Risk sadece İstanbul’da değil
Geçtiğimiz hafta yoğun yağışların etkisinde kalan İstanbul, bu yağışların ardından birçok göçük ve çökmeyle karşı karşıya kaldı. Sütlüce’de bir binanın istinad duvarının yıkılmasıyla başlayan göçükler, yağışlar devam ederse İstanbul’un Marmara Denizi’nde kaybolacağı gibi yorumları da beraberinde getirdi. Ciddi bir can ve mal güvenliği konusunu da gündeme getiren göçüklerin nedenini, alınacak önlemleri ve oluşabilecek riskleri uzmanlara sorduk.
Yarım saat, bilemediniz yirmi dakika sürdü yağış. Öyle kuvvetliydi ki tüm metro ve tramvay duraklarını doldurarak bütün seferleri iptal etti. Şehirden kendine yol bulup da denize gidemeyen yağış, bulduğu en ufak delikten girip toprağa ulaşmaya çalıştı. Toprağa ulaşan su, yumuşattığı alanı çamurlaştırdı, çamurlaşan toprak hareketlendi. Hareketlenen toprak üzerindekilerle beraber dengeyi bulabilmek için yer değiştirdi. Aslında bütün hikâye bu. Anlatması kolay ama toprağın üzerinde bulunanlar için mesele hiç de böyle değil. Yağışın kaydırdığı o toprağın üzerinde Sütlüce’de 4 katlı bir bina, her katında yaşayan bir aile vardı. Neyse ki bina, çökme tehlikesine karşılık boşaltılmıştı. Ardından Kartal’da bir duvarın daha çökmesi bu göçüklerin devam edip etmeyeceği sorusunu akıllara getirdi. Yağışların yanı sıra bu binaların kaçak olması da tartışıldı, imar barışıyla bu yapıların durumunun ne olacağı yeniden sorgulanmaya başladı.
Bir hafta içinde 4 bina ve bir duvarın çöktüğünü söyleyen İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Ilıcalı göçüklerin birçok nedeni olduğunu söylerken, en önemlisinin küresel ısınmaya bağlı olarak değişen yağış rejimi olduğunu ifade ediyor. “Yazın ortasında mevsim normallerinin çok üstünde gerçekleşen bu yağışlar tetikleyici oluyor. Yağış da heyelanı meydana getiriyor. Heyelanı önleyecek olan yapılar, özellikle dik eğimlerde istinad duvarları. İstinad duvarları da mühendislik hizmeti alınmadan yapılmış, alınan yerlerde de yeterli şekilde kontrol edilmemiş, bir denetim yapılmamış. Bu duvarların yetersizliği zemindeki hareketi karşılayamıyor, büyük bir gürültüyle patlıyor. Duvar patladığı zaman etrafındaki binalarda da risk oluşturuyor.”
Binalarda mühendislik hizmeti yok
Binalarda oluşacak çökmenin tüm Türkiye’de bir risk olduğunu söylüyor Ilıcalı. “Bu çökme riskinin sadece İstanbul’un belirli ilçelerinde olacağı yönünde bir kanaat var ama risk İstanbul’un tüm ilçelerinde, neredeyse tüm Türkiye’de mevcut. En yakın örneği Sütlüce. O duvarın çökmesiyle beraber bina çöktü. Zaten belediye başkanı söyledi, mühendislik hizmeti alınmamış, temeli yok. Temelinin boşta kaldığını gördük.”
Suyun yapıya en büyük zarar olduğunu söyleyen Ilıcalı, yer altı su seviyesinin bina temelinin çok altına indirilmesi ve yağış şiddetlerini esas alarak altyapının biçimlendirilmesi gerektiği görüşünde. “Su yapıya en büyük zarardır. Yer altı su seviyesinin binanın temelinin çok altına düşürülmesi lazım. Su geldiği an, zeminde hareketi oluşturur. Zemindeki hareket de normalde zemin kayması dediğimiz en hafifinden heyelanı ve İstanbul gibi bir şehirde de deprem gerçeğini yeniden gündeme getiriyor. Suyun uzaklaştırılması inşaat mühendisliğinin önemli konularından birisi. Şimdi yağış oranı değiştiği için yapılacak yeni binalarda muhakkak bu yağış şiddetini esas alarak altyapıyı boyutlandırmamız lazım. Değişen iklim şartlarına ve yağış rejimine göre de altyapılarımızı gözden geçirip bunları yeniden projelendirmemiz, yeni tedbirler almamız lazım. Demiryollarında da görüyoruz. Mesela Denizli’deki sel, rayların altındaki zemini olduğu gibi götürdü.”
İmar barışı kaçak yapıları örtmüyor
Mühendislik hizmeti almayan binalarda heyelan riskinin etkisinin çok daha fazla olduğunu, imar barışının da binaların kaçak olmasını örtmediğinin altını çizen Ilıcalı “İmar barışı meselesi hassas. İmar barışı o binanın kaçak olmasını örtmüyor. Bölgede yapılacak olan kentsel dönüşümü ortadan kaldırmıyor. Elimizde birçok kayıt dışı bina var. Bunların istatistiki bilgilerinin sağlam bir temele dayandırılmasına fırsat veriyor. Belediyelerin, bakanlığın yaptırımını önlemiyor. Bunun altını çizelim. Ruhsatsız olması, kaçak olması durumu değiştirmiyor. Burada yeni bina eski bina ayrımına da girilmemesi lazım. Yeni-eski değil, mühendislik hizmeti alınmamış tüm binalarda risk söz konusu. Bu binalarda proje yok, zemin etüdü yok. Çöken binada hepsini gördük. Dolayısıyla da mühendislik hizmeti alınıp alınmaması, ruhsatlı ve iskânlı olması önemli. Mühendislik hizmeti alan binaların da belli bir hizmet ömrü olduğunu unutmayalım” diyor.
Binanın mümkün mertebe sudan uzak tutulması gerektiğini ifade eden Ilıcalı, bina civarında bulunan suyun temellerden uzak tutulması gerektiğini vurguluyor. Bakanlık ve belediye koordinasyonuyla kentsel dönüşümün hızlandırılarak riskli arazili binalardan kurtulmak gerektiğine de işaret ediyor.
Çarpık kentleşme de bir etken
Meteoroloji mühendisi ve afet yönetim uzmanı, İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu da mühendislik işlemlerinin binalarda ihmal edildiği fikrinde. Kadıoğlu çarpık kentleşmenin, yağmur suyuna akış sağlamadığını ve bu nedenle de aşırı sel ve heyelan gibi olaylarla daha sık karşılaşmaya başladığımızı söylüyor. “Ülkemizde eskiden yağan yağmur, erimiş kar ve çamur, su toplama alanlarına bir afete neden olmadan serbestçe akıp gidebiliyordu. Günümüzde çoğalan nüfusun, çarpık şehirleşmenin ve kırsal kesimdeki bilinçsiz yerleşimin sonucu olarak aşırı yağış, sel, heyelan vb. doğa olaylarına daha fazla maruz kalıyoruz. Böylece, sel ve heyelanlar dâhil olmak üzere hidro-meteorolojik afetler özellikle son yıllarda giderek artan bir şiddette ve sıklıkta meydana gelmekte.”
Sadece çarpık kentleşme değil küresel ısınmanın ve sel yataklarına yerleşimin de afetlerde bir etken olduğunu belirten Kadıoğlu “Günümüzde sanayileşme, yanlış seçilen yerleşim bölgeleri, doğanın tahrip edilmesi gibi insan aktiviteleri afetlerin etkilerini artırmasına veya yenilerinin ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Önümüzdeki yıllarda küresel iklim değişimi ve artan çarpık şehirleşmeden dolayı, kuraklık, heyelan, ani seller ve deniz su seviye yükselmesi gibi afetler ve kentsel yerleşimlerdeki tehlikelerde önemli artışlar bekleniyor” diyor.
Risk yönetimine geçmeliyiz
Türkiye’nin yağışlı birçok bölgesinde heyelanın yaşanacağını söyleyen Kadıoğlu, en büyük heyelanların genellikle bol yağışlı ve dik eğimli sahalarda olduğunu söyleyerek Geyve, Ayancık, Sinop çevresi, Maçka, Of-Sürmene ve Trabzon-Sera heyelanlarını örnek olarak gösteriyor.
Önlem olarak yapılması gerekenleri de şöyle sıralıyor “Türkiye orta enlemde sel ve heyelan tehlikesine açık bir ülke. Türkiye’de meteoroloji karakterli veya hidro-meteorolojik olaylar sık sık birer afete dönüşüyor ve geçerli çözümler de geliştirilemiyor. Sel ve heyelan için afet öncesi korumaya yönelik çalışmalara öncelik vermeliyiz. Bu afetlerle mücadelede de Türkiye büyük ölçüde risk yönetimine geçmeli. Heyelan, sel ve çığ yataklarındