Taşları yerinden oynatan taşlar
Değişmez kâiderdir, heykeller yıkılmak için dikilir. Kendi heykelini diktirenler ya da belirli bir ideolojinin mutlaklığını zihinlere simgesini bir baskı kurarak yerleştirmek için heykel dikenler de bunun farkındadır ama tıpkı kapitalizmin gücünü ispat etmesi için nasıl devasa yapılara ihtiyacı varsa, gönüllere yerleşememiş şahsiyetlerin de zihinlere yerleşebilmek için devasa heykellere ihtiyacı vardır.
Köle Taciri'nin Heykeli Yıkıldı
25 Mayıs 2020’de Amerika’da siyahî bir kişinin beyaz polis tarafından öldürülmesi hâdisesinin üzerinden zaman geçiyor fakat yaşanan hâdisenin etkisi azalmıyor. Amerika’dan dünyanın pek çok ülkesine yayılan protesto gösterileri sırasında ekranlara oldukça enteresan kareler yansıdı. Bunlar arasında en çok dikkatimi çeken görüntü İngiltere’nin sekizinci büyük şehri Bristol’da Edward Colston adında bir köle tacirinin heykelinin yıkılışı oldu. Şehrin zenginliğinin mazisi köle ticaretine dayandığı için zamanında Colston’un heykelini de oracığa dikivermişler. İşte bu heykel on bin kişinin katıldığı Floyd hâdisesinin protestoları esnasında boynuna ipler bağlanarak kaidesinden indirildi ve ne manidardır ki bir zamanlar Colston’un köle ticareti yapan gemilerinin yüzdüğü nehire, şehrin sakinleri tarafından el birliğiyle atıldı.
Ardından Robert Milligan'ın Londra'daki heykeli söküldü. Sonra 1865’le 1909 arasında Belçika’yı ve sömürgesi Kongo’yu yöneten Kral 2. Leopold’un Anvers’da bulundan heykeli ırkçılık karşıtı eylemlerin ardından söküldü. Aslında dünya heykellerinden kurtulmaya çok daha önce başladı. Lenin, Stalin, Hitler, Franco, Pinochet, Churchill, Gandi, Saddam, Mübarek, Kaddafi, Rabin, Pehlevi, Esad, Şaron, gibi kişilerin heykellerinin yıkılması, dünyada heykeli ‘dikilecek’ olanların, tarih içerisinde heykeli ‘yıkılacak’ olana doğru nasıl evrildiğinin kısa bir özeti.
Heykeller Yıkılmak İçin Dikilir
Değişmez kâiderdir, heykeller yıkılmak için dikilir. Kendi heykelini diktirenler ya da belirli bir ideolojinin mutlaklığını zihinlere simgesini bir baskı kurarak yerleştirmek için heykel dikenler de bunun farkındadır ama tıpkı kapitalizmin gücünü ispat etmesi için nasıl devasa yapılara ihtiyacı varsa, gönüllere yerleşememiş şahsiyetlerin de zihinlere yerleşebilmek için devasa heykellere ihtiyacı vardır. Roma pagan inancı haline getirilmiş Hıristiyanlığın yaşandığı coğrafyalarda heykeller yıkılırken, Müslüman coğrafyada heykellerin yükseliyor olması ne yazık ki hazin bir durum.
Müslüman dünyanın hâmiliğini üstlenen Osmanlı’nın ardından kurulan ülkenin, Müslüman dünyaya bu defa da heykel konusunda hâmilik yaptığına üzülerek şahit olduk. Kaddafi, Mübarek, Saddam, Pehlevi, Esad’ın heykellerinin yıkılmasının ardından son örneklerden biri, yaşarken kendisini (burası bize biraz tanıdık gelebilir) bütün Türkmenlerin başı olarak ilan eden ve yaptıklarıyla son derece gülünç bir lider profili çizen, Saparmurat Niyazov’un 75 metre yüksekliğindeki altın heykelinin yıkılması hadisesiydi. Eee ne demiştik “heykeller yıkılmaya yazgılı dikilir.”
- Heykeller yıkıladursun ülkemizde heykelci zihniyete taş çıkartan yeni bir zihniyet türemekte. Arif Nihat Asya’nın şiirinde dediği gibi “bize bir nazar oldu, cumamız pazar oldu / ne olduysa hep bize azar azar oldu” kavilinden heykelcilik hastalığı bize de bulaştı. Sözde ‘millî ve manevî hassasiyetlerle’ dikilen heykellerden ve bunları dikenlerden söz ediyorum. Özellikle yerel yönetimlerin yaptırdıkları bu heykeller yapanı da yaptıranı da gülünç duruma düşmekten kurtaramıyor. Bunun son örneği Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin, 15 Temmuz Demokrasi Meydanı'na yaptırdığı Ertuğrul Gazi büstünün 'Diriliş Ertuğrul' dizisinin başrol oyuncusuna benzerliği oldu.
Daha önce de Bilecik'te Ertuğrul Gazi yerine oyuncu Düzyatan'ın heykeli yapılmıştı. Yakın dönemde ikinci trajikomik heykel gelişmesi İBB Başkanı Ekrem İ.’nin Kemalizm ile muhafazakarlığı harmanlayan ve samimiyetten uzak “Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün bir vasiyetini yerine getirmek bizim için onurdur. Atamızın örnek bir tarihi lider olarak gördüğü Fatih Sultan Mehmet Han'ın heykelini şehrimize yakışır bir noktada ve şekilde hayata geçireceğiz" açıklaması oldu.
Türkiye'de İlk Heykel Vak'aları
Bizdeki ilk heykel teklifi henüz savaşların yarası tazeyken 30 Ağustos 1922’de, Afyonkarahisar Mebusu Mehmet Şükrü Bey tarafından yapıldı. Şükrü Bey’in teklifi Meclis’in tutanaklarına şu ifadelerle geçti. “Bugünkü mili zaferin en mühim amillerinden biri de hiç şüphesiz Sakarya zaferini temin eden kağnılardır. Türk köylüsünün fedakârlığını tescilen (onama) Büyük Millet Meclisinin önündeki meydanlığa bir kağnı abidesi dikilmesini teklif ederim.” Bu teklifin tartışması bir dakika civarında sürdü Mersin Mebusu Selahattin Bey gibi vekiller: “Evvela Yunanın kaçarken yakıp yıktığı evleri yapalım. Ondan sonra bunları düşünürüz” dedi. Meclis Başkanının teklifi oylamaya sunması ve oylamanın kabul edilmemesiyle bu tartışma sonlandı ancak heykel sevdası yeni başlıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ‘küçük’ bir problem vardı; heykeltıraşımızın olmaması. Ama ne gam! İtalya’dan Avusturya’dan heykeltraşlar getirtildi. Savaştan yeni çıkmış, yiyecek ekmek bulsa içecek su bulamayan halka nazire yaparcasına bu İtalyan ve Avusturyalı heykeltraşlara servetler ödenerek heykeller yaptırıldı. Bunların ilki kendini Türklerin atası olarak ilan eden Mustafa Kemal’in onayıyla 1926 yılında Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'e yaptırılan ve Türkiye'nin hem ilk anıt heykeli ve ilk Mustafa Kemal anıtı kabul edilen Sarayburnu’ndaki heykel oldu.
- Anıtın heykeltıraşı Heinrich Krippel için bu heykel kârlı bir başlangıç olur ve ardından Ankara'daki Zafer Anıtı, Samsun'daki Onur Anıtı ve Konya'daki Atatürk Anıtı'na da imzasını atar. Gerçi İsmet İnönü başa geldiğinde yaptığı ilk icraatlardan biri Dolmabahçe Sarayı'nda bulunan M. Kemal heykelini kaldırmak olur. M. Kemal’in ölümünden sadece sekiz gün sonra Dolmabahçe Sarayı'ndaki heykeli hamallarca taşınarak kaldırılır. Bu işlem için devlet 25 lira 80 kuruş ödeme yapmıştır.
Ardından M. Kemal’in banknotlardaki resimlerinin ve devlet dairelerinde asılı olan fotoğraflarının kaldırılmasına sıra gelir. Sonrası çok partili sistem, Adnan Menderes, Ticaniler, 5816, can çekişen Kemalizm’in diriltilmesi gibi başlıkların olduğu uzun bir makale konusu.
Heykel Travmasının Sanattaki Yansımaları
Dönemin gazetelerine baktığımızda müesseselerden ve halktan paralar toplandığını ve kampanyaya katılanların isimlerinin yayınlanmasıyla heykele para vermek istemeyenlerin üzerinde baskı oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Yaşanan bu toplumsal hadiselerin edebiyata ve sinemaya olan etkilerinden de son olarak bahsetmek isterim. Ülkemiz edebiyatı için önemli bir isim olan Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanı bu konuda iyi bir örnek. Köy Enstitüsü mezunu, sosyalist kimlikli bir öğretmen olan Fakir Baykurt, romanını 1959 yılında yayınlamıştır, romanın geçtiği dönem ise Kemalizm’in yeniden diriltildiği ellili yılların başlarıdır.
Bundan sonrasını Fakir Baykurt’un ifadelerinden öğrenelim: “Yılanların Öcü’nü yazdığım zaman 28 yaşındaydım. Kara Bayram ailesi, bana göre, Türkiye’deki topraksız, ya da az topraklı aileler çokluğunun bir tipiğiydi ama Kara Bayram, karısı, üç çocuğu ve anası Irazca umut içindedir. Birden bir “heykel” işi çıkar. İlin valisi, Türkiye halkının nasıl bir “mutluluk” içinde yaşadığını sembolize eden bir anıt dikme sevdasına kapılmıştır. Bu sevdayı gerçekleştirebilirse Ankara’nın gözüne girecektir. İlçelere, köylere salma yapar. Karataş Muhtarı, salınan parayı, “ev yeri” satarak bulmayı düşünür. Bayram’ın ev önünü, yeni bir eve gereksinimi olan kurul üyesi Deli Haceli’ye satar. Böylece iki aile arasında kavgalar başlar.”
Roman fakirlikten kıvranan halkı özellikle köylüleri anlatırken, onların bu içler acısı haline kulak asmayan ve heykel yapma sevdasına düşmüş bürokratların vurdumduymazlıklarına dikkat çeker. “Yoksul milleti hep yalınayak!...” dedi Haceli. “Çarık bulup giymek mesele bu dünyada, çarııık! Dünyada herkes çarık giyse, o zaman gön yetişmez! Elbet bir kısmı da yalınayak olacak!... Öhhoo!” Romanın içindeki bu cümle dönemin insanlarının içinde bulunduğu müşkül durumu gözler önüne sermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın gelişmiş ülkeleri dahi ekonomik buhran yaşarken, Türkiye gibi yoksul bir ülkede dünyanın en büyük anıt mezarını ve heykellerini yapma kaygısı taşıyan yöneticilerin bu hırslarının Anadolu’nun küçük bir köyündeki insanları nasıl yıkıma götürdüğünü anlatan roman, toplumsal gerçekçilik noktasında büyük bir öneme sahip. Romanın, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmesinden sonra Fakir Baykurt hakkında başlatılan soruşturmada öğretmenlikten atılmasına karar verilmesi de romanın o dönem için cesur tavrını kanıtlar niteliktedir.
Yılanların Öcü sonraları iki sinema filmine de uyarlanmış bir roman. Romanın 1962 yılında Metin Erksan tarafından çekilen bu ilk uyarlaması gösterime girdiği 23 Nisan tarihinde bazı gruplarca protesto edildi ve filme sansür uygulandı. İkinci sinema uyarlaması da 1985 yılında Şerif Gören tarafından yapılan uyarlama oldu. İlk filmin sansür kurulunca kesilen bazı bölümleri bu filmde mevcuttu. Yakın tarihimize ışık tutan bu çok önemli roman mutlaka okunmalı, iki sinema uyarlaması da mutlaka seyredilmelidir.
Bütün bu yaşananların üzerinden tekrar geçince görülüyor ki bir ülkenin heykellerle olan imtihanı, o devletin toplumuna bakış açısı ile doğrudan ilişkili. Mehmet Akif İnan’ın “Doğ ey güneş erit taştan adamı / Ve kurut taşları diken elleri” dizelerinde olduğu gibi o güneş Hz. İbrahim misali bir gün tüm taşları eritecektir vesselam.