Sinema: ‘Halka rağmen halk için...’
Bizdeki sinemanın hâl-i pür melâli tam da burasıdır. Batıcı olmaktan kaçınmak yetmiyor, yetmeyecek. Halkçı olmakla yola çıkan fikirlerin, Türk medeniyetini mayalayan aslî unsuru görmezden gelmekle varacağı yer kısır döngüden ibarettir. Batıcı zihniyetin kuşatması bu şekilde kırılamaz. Bu şekilde bir ‘millî sinema’ inşası da mümkün olmayacaktır.
1895 yılı başlarında sinematograf cihazının patentini alan Auguste Marie ve Louis Jean Lumiere kardeşler, ilk sinema sunumunu 22 Mart 1895’te; halka açık ve ücretli gösterimiyse aynı yılın 28 Aralığında Paris'teki Salon Indian Du Grand Café'de gerçekleştirdi. Bu yeni icadın Osmanlı topraklarına ulaşması pek gecikmedi. Ertesi yıl önce Yıldız Sarayı, sonra da Beyoğlu’nda film gösterimleri yapıldı. Fakat bu filmler yerli üretim değildi. Avrupalı sinemacıların eserleriydi.
Sinemayla uğraşan ilk Osmanlı vatandaşları Manaki kardeşlerdi. Yanaki ve Milton Manaki, 114 yaşındaki büyükanneleri Despina’yı iplik eğirirken filme aldıklarında takvimler 1905 yılını gösteriyordu. 1908 yılında Meşrutiyet kutlamalarını, 1911 yılında ise Sultan Reşad’ın Selanik ve Manastır ziyaretlerini kamera ile kayıt altına alan Manakiler, Osmanlı zamanında Manastır vilayetine bağlı, bugün Yunan topraklarında kalan Avdella köyündendi. Bu köy, ne Yunan ne de Slav köyüydü, Manaki kardeşler Ulah soyundan geliyordu. Çok değil, Sultan Reşad’ın ziyaretinden sadece 1 yıl sonra çıkan Balkan savaşı, Manastır’ı da, Manaki kardeşleri de Osmanlı’dan koparacaktı.
Sinemayı kim getirdi?
Sinema pek çok yenilik gibi Türk toplumuna Avrupalılar ve azınlıklar eliyle getirilmişti. Sinemayla ilk ilgilenen Türklerin bunlara yakın, Batıcı kimliğiyle tebârüz eden kimselerden çıkması sürpriz sayılmazdı. Dolayısıyla daha ilk günden sinemanın Türk toplumuna ait değerlerle başının pek hoş olmayacağı anlaşılmıştı.
Nitekim ülkemizde sadece tiyatronun değil, aynı zamanda sinemanın da öncü isimlerinden Muhsin Ertuğrul’a ait “İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim” isimli hatıratı açtığınızda sizi daha ilk sayfada şu paragraf karşılar:
“Bizim kuşağın okulunda ana dilimizi yazıp okumak, öğrenmek çok güçtü. O günlerin Osmanlıcası tek başına, yardımcı yabancı diller olmadan anlaşılamazdı. Bu yardımcı sözcükler de ya Arapçaydı, ya da Farsça! Arada kalan tek tük arı Türkçe sözcükler, sağında Arapça, solunda Farsça koltuk değnekleri olmadan yürüyemezdi. O yüzden de biz bu iki yardımcı dili ayrı ayrı ders olarak öğrenmek zorundaydık. Bağnazlar ve onların yardakçıları sözde aydınlar, bu yabancı dillerin sözcükleriyle dilimizi öylesine örmüşlerdi ki hangisinin Arapça, hangisinin Farsça kökten geldiğini güçlükle ayırabilirdik. Bu yüzden de çoğu kez Arapçaya Farsça kuralı, Farsçaya da Arapçanınkini uygulamak gülünçlüğüne düşülürdü. Arada (lügat paralamak) denen maskaralığa yeltenip sözcükleri yanlış anlamda kullananlar da olurdu. Bugünün çocuklarına imreniyorum. Bütün ilkelerinde olduğu gibi öz dil sorunumuzda da büyük Atatürk’ün önderliğinde gelişen doğal bir devrime yetiştiler ve onu başarıyla sürdürüyorlar.”
Ele verir talkını...
“İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim”, Muhsin Ertuğrul’un sağlığında neşredilmiş kısa bir tarihçedir. Asıl hatıratını, ölümünden sonra vasiyeti üzerine Nejat Eczacıbaşı Vakfı Yayınları basmıştır. Sunuş bölümünde bu hatıratın serencamına dair şu satırlar göze çarpar:
“Muhsin Ertuğrul anılarını yazmaya ilk kez 1966 yılı sonlarında Viyana'dayken başlamıştı.
‘Benden Sonra Tufan Olmasın’ adını verdiği anıları, M. Ertuğrul önceleri 12 cilt olarak tasarlıyordu. Ne var ki, daha sonraki yıllarda anıların altı ciltten oluşmasının daha uygun düşeceği inancına varmıştı. Genellikle eski harflerle el yazısı olarak düzenlediği Anılar'ı, M. Ertuğrul her cilt için ayrı ayrı açtığı dosyalara yerleştirmekteydi. Önsöz'ü dışındaki tüm bölümleri eski yazıyla düzenlenen Anılar, ilk aşama olarak, Sadi Borak'ın aylar süren çalışmasıyla Latin alfabesine aktarıldı. ”
İşte size tam bir ‘ele verir talkını, kendi yutar salkımı’ örneği! Sağlığında Osmanlı Türkçesi ve alfabesini yerden yere vuran Muhsin Ertuğrul, meğer anılarını çok övdüğü, çok kolay bulduğu devrim alfabesiyle değil de Osmanlı alfabesiyle kaleme almış. Hadi bir dönem yazıp sonra terk etse, en azından kendi içinde istikrarlı bir tavırdan bahsetmek mümkün olurdu. Fakat 1966 yılından ölümüne değin Osmanlı alfabesiyle hatırat yazan biri var karşımızda. Peki, şaşırıyor muyuz? Elbette hayır. Çünkü Mustafa Kemal ve İsmet İnönü haricinde devrim harflerine sadakatle bağlı hemen hemen hiç kimsenin olmadığını elimize geçen mektup ve notlardan zaten biliyoruz.
İki mühim portre
Muhsin Ertuğrul kimdir, onu da izah edelim. Sultan Abdülhamid devri hariciye veznedarı Hüsnü Bey’in mahdumu olarak hizmetçilerle büyümüş, paşazadeler ile birlikte devrin kalburüstü okulu Tefeyyüz Mektebi’nde okumuştur. Babasını anlatırken şöyle der:
“Bâb-ı Âli’nin Hariciye'sinde (o dönemin Dışişleri Bakanlığı’nda) görevli olduğu için çevresinde hep Avrupa görmüş elçiler, müsteşarlar, konsoloslar gibi Batı'yla ilişkili uyanık kişiler vardı. O dönemde dışarıdaki sefaretlerin aylıkları yalnız Osmanlı Bankası aracılığıyla ödendiği için bankanın ileri gelen yabancı memurlarıyla da ilişkisi vardı. Böylelikle karşılıklı dostluklar doğmuştu. Yaz günlerinde cuma tatillerini onların Erenköy, Göztepe, Pendik, Yakacık'taki bağlarında davetli olarak geçirirdi. Çoğu kez bu misafirliklere, kardeşlerimin en küçüğü olduğumdan beni de götürürdü.”
Sinemanın diğer göze batan simalarından Cemil Filmer’in de Muhsin Ertuğrul’dan altta kalır yanı yoktur. O da Abdülhamid’in Süvari Muhafız Alay Komutanı Ahmet Şükrü Bey’in mahdumu olarak yalılarda, köşklerde büyümüştür. Hatıratında babası ve subay arkadaşlarından bahisle şöyle der:
“Babamın arkadaşları bizde toplandıkları zaman içer, eğlenirlerdi. Bazen beni de yanlarına çağırır, takılırlardı. Biri masanın üzerine bir altın koyar: ‘Cemil oğlum, şuradan bir kadeh rakı iç, altın senin’ derdi. Ben mütereddit yüzlerine bakınırken gülüşür; “Hadi, iç, iç!” diye kahkahalar atarlardı.”
