileri Laboratuvarından “Psikolojide insanı ikna eden teknikleri teknolojiye nasıl aktarırız?” eğitimleri alınmış. Kullanıcılara testler yapılıp, ondan en iyi faydalanma yöntemleri tespit edilmiş. Yani öyle yazılım hazırlanıp bırakılmamış. Yapılan her şey, kullanıcıların ekran karşısında geçirdikleri süreyi uzatmak için planlanmış.
Ürün sizsiniz
“Aslında herkes kobay” diyor bir uzman, “Herkes kobay olunca kimse rahatsız olmuyor” cümlesi bile başlı başına rahatsız etmeye yetiyor.
“Kâr elde etmek için insanları Matrix’in içine hapsedip, tüm aktivitelerinden para topladıkları bir tür hapishane deneyi.” Ama kullanırken para vermiyoruz diyebilirsiniz. İşte orada çeşitli teknoloji uzmanlarının sözü devreye giriyor: “Ürüne para ödemiyorsanız, ürün sizsinizdir.”
Facebook, Twitter, Instagram, Youtube, Tiktok, Google gibi şirketlerin iş modeli sizi ekranda daha fazla tutmaya dayalı. Esas ürün, davranış ve algılarınızdaki farkına varmadığınız değişim. Ardından algoritmalar devreye giriyor,
- • İlgi alanlarınız,
- • Beğenileriniz,
- • Değişimleriniz ve tam da düşündüğünüz ürünün reklamı ekranda... “Aklımızı da okumaya başladılar artık” dediğiniz her şey aslında algoritma hesaplarıyla ortaya çıkıyor.
Her birimiz için ellerinde korkunç bir data var. Bazen bu dataları kendimiz oluşturuyor, itinayla kullanımlarına sunuyoruz. Mesela “10 years challange” akımına kapılıyor, 10 yıl önceki resimlerimizle şimdiki resimlerimizi yan yana koyup, bu platformların yüz tanımaya yönelik algoritmalarına veri sağlıyoruz. Bize sorsalar, eğleniyoruz.
Toplumun karanlık yönü ortaya çıktı
Katlanarak gelişen bir teknoloji var ve hiç evrim geçirmeyen bir fizyoloji... Tabi ki adapte olamıyoruz. 2011 ile 2013 yıllarında gençler arasında anksiyete ve depresyon sorunlarında artış olduğunu gösteriyor yapılan araştırmalar. İntiharlarda da korkunç bir artış var. “Çocuklarımıza neler oluyor?” sorusunu bir de bu yönden düşünmek lazım. “Teknoloji bizi alt etti bile.” “Bağımlılığın, kutuplaşmanın, radikalleşmenin, zalimleşmenin, değer boşalmasının, her şeyin kökeninde bu noktanın geçilmesi yatıyor. İnsan tabiatının yenilmesi ve insanlığın şah-mat olması.” çok cici itiraflar değil mi?
- Yoksa varoluş tehdidi içerisinde miyiz? Cevap geliyor uzmanlarından: “Mesele teknolojinin varoluş tehdidi içermesi değil, toplumun kötü yönlerini ortaya çıkarma beceresi. Toplumun en kötü yönü de varoluş meseledir.”
Bu canavar hepimizi yer
Batı nihayet “içindeki karanlığı ortaya çıkar” temalı dizilerinde dile getirdiği gibi, toplumun en kötü yönünü ortaya çıkarmak için yaptıklarını da itiraf ediyor. kötülük canavarı ortaya çıktı artık, asıl soru, dizginlemek için ellerinde algoritmalar var mı? Eğer yoksa bu canavar kendilerini de yemez mi?
Tek tip insan, tek lider, tek devlet
“Dünyanın dengesini bozacak araçlar yarattık” diyor, katılımcılardan biri. “Değiştirmemiz gerek.” “Sence başarabilir miyiz?” sorusuna ise “Mecburuz” diyor ve ekliyor, “Hızla distopyaya dönüşüyoruz. Kurtulmak için toplu iradeye ihtiyacımız var.” Teknolojilerdeki en büyük eksikliğin ise “liderlik sorunu” olduğunu itiraf ediyorlar. Küreselcilerin tek dünya devleti hedefine ne kadar da benziyor, öyle değil mi? Tek tip insan, tek lider, tek devlet. İçinde yaşayacaklara kimler karar verecek dersiniz?
Kutuplaşma kurgusu
Arap Baharı ile gücü sınanan sosyal medyanın ülkemizde yaygınlaşmasının en çok arttığı dönem, gezi süreciydi. Ne kadar da kutuplaştığımızın farkına vardık tam da o sırada. Oysa kutuplaşmanın da bir kurgu olduğunu itiraf ediyor teknoloji mucitleri, “Kutuplaşma insanları çevirim içi tutmakta çok etkili” o hâlde kutuplaşma üzerine gidilmeli. Aynı ortamdan beslenen iki kişinin arama motorlarında ve sosyal medya akışında farklı şeylerin olması nasıl mümkün oluyor? Çünkü bizler, bize sunulan dünyayı gerçek kabul ederiz. Pizzagate skandalının da aynı kurguyla yapıldığını söylerken, neyin yalan, neyin doğru olduğunu da aslında zihin karmaşasıyla yok etmek istiyorlar.
“Pizza sipariş etmenin insan ticareti yapmak demek olduğu düşünülüyordu” derken, aslında gerçekliğin yıkımıyla uğraştıklarını fark etmek zor olmasa gerek. “Bir kullanıcı aşı karşıtıysa veya kimyevî püskürtmeye inanıyorsa, Facebook’un algolirtmasına bir şekilde komplo teorilerine inanmaya meyilli olduğunu belli ettiyse, öneri motoru ona pizzagate gruplarını gösteriyordu.”
Yalan haber daha çok kazandırıyor
MIT’de yapılan bir araştırmaya göre, Twitter’daki sahte haberler gerçek haberlerden altı kat hızlı yayılıyormuş. “Yanlış bilgi şirketlere daha çok kazandırdığı için yanlış bilgiye eğilimli bir sistem kurduk. Gerçek sıkıcı çünkü” diyor uzmanları. Korona sürecinde de işler böyle devam etti anlaşılan. Koronavirüsle ilgili farklı bilgiler, yapay virüs gibi yaklaşımlar, 5G meselesi, protestoları gibi konular oldukça fazla tıklanma alan konular içinde. “Sosyal medya söylentileri kat be kat çoğalttığı için gerçekleri ayırdedememeye başlıyoruz” Bu cümleyi kuranların aslında gerçeği anlatmak gibi bir dertlerinin olmadığını da gösteriyor. Yani bu cümleleri bile bir algı yönetimi…
Peki, buradaki mesele ne? Mesele şu ki, gerçekle yalan birbirine karışmış durumda. Artık herkes sosyal medyasının algoritmasında nasıl görünüyorsa, ona yönelik haberlerle donanacak. Gerçekliği de o ölçüde değişecek. Küreselciler yapmak istediklerini yapmaya devam edecek. Kafa karışıklığından insanlar neyin doğru, neyin yanlış olduğunu seçemedikten sonra, her türlü manipülatif bilgiye açık olacaklar. Tıpkı sosyal ikilem belgeselinin neye hizmet ettiğinin anlaşılmadığı gibi.
İlk baktığınızda itiraf gibi duruyor, güzel bir şey, belki aydınlanmamıza yardımcı bile olabilir. Bize şunu mu diyor mesela; Pandemi süreci tamamen kurguydu diyenlere inanma, demeyenlere de inanma, aslında hiçbir şeye inanma, önüne ne konulursa kabul et. Nasılsa gerçeği keşfedemeyeceksin.