Seküler ve dindar; İsrail’in iki yüzü
Bir yanda Mesih’in rolünü çaldığını düşündükleri rejime askerliği dinden çıkma olarak gören dindarlar, bir yanda herhangi bir Batı ülkesinden daha fazla LGBT yanlısı nüfusla İsrail iç çatışmanın dibini boylamaya aday bir yer. Atalarının toprağında kalan bir avuç Arap da olmasa Yahudi toplumunu bir arada tutacak tutkal kalmamışa benzemekte. Günümüzde yaşanan iç gerilim, Netanyahu’nun veya bir başka şahsın etrafında gözükse de temelde yapısaldır ve er ya da geç İsrail’i onulmaz bir kargaşaya sürükleyecek. Yeni bir Aksâ Tufanı dalgasıyla Akdeniz’e süpürülmezse şayet.
Ağlama Duvarı önünde hararetle dua eden coşkulu kalabalıklar; uzun lüleleri şakaklarından sarkan, siyahlara bürünmüş, fötrlü genç-yaşlı erkekler; perukla, eşarpla veya burkayla dolaşan muhafazakâr kadınlar; Gazze’ye kara taarruzu yapılırken Tevrat okuyarak askerleri galeyana getiren hahamlar… İsrail son derece dindar bir ülke görünümünde. Peki, ülkenin gerçek hüviyeti nedir? Din, İsrail için ne ifade etmekte?
Evvelemirde şunu bilmemiz gerekiyor: İsrail denen nevzuhur yapının kuruluşu öncesinde bölgede Yahudi nüfus neredeyse iki bin yıldır sıfırlanmıştı ve bağımsız bir devlet kuracak bir sayıya ulaşması taşıma suyuyla bile hayaldi. Bu hayalin gerçekleşmesini çabuklaştıran gelişme 19. asırda Avrupa’da gemiyi azıya alan antisemitizm dalgası ve nihayet 2. Dünya Savaşı boyunca Avrupa’da yaşanan mezalim oldu. 1897’de Basel’de toplanan ilk Siyonist Kongre sonrasında Yahudi göçü örgütlü biçimde Filistin’e yönlendirildi.
Maşiah gelmeden
1880’lerde toplam Yahudi nüfusu 25 binden azken 1915’te birden 83 bine yükselmişti ve bu geometrik çoğalış artarak sürdü. İlk göç dalgalarında Rus topraklarından gelen ve solcu fikirler taşıyan yoksul nüfus baskındı. 1919-1923 arasında ise Avrupa ve Amerika’dan gerçek mânâda Siyonist bir kitle intikali gerçekleşti. Bunlarsa ilk dalganın aksine kapitalizmi savunan ve nispeten zengin kimselerden müteşekkildi.
Rusya kökenli Siyonist sol ile Avrupa kökenli Siyonist sağ arasındaki ihtilaf, İsrail’in başat gerilim hattı olarak kalmayı sürdürecek olsa da başından beri Avrupa kökenli olan Aşkenazilerin kültür ve idaredeki hâkimiyeti işgal rejimine damgasını vuracaktı.
Siyonizm tüm kavramlar çerçevesini ve referanslarını dinî terminolojiden alsa da esasen dinî değil milliyetçi bir hareketti. Ulus merkezli bir devlet kurma fikri, dönemin ruhuna son derece münasipti. Üstelik çağdaşı ulusçulardan farklı olarak elinde bir toprak parçası olmadan bu davayı güdüyordu.
Siyonizmin öncülerinin hemen tamamı seküler tiplerdi. Doğrudan ya ateist, deist veya agnostiktiler; en ılımlısı bile pek dindar sayılmazdı. Hareketin öncüsü Teodor Herzl, mesela rivayete göre sünnetli bile değildi ki bu Yahudilikte en temel kriterdir, Yahudi olup olmamayı belirleyecek derecede. Ben Gurion veya Golda Meir’in de dinle diyanetle bir alâkası yoktu.
Bundan daha önemli mesele ise siyonist davanın temel iddiasının Yahudi öğretiye taban tabana zıt olmasıydı. Şöyle ki: Yahudiler uzun asırlar boyunca Kudüs’e, “arz-ı mevud”a dönmeyi arzulamışlar fakat bu uğurda tabir caizse kıllarını dahi kıpırdatmamışlardı. Çünkü sürgünlükleri; onların Tanrı’yla ahitlerini bozmaları, Tora’ya ihanet etmeleri, büyük günahlar işlemeleri sebebiyleydi ve dönüşleri de sadece Tanrı’nın iradesine bağlıydı. O irade de dönüşü Mesih’in gelişine bağlamıştı. “İsrail ancak Maşiah’ın gelişiyle kurulacaktır” kuralı, istisnasız tüm Yahudi muhitlerince iman umdesi sayılmıştı.
Yahudi devleti
Siyonist hareket, düşmanlarından önce bu Yahudi itikat ile cebelleşmek ve o direnci kırmakla mükellefti. Mesih’i beklemeyi bir tarafa bırakarak, Filistin yollarına revan olmak sekülerler için bile düşünülebilecek bir şey değildi. Tanrı’nın dahli olmaksızın Siyon’u kurma fikri basbayağı bir küfür içeriyordu. Gelgelelim Mesih zuhur edip sürgünün bittiğini müjdelemeden Siyonistler Yahudileri geri dönüşe çağırırken geleneğe büsbütün karşı olsalar da tüm o literatürü kendi lehlerine yorumlayacak bir ideolojik gayret içinde oldular. Geleneğin verilerini onu yıkmak için kullanmaları onların kabiliyet ve tıynetleri hakkında çok şey söylüyordu.
Neticede başardılar ve Yahudi düşüncesindeki bu büyük kırılma gitgide Siyonistler lehine bir kamuoyunun oluşması ve geleneksel itirazın şiddetinin tedricen azalmasıyla sonuçlandı. Şu var ki geleneksel dindarlığa karşı İsrail’in tabiatındaki seküler telakkinin bu galibiyeti hiçbir zaman mutlak olmadı.
İsrail rejimi mezkûr tezatları bünyesinde taşıma illetinden bir türlü kurtulamadı. Kendini mecburen ve mantıken bir “Yahudi devleti” olarak tanımlasa da resmî bir anayasası olmadığından tanım muğlak kalmakta ve diğer tanımlarla bağını kurma noktasında belirleyici rol, Yüksek Mahkeme’ye kalmaktadır. Din bariz biçimde fikrî ve idarî olarak varlığını ortaya koysa da dinle devlet arasındaki ilişkinin mahiyeti müphemdir.
Şu da var ki siyonist kurucular ilk aşamada kitlelerin rızasını temin adına Ortodoks hahamlarla zımni bir anlaşma yaptılar ve onların görüşlerine resmî din statüsü kazandırma vaadinde bulundular. Bundandır ki günümüzde bile bu çizgi haricindeki Yahudi ekoller resmî statüden mahrumdur ve helal gıda, sebt günü uygulamaları, nikâh ve boşanma işlemleri Ortodoks Yahudi külliyatı muvacehesinde gerçekleşmekte. Öte yandan devlet, sinagog yapımı ve haham maaşlarının ödenmesi için gereken bütçeyi ayırmayı da üstlenmekte.
Kudüs’te –çan değil– ezan yasağı
İsrail’in bu ikili ve ikilemli yapısı hukuk planında daha da belirgindir. Yasa yapıcı olarak seküler bir kurum olan Knesset öne çıksa da başta medenî hukuk olmak üzere yargıda resmî mahkemelere paralel olarak şer’î mahkemeler de yetki sahibi. Nitekim 14 ayrı Yahudi ekolünün kendi mahkemeleri davalarda hüküm vermekte. İsrail meclisi Knesset’in yer yer Yahudi şeriatı olan Halaka’ya atıflar yapması yetmezmiş gibi bu paralel yargı sistemi seküler Yahudiler için ciddi ve güncel bir gerilim kaynağı.
İsrail bilhassa Batı’ya dönük olarak lâik ve demokratik kimliğini vurgulasa da pratikte dinin bu nispette öne çıkması salt hukukla da sınırlı değil. Eğitim sistemi de benzer bir ikili yapıyı barındırmakta. İsrail resmen lâik eğitimi benimsediğini ilân etse de ultra-Ortodoks çevreler devlet okullarından bağımsız biçimde kendi özel okul ağlarını kurmuş bulunuyor. Bu da aslında ülkenin şizofrenik yapısını kalıcılaştırmanın garantisi manasına gelmekte.
Demokrasi demişken denkleme Arapları kattığımızda işler daha da karışmakta. Yahudi fıkhına göre puta tapmayanların Yahudi toprağında yaşamasına izin verilebilir. İşgalcinin bu lütufkâr tavrı hâlâ sindirilebilmiş değildir ve nüfus fiilen daha fazla laikleşse de Hıristiyan ve Müslüman Araplara yönelik hasmane tutumlar daha da radikalleşmekte. Mescid-i Aksa’da keyfî ibadet yasakları ve Kudüs’te -çan değil- ezan yasağı bunun somut misalleri.
Onulmaz bir kargaşa
Bir yanda Mesih’in rolünü çaldığını düşündükleri rejime askerliği dinden çıkma olarak gören dindarlar, bir yanda herhangi bir Batı ülkesinden daha fazla LGBT yanlısı nüfusla İsrail iç çatışmanın dibini boylamaya aday bir yer. Atalarının toprağında kalan bir avuç Arap da olmasa Yahudi toplumunu bir arada tutacak tutkal kalmamışa benzemekte. Günümüzde yaşanan iç gerilim, Netanyahu’nun veya bir başka şahsın etrafında gözükse de temelde yapısaldır ve er ya da geç İsrail’i onulmaz bir kaosa sürükleyecek.
Yeni bir Aksâ Tufanı dalgasıyla Akdeniz’e süpürülmezse şayet.