Sessiz arabulucu: Umman nasıl ‘Ortadoğu'nun İsviçre’si’ oldu?

 Umman nasıl ‘Ortadoğu'nun İsviçre’si’ oldu?
Umman nasıl ‘Ortadoğu'nun İsviçre’si’ oldu?

Son dönemde Hamas’ın Katar’dan sonraki olası karargâhları arasında Umman da zikredildi. Bu da esasında Umman’ın geleneksel arabuluculuk rolünden kaynaklı. Umman’ın İsrail’le halen diplomatik ilişkisi bulunmuyor. Umman diğer körfez ülkeleri BAE ve Bahreyn gibi normalleşme anlaşmasına imza atmadı. Ancak 2018 yılı Ekim ayında İsrail Başbakanı Netanyahu, ülkesinin diplomatik ilişkisi bulunmayan Umman'a ilk kez resmi ziyaret gerçekleştirmiş ve Sultan Kabuus ile bir araya gelmişti. Bir İsrail başbakanının Körfez ülkesine yaptığı ilk ziyaretse 1994’te Yitzhak Rabin tarafından yine Umman’a olmuştu. Dolayısıyla Umman’ın dış politikada arabuluculuğa dayalı denge politikasını İsrail-Filistin meselesinde de görüyoruz.

Katar özellikle 7 Ekim sonrası Gazze'de ateşkes çabalarında İsrail-Hamas arasında arabulucu olarak son zamanlarda en çok adından söz ettiren bölge aktörlerinden biri, ancak o kadar ön planda olmasa da savaşın bölgeye yönelik bir çatışmaya dönüşmesini önlemek için sessizce çalışan bir Körfez ülkesi daha var.

Umman, İran ve İran destekli gruplar ile İran'ın Arap dünyası ve Batı'daki düşmanları arasında diyaloğu sağlama konusunda da uzun bir geçmişe sahip.

Sessiz ve derinden bir arabuluculuk yürüten ve mezhebinden dış politikasına, komşularından oldukça farklı yönleri bulunan Körfez ülkesi Umman’ın tarihine bu sayımızda biraz yakından bakacağız…

Muskat'dan Zanzibar'a

18. yüzyıl başı itibariyle Umman, Bahreyn’den Mozambik’e uzanan etki alanı ile görkemli bir deniz imparatorluğuydu. Ancak bu etki alanı, evde hassas bir din ve kabile dengesi üzerine kuruluydu. Nitekim bu hassas denge, Umman’ı yöneten Yariba hanedanının son etkin ismi Sultan bin Saif 1718 yılında vefat edince bozuldu ve Umman 1744’e kadar sürecek bir iç savaşa sürüklendi.

Hemen hemen aynı dönemde okyanusun hemen ötesindeki İran da Safavi İmparatorluğu’nun çöküşü ile bir iç savaşa sürüklenmiş ve Nadir Şah’ın yükselişine şahit olmuştu. Nadir Şah İran’da iç savaşı bitirmenin ötesine geçip, etki alanını Umman’a da yaymak istedi. Ancak İran’ın bu girişimi, Ummanlı kabilelerin birleşmesine yardımcı oldu. İran’a karşı mücadelenin liderliğini yapan Ahmed bin Said 1750’de Umman’ın İbadi ulemasının da onayı ile İmam oldu. Böylece Umman’ı günümüze kadar yönetecek al Bu Said ailesinin hanedanlığı başladı. Nitekim Umman’ın hâlihazırdaki sultanı Heysem bin Tarık da Ahmed bin Said’in yedinci nesil torunu.

Ahmed bin Said’in 1778 yılında ölümünün ardından oğullar ve torunları arasında iktidar mücadelesi başladı. Bu mücadele Ahmed bin Said’in torunu Said bin Sultan’ın iktidarını rakipsiz tesis edeceği 1806 yılına kadar sürdü. Takip eden yarım asra yakın süre boyunca Said bin Sultan, Umman’ın güney batıda Afrika’nın doğu sahillerinden kuzeyindeki İran ve kuzey doğusundaki Pakistan’a kadar yayılan alanda deniz ticaret imparatorluğunu tekrar inşa etti. Hatta Said bugün Kenya’daki sahil kenti Mambosa’yı ele geçirdikten sonra başkentini Muskat’tan Zanzibar’a taşıdı. Said, Şeyşel adalarında vefat etti ve orada toprağa verildi. Said öldüğünde çocukları arasındaki mücadele Umman’ı ikiye böldü. Afrika’nın doğu kıyıları Zanzibar Sultanlığı oldu, ana vatan Umman ve okyanusun karşı kıyısında İran-Pakistan arasında uzanan sahil ise Muskat ve Umman Sultanlığı.

Zanzibar Sultanlığı, Said’in oğulları ve torunları tarafından 1964’e kadar yönetildi. Son Zanzibar Sultanı Cemşid bin Abdullah aynı yıl gerçekleşen bir halk devrimi ile yıkıldı. Bir ada olan Zanzibar kısa bir süre sonra ana kara ile birleşerek Tanzanya oldu. Uzun yıllar İngiltere’de yaşayan Cemşid ancak 2020’de yeni Sultan Heysem bin Tarık’ın izni ile anavatanına dönebildi.

Bu yazının esas konusu olan Muskat ve Umman Sultanlığı da 1868’den 1871’e kadar olan üç yıllık süre hariç Said bin Sultan’ın çocukları ve torunları tarafından yönetildi. Ancak hiçbiri Said bin Sultan seviyesinde etkin bir yöneticilik yapamadı. Muskat ve Umman Sultanlığı yavaş, ancak sistematik bir zayıflama dönemine girdi. Bunun başlıca sebebi ise Sultanlığın ticaret gelirlerinin azalmasıydı. Sadece Afrika’nın doğu sahilleri kaybedilmedi. İngiliz buharlı gemileri ile de rekabet edilemedi. Hal böyle olunca iç siyasi mücadelelerin başlaması da gecikmedi.

Al Alam Sarayı.
Al Alam Sarayı.

Said bin Sultan’dan sonra Muskat ve Umman Sultanı olan oğlu Suveyni 10 yıllık iktidarının sonunda bizzat kendi oğlu Salim tarafından öldürüldü. Ancak Salim, Bu Said ailesinin başka bir kolundan gelen Azzan bin Kais’ın isyanını bastıramadı ve iki yıl sonra Hindistan’a kaçarak orada öldü.

Azzan bin Kais’ın imam-sultanlığı da sadece üç yıl sürdü. Zira Said bin Sultan’ın başka bir oğlu Turki bin Said’in isyanı ile karşı karşıya kaldı ve giriştiği bir çatışmada öldürüldü. Bu çalkantılı dönemin en kritik neticesi, Muskat ve Umman Sultanlığı’nın otoritesinin sadece Batina adı verilen sahil kesimi ve en güneydeki Salala bölgesi ile sınırlı kalması, okyanusa paralel uzanan Hacer dağları ve ardında ise zayıflaması ve yok olması oldu. Hatta iç bölgelerde etkin olan İbadi uleması 1913 yılında kendi aralarından birini, Selim bin Raşid el Harusi’yi imam seçti ve Sultanlığa isyan etti. İsyan, tarafların 1920 yılında imzaladığı Siib Anlaşması ile sona erdi. Böylece Muskat ve Umman Sultanlığı da fiilen ikiye bölündü. Bu durum 1950’lere kadar devam etti.