Padişahın yanında padişaha karşı
Her ikisi de Abdülhamid devrinin kaymağını yiyen sivil ve asker bürokratların çocuklarıdır. Fakat yazdıklarını okuduğunuzda göreceksiniz ki, her ikisinin de subay olan ağabeyleri, Abdülhamid’i devirmek için Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun ateşli mensuplarıdır. Padişaha yakın gözüken ailelerin aslında ne denli padişah düşmanı olduğunu benzer pek çok hatıratta görmek mümkündür. Abdülhamid’in ekmeğini yiyen, hatta bizzat Abdülhamid’i korumakla vazifeli kimselerin çocukları, 1908 Jön Türk İhtilâli’ni büyük bir coşkuyla karşılamıştır.
Muhsin Ertuğrul, Anılar’ında şöyle der:
“Sultan 2. Abdülhamid'in 1908 yılı Temmuz'unda İkinci Meşrutiyet'in ilânını kabul etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nda tek kişi yönetiminden parlamentolu anayasal hükümet dönemine geçilmesi o denli sevinç ve öylesine bir coşku yaratmıştı ki, İstanbul'un tüm okumuş gençliği sokaklara dökülmüştü. Bunlar, arkada kalan karanlık günlerden kurtulmuş olmanın heyecanıyla taşan sevinçlerini, siyasal yaşamın ve özellikle basın dünyasının yanı sıra, sahnede de göstermeye, tiyatroda dile getirmeye başlamışlardı.”
Cemil Filmer de o günleri şöyle anlatır:
“Rüşdiye’de iken vuku bulan üçüncü mühim hadise ‘Hürriyetin ilânı’dır. Mektep hayatının sonlarına doğru idi. Hocalarımızdan bir binbaşı gelerek ‘Çocuklarım müjde! Hürriyet ilân olundu. Hareket Ordusu İstanbul’a girdi’ dedi. Albdülhamid’e karşı genel bir antipati vardı. Her taraf hafiye doluydu. Yıldız lafı edilemezdi. Yıldız semti taraflarında pek dolaşılamaz, hafiyeler hemen adamı yakalarlardı. Etrafta dolaşan dedikodulara göre bu yakalananların sonu pek iyi gelmezdi.”
“Okumuş çocuklar” halka da karşı
Muhsin Ertuğrul ile Cemil Filmer ‘okumuş çocuklar’ın hâdiselere bakışını böyle anlatır, fakat halkın tavrı başkadır.
“Ancak şunu ilave edeyim ki, özellikle İstanbul tarafı ve bilhassa kadınlar, Abdülhamid’e son derece bağlı idiler. Onun vefatında da hep birlikte ağlaştıklarını bilirim.”
Şimdikiler şu cümleyi pek anlayamaz sanırım, izah etmek lâzım. Bizim çocukluğumuzda Şişli’de oturduğumuz halde “Haydi İstanbul’a inelim” derdik. Kastımız elbette bugünkü Sur içi idi. Beyoğlu ve Şişli eskiden İstanbul’dan sayılmazdı. Başka muhitler idiler. Eski teamüle göre, İstanbul şehrin Müslüman kısmını, Beyoğlu ve Şişli ise Batıcı zihniyetli kozmopolit kısmını ifade ederdi. Cemil Filmer’in hatıratında itiraf ettiği üzere İstanbul tarafı yani Müslüman halkın yaşadığı muhit Abdülhamid’e bağlı idi.
İçeriden bir itiraz
Muhsin Ertuğrul ve Cemil Filmer karakterlerini inşa eden zihniyetin, Türkiye’de halkı dönüştürmeye çalışan, değerlerini pek de umursamayan bir sinema anlayışını inşa ettiğini söylemek yanlış olmaz. Nitekim cumhuriyet devrinde büyüyüp Yeşilçam setlerinin tozunu yutan, bir dönem ünlü yönetmen Atıf Yılmaz ile de evli kalan Ayşe Şasa da aynı içtimai damardan geldiği halde bir noktadan sonra bu zihniyete isyan edecek, halkın değerleriyle örtüşmediğini yüksek sesle dile getirecektir.
“1960’lı yılların sonuna doğru Türk Sinematek Derneği kuruluyor. Şakir Eczacıbaşı’nın başkanlık yaptığı Türk Sinematek Derneği, Türk sinemasına acımasız eleştiriler yönelten bir dergi çıkarmaya başlıyor. Sinematek çevresiyle sinemacılar arasında büyük bir kavga başlıyor. Onat Kutlar başı çekiyor karşı tarafta, aralarında Atilla Dorsay var. Bu insanlarla diyaloğum var, bir gün gidip onlara teessüflerimi bildiriyorum. Sinemayı çok kaba bir şekilde değerlendirdiklerini, Türk Sineması’nın kusurlarına çok kaba bir şekilde yaklaştıklarını söylüyorum. Daha çok sinemanın ticârî yanına karşı büyük eleştiriler yöneltiyorlar. Batı sinemasını örnek göstererek, Türk sinemasının oradan yola çıkması gerektiğini ileri sürüyorlar. Yaptıkları çok ağırımıza gidiyor, biz esasen kendimize has özelliği olan bir çizgide bir şeyler yaptığımızı; Türk halkının beğenilerinin Batı’dan tamamen başka bir tarihe, başka bir kültüre dayandığını savunuyoruz. Bu polemik döneminde Yön dergisinde iki tane de yazım çıkıyor; bir tanesini Kemal Tahir beğeniyor, Halit de beğeniyor. Bir tür sitem yazısı, Sinematek çevresine cevap mahiyetinde.”
Kemal Tahir iyi de...
Bu fikre ulaşma noktasında Kemal Tahir’den ilham aldığını ifade eden, kıymetini takdir edip hürmetle yâd eden Ayşe Şasa’nın ayrıştığı nokta ise şurasıdır:
“Kemal Tahir, bakış açısıyla, kuramsal yaklaşımlarıyla sinemacıları da etkiliyor. Tarihi bilmenin gerekliliği, kendi kültürümüze dönük araştırmaların yapılması konusunu sık sık vurguluyor. Fakat büyük bir eksiklik var tabii… İslam’a yeterince atıfta bulunmaması... Bu medeniyetin malumdur ki temelinde güldür güldür İslam var. İslam’ı çekince, İslam’ı bilmeyince, İslam’a atıfta bulunmayınca tamamen seküler bir planda Türk tarihini tahlil yetersiz kalıyor. İslam Medeniyeti’nin derunî akışıyla tam bir bağ kurulamıyor. “Ulusal Sinema” adıyla bir kuram geliştirmeye çalışıyor.
Halit, bir yaklaşım... Aynı eksiklik onda da var, seküler bir tahlil yapılıyor. Kemal Tahir, sanatın geleneksiz yapılamayacağı fikrini bize aşılıyor; çok haklı. Fakat gelenekle irtibatı kifayetsiz… Tarihimizin ve kültürümüzün sadece bazı boyutları ele alınıyor; medeniyetin aslî şekillendiricisi İslam’a yer verilmiyor. Osmanlı Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti’nden çok farklı bir yanı olduğunu fark ediyor Kemal Tahir, ama bu farklılıkta İslam’ın rolünü yeterince vurgulamıyor. Medeniyete dünyevî bir gözle bakıyorlar; dini ıskalıyorlar.”
Bizdeki sinemanın hâl-i pür melâli
İşte bizdeki sinemasının hâl-i pür melâli tam da burasıdır. Batıcı olmaktan kaçınmak yetmiyor, yetmeyecek. Halkçı olmakla yola çıkan fikirlerin, Türk medeniyetini mayalayan aslî unsuru görmezden gelmekle varacağı yer kısır döngüden ibarettir. Batıcı zihniyetin kuşatması bu şekilde kırılamaz. Bu şekilde bir ‘millî sinema’ inşası da mümkün olmayacaktır.
Batıcı zihniyetin “halka rağmen halk için” parolasının bu ülkede enteresan sansür biçimlerine yol açtığını not edelim. Mesela 1946 tarihli ‘Köy Güzeli’ filmine dâir sansür defterindeki şu ibareler ibretliktir:
“Köy çağımızın bugünkü durumuyla gelecekteki şeklini hiç bir suretle ifade edemeyen bu filmin... Millî ve günlük kıyafetlerimize ve şapka kanununa (külah, sarık, takke giyilmiş kat’iyen şapka veya kasket kullanılmamış) aykırı bulunduğu görülerek Filmlerin ve Filim Senaryolarının Kontrolüne Dair Tüzüğün 7. maddesinin 6, 8 ve 9. fıkralarına dayanılarak halka gösterilmemesine oy birliğiyle karar verilmiştir”
Bugün şehirlerde şapka giyen kimse kalmadığı halde köylülerin hâlen kasket figürüyle resmediliyor oluşunu, Anadolu’nun bin yıllık Türk-İslam tarihinde kasketin nereye tekabül ettiğini sosyal bilimcilerin derin idrak ve iz’ânına havale ediyoruz.