  • Neden İbadilik?
  • Burada bir parantez açıp, İbadilik konusuna da kısaca değinmemiz gerek. Bilindiği üzere Dördüncü Halife Hz. Ali (k.s.) ile Şam Valisi Hazreti Muaviye (r.a.) arasında, Üçüncü Halife Hz. Osman (r.a.)’ın katlinin sorumlularının cezalandırılması üzerine ciddi bir anlaşmazlık yaşandı. Bu anlaşmazlık nihayetinde bir savaşa dönüştü. Sıffin Savaşı olarak bilinen bu savaş tarafların bir hakem heyetinin oluşturulması kararı ile sona erdi.
  • İmzalanan taahhütnameye göre hakem heyeti halifelik meselesini de çözecekti. Halifeliğin bir hakem heyeti ile çözülemeyeceğini iddia ederek Hz. Ali (r.a.)’nin kararına itiraz eden bir grup ordudan ayrıldı ve böylece tarihte Haricilik olarak bilinecek akımın ilk grubunu oluşturdu. Takip eden iki yüzyıl boyunca Haricilik devlet baskısına mâruz kaldı, ancak özellikle Basra’da yer altında da olsa gelişimini devam ettirdi, ılımlılaştı, kendi kelamını ve fıkhını oluşturdu. İbadilik işte bu sürecin bir meyvesi olarak ortaya çıktı.
  • İbadiliğe ismini veren ve kurucusu olarak kabul edilen Abdullah bin İbad’ın talebesi Cabir bin Zeyd, mezhebin ikinci İmamı oldu ve İbadiliğin yayılması için çabaladı. Bu çabalar neticesinde İbadilik Yemen, Horosan ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde de taraftar buldu. Ancak uzun vadeli olarak varlığını sadece Umman’da sürdürebildi. Bunda Cabir bin Zeyd’in Umman’daki Nizva yakınlarında bir köyde doğmuş olması önemli rol oynamış olsa gerek. Nitekim İbadilik ilk olarak Basra’da yaşayan Ummanlılar arasında kabul gördü. Umman’da ilk İbadi devleti sekizinci yüzyılın ortalarında kuruldu. Ancak bu devletin ömrü kısa oldu ve Abbasiler tarafından yıkıldı.
  • Umman’ın çöller ve dağlar tarafından korunan güvenli ortamında İbadiler varlıklarını devam ettirdi ve Abbasilerin gücünün zayıfladığı dönemlerde tekrar kendi devletlerini kurdu. 19. yüzyıldan itibaren günümüze Umman’ın ve yöneticilerinin hâkim mezhebi İbadilik oldu. Bu özelliği ile Umman aslında sadece Körfez bölgesinde değil, bütün İslam dünyasında tek ülke. Umman bu özelliği ile aynı zamanda Müslüman Kardeşlerin kök salamadığı tek Arap ülkesi.
  • Elbette üç mezhebin kelam ve fıkıhları arasındaki benzerlik ve farklılıkları karşılaştırmak ayrı bir uzmanlık konusu. Ancak şu kadarını söylemek mümkün. Üç mezhep, orijinde Hz. Peygamber (a.s.v.) sonrası dönemde Müslümanların liderliğini kimin üstlenmesi gerektiği sorusu üzerinde ayrıştı. İbadilik, liderlik için hem Sünniliğin Kureyş’ten olması şartını hem de Şiiliğin Ehli Beyt’ten olma şartını reddederken, liderin mü’min olması, ilim, zühd ve adâlet sahibi olması şartını, ancak hepsinden daha da önemlisi diğer Müslümanların biatını şart olarak görmekte.
  • İbadilik ayrıca liderlik vazifesini sürdüremeyen kişinin azledileceğini de öngörür. İran asıllı Amerikalı Profesör Hamid Dabashi’nin Haricilik için dediği gibi onun içinden çıkan İbadilik İslam’ın aslında ‘radikal demokrasi’sisidir. Seçim ve biatın liderliğin meşruiyetinde önemli olması, süreçte önemli rol oynayan İbadi ulemasına kritik bir dini-politik güç verdi ve dönem dönem ulemanın bu gücü kullanarak mevcut siyasi ve askeri otoriteden dini meşruiyeti esirgediği oldu. Bu ikili yapının sürdürülebilmesinin en önemli sebebi ise dini otoritenin merkezinin Umman’ın yüksek dağlık bölgesi olması iken, siyasi ve askeri otoritenin merkezinin sahil kesimi olması.

Petrolün keşfi ve sonrası

Umman’da petrol arama faaliyetlerinin tarihi 1920’li yıllara kadar gider. Ancak ilk faaliyetler sonuçsuz kaldı. 1937’de Sultan Said bin Teymur beş büyük petrol firmasının ortak olduğu Irak Petrol Şirketi’ne 75 yıllık imtiyaz hakkı verdi. Ancak petrol arama faaliyetleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sürdürülebilir hale geldi.

Büyük bir sorun daha vardı: Petrolün aranacağı iç bölgeler İmamlığın kontrolü altındaydı. İlk önce iç bölgeler üzerinde otorite tesis edilmeliydi. Böylece Umman 1954’te yine bir iç savaşa girdi. Bu iç savaş 1959’a kadar sürdü ve Sultanlığın zaferi, İmamlık ilgası ile neticelendi. Böylece sahille iç bölgeler uzun bir süre sonra tek bir otorite altında birleşti. Ancak Sultanlığın bel bağladığı petrol gelirlerinin gelmesi 10 yılı aldı.

Petrol 1962 yılında keşfedildi ve ilk ticari ihracı 1968’de yapıldı. Bu dönemde Said bin Teymur, ülkenin sorunlarından daha da uzaklaştı, hatta başkentini tamamen tropikal iklimi olan Salala’ya taşıdı. 1960’ların başında bir başka isyanla karşı karşıya kaldı. Bu sefer isyan, komşu Yemen ve daha geniş Arap coğrafyasında etkin olan pan-Arap sosyalist ideolojisinin etkisi altındaydı.

Açıkça kendini Marxist olarak tanımlayan hareket, Sovyetler Birliği, Çin ve Güney Yemen’den de destek aldı. Ülkenin kalkınması için hiç bir adım atmaya yanaşmayan, halkından gittikçe uzaklaşan ve kendi oğlu Kabuus’u saray hapsinde tutacak kadar paronayaklaşan Said bin Teymur’un bu ciddi isyanı bastırması mümkün değildi.

Said bin Teymur 1970 yılının Temmuz ayında oğlu Kabuus tarafından bir saray darbesiyle devrildi ve Londra’ya gönderildi. Said bin Teymur üç yıl sonra Londra’da öldü ve orada gömüldü. Mezarı daha sonra Muskat’a taşınacaktı.

Modern Umman'ın kurucusu: Sultan Kabuus dönemi

İsyanın olduğu Zofar bölgesinden bir kadının oğlu olan Kabuus’un ilk işi isyanı bastırmak oldu. Bunu hem güç kullanarak, hem isyancıları bölerek yaptı. Teslim olan isyancılara af ilan etti. İsyanın liderlerini yanına çekmeye çalıştı. Zofar bölgesine yönelik eğitim, sağlık ve alt yapı yatırımları yaptı. Attığı adımlarla Kabuus 1975 itibariyle isyanı sınır ötesine ötelemeyi başardı. Zofari isyancılarının Umman’a yönelik saldırıları 1985 itibariyle tamamen bitti. Zofar isyanını bastırarak karşı karşıya kaldığı en önemli sorunu çözen Kabuus, takip eden on yıllarda gerçekleştirdiği kapsamlı kalkınma projesi ile modern Umman’ın gerçek anlamda kurucusu oldu.

Mesela 1970 yılında Umman’da sadece 10 km uzunluğunda asfalt yol vardı. Bütün ülkede 12 yataklı tek bir hastane ve topu topu üç tane ilkokul vardı ve o üç okul da erkek çocukları içindi. 40 yıl sonra Umman’da 23 bin küsur km asfalt yol, 58 hastane, 933 sağlık ocağı ve 1200 küsur okul vardı.

  • Umman dış politikasının dinamikleri ve arabuluculuk
  • Haritadaki yeri itibariyle Umman ilk olarak Körfez, daha sonra da Ortadoğu’nun bir parçası olarak görülür. Umman hem Müslüman bir ülkedir, hem de Arap. Bu dini-kültürel bağlar yüzünden bu bölgelerdeki gelişmeler Umman’ı da etkilemiştir. Ancak Umman aslında Körfez ve Ortadoğu’dan daha güçlü bir şekilde, Hint Okyanusu bölgesinin bir parçasıdır. Bin yıllar boyunca Hint Okyanusu’nda denizcilik yapan Ummanlılar bu okyanus üzerinden sürdürülen ticarette dönem dönem hâkim, ötesi ile sürdürülen ticarette de aktif unsur oldular.
  • Umman’ın dış politikası da hem Ortadoğu’dan hem Hint Okyanusu civarından gelen fırsatlardan azami ölçüde yararlanmak, gelen tehditlerle de mücadele etmek üzerine kuruldu. Mesela 18. yüzyılın sonunda ülke, İngiltere ile bir anlaşma imzaladı ve daha sıkı ilişkiler geliştirdi. Bunun sebebi hem ticariydi hem de güvenlik. Anlaşma, Umman’a İngiltere’nin kontrolü altındaki Hint piyasasına erişim hakkı tanırken, kuzeyde güçlenen el-Kasimi ve Vahhabi-Suudi tehdidine karşı da güvenlik sağladı.
  • Takip eden yüz elli yıl, Hint Okyanusu’nun en büyük deniz gücü İngiltere’nin gölgesinde geçti. Umman’ın Said bin Sultan döneminde eriştiği ihtişam da İngiltere’nin göz yumması sayesinde mümkün oldu, Said bin Sultan’ın vefatının ardından ikiye ayrılması da… Gittikçe zayıflayan Muskat ve Umman Sultanlarının da özellikle iç bölgelerden gelen tehditlere karşı güvenliğini de İngiltere sağladı.
  • Umman hiç bir zaman küçük Körfez ülkeleri gibi hukuki olarak İngiltere’nin koruması altında olmadı, ancak fiilen öyle oldu. 1950’li yıllarda Buraymi vahasından Suudi güçlerinin atılması da, yine aynı on yılda İmamlığa karşı savaşın sürdürülebilmesi de, Kabuus’un babasına karşı darbe ile iktidara gelebilmesi de İngiltere’nin sağladığı destekle mümkün oldu. Hatta Zofar isyanının bastırılması da İngiltere’nin verdiği destekle mümkün oldu ki o dönem Umman artık tam bağımsız bir ülkeydi.
  • Umman tam bağımsızlığını 1971’de kazandı. Bu dönemde de dış politikasının kırmızıçizgilerini, İngiltere ve dönemin yeni süper gücü ABD ile iyi, hatta stratejik ilişkiler içinde olma ilkesi ile belirledi. Ancak yine de bu dönemde Umman’ın nispeten bağımsız hareket ettiği oldu. Özellikle de İran’la ilişkilerinde.
  • Aslında Umman’ın İran’la ilişkileri tarih boyunca çatışmalı oldu. Ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısında iki ülke, Soğuk Savaş’ta aynı tarafta olma ve benzer tehditlerle karşı karşıya olma sebebiyle güçlü ilişkiler geliştirdi. Hatta İran, Zofar isyanının askeri olarak bastırılmasına önemli katkı yaptı. 79 devrimi İran’ın Umman’la ilişkilerini, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri ile ikili ilişkilerini etkilediği kadar etkilemedi. Bunun en önemli sebebi elbette Umman’da devrimi sahiplenecek Şii bir topluluğun yokluğuydu. Ayrıca Umman da İran gibi mezhebî olarak diğer Ortadoğu ülkelerinden farklıydı ve diğer Sünni rejimlerle benzer durumdaydı.
  • Nitekim 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Konseyi’ne üye olsa da diğer Körfez ülkelerinin aksine Umman 1980’de patlayan İran-Irak savaşı boyunca nötr kalmayı tercih etti. Suudi Arabistan’ın 2015’te İran’ın desteklediği düşünülen Husilere karşı başlattığı askeri operasyona katılmayan tek Körfez ülkesi Umman’dı. İran’la ilişkileri Umman’a uzun vadede diplomatik bir avantaj da sağladı. Zira ABD, Umman kanalıyla İran ve İran-destekli gruplarla iletişime geçebildi. Örneğin 1999’da Başkan Bill Clinton, İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’ye yazdığı mektubu Ummanlı yetkililer kanalıyla ulaştırdı.
  • Umman, Kızıldeniz'in güneyindeki gemilere saldırılar düzenleyen Yemenli Husiler ile ABD arasında da bir arka kanal oluşturdu.
  • ABD ile İran arasında dolaylı görüşmelere ev sahipliği yapan Umman, geçtiğimiz yıl Eylül ayında iki ülke arasındaki esir/rehine takasında ve İran fonlarından, Güney Kore'den Katar'a 6 milyar dolarlık transferde kilit aktörlerden biriydi.
  • HAMAS Umman'a mı gidecek?
  • Netanyahu ve Sultan Kabuus.
  • Son dönemde Hamas’ın Katar’dan sonraki muhtemel karargâhları arasında Umman da zikredildi. Bu da esasında Umman’ın geleneksel arabuluculuk rolünden kaynaklı. Umman’ın İsrail’le halen diplomatik ilişkisi bulunmuyor. Umman diğer körfez ülkeleri BAE ve Bahreyn gibi normalleşme anlaşmasına imza atmadı. Ancak arka kanal diplomasisi İsrail için de uygulandı.
  • Aslında 90’larda Umman ve İsrail’in karşılıklı ticari büroları bulunuyordu. 2000 yılında İkinci İntifada patlak verince Umman bu büroları kapatma kararı almıştı. 2018 yılı Ekim ayında İsrail Başbakanı Netanyahu, ülkesinin diplomatik ilişkisi bulunmayan Umman'a ilk kez resmi ziyaret gerçekleştirmiş ve Sultan Kabuus ile bir araya gelmişti. Bir İsrail başbakanının Körfez ülkesine yaptığı ilk ziyaretse 1994’te Yitzhak Rabin tarafından yine Umman’a olmuştu. Dolayısıyla Umman’ın dış politikada arabuluculuğa dayalı denge politikasını İsrail-Filistin meselesinde de görüyoruz.

Mayıs notları

Kuveyt Emiri Meclisi feshetti

Şeyh Nevvaf’ın hayatını kaybetmesi sonrası 16 Aralık 2023'te göreve başlayan Kuveyt Emiri Şeyh Meşal el Ahmed el Jaber el Sabah, Arap dünyası haricinde ilk yurt dışı resmi ziyaretini 7 Mayıs’ta Türkiye'ye yaptı.

Diplomatik ilişkilerin 60. yıl dönümünde düzenlenen ziyaret, yedi yıl aradan sonra Kuveyt’ten Türkiye'ye emir düzeyinde yapılan ilk ziyaret oldu.

Ziyaretten kısa bir süre sonra 11 Mayıs’ta ise Kuveyt Emiri, devlet televizyonunda canlı yayınlanan konuşmasında “Kuveyt son zamanlarda zor günler geçirdi. Bu da ülkeyi kurtarmak ve en yüksek çıkarlarını güvence altına almak için zor bir karar vermekte tereddüt ya da gecikmeye yer bırakmıyor” diyerek meclisi feshettiğini duyurdu. Anayasanın bazı maddelerini 4 yıldan fazla olmamak üzere askıya aldığını açıklayan Kuveyt Emiri, bu süre zarfında demokratik sürecin bütün yönleriyle inceleneceğini söyledi.

Bu durum, güçlü ve etkin parlamentosu ile bölgede demokrasiye en yakın model olarak gösterilen ülkeye yönelik endişelere yol açtı.

Reisi'nin cenaze törenine kimler gitti?

Helikopter kazasında hayatını kaybeden İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ve diğer yetkililer için başkent Tahran'da düzenlenen cenaze ve taziye merasimlerine Arap ülkelerinden yoğun katılım oldu.

Bölgeden en üst düzey katılım, Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said ve Katar Emiri Şeyh Temim tarafından gerçekleşti.

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, daha önce katılacağını açıklamasına rağmen Tahran’a gitmezken, ülkeyi Başbakan Hüseyin Arnus başkanlığındaki bir heyet temsil etti.

Irak’tan Başbakan Muhammed el Sudânî cenaze için Tahran’a giderken, Lübnan’dan Meclis Başkanı Nebih Berri ve Dışişleri Bakanı Abdullah Buhabib, Mısır ve Körfez ülkelerinden ise Dışişleri Bakanları düzeyinde katılım oldu.

ABD-Suudi anlaşması çok yakın

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, ülkesi ile Suudi Arabistan’ın uzun zamandır beklenen savunma anlaşmasını sonuçlandırmaya “çok yakın” olduklarını açıkladı.

ABD ile Suudi Arabistan arasındaki anlaşma, Suudi Arabistan’ın sonraki aşamada İsrail’le normalleşme anlaşmasının da bir parçası olarak görülmesi bakımından ayrıca önem taşıyor.

Normalleşme gerçekleşmeden ABD’nin güvenlik taahhütleri azalabilir, ancak Suudi Arabistan’ın caydırıcılık ve Amerikan yapımı gelişmiş silahlara erişmek için resmi bir taahhütte bulunulmasını istediği biliniyor.

İki ülkenin güvenliğini daha güçlü bağlarla birbirine bağlaması beklenen anlaşma aynı zamanda Suudilerin Çin'le ilişkilerini de etkileme potansiyeli taşırken, İran’a yönelik de güçlü bir mesaj vermiş olacak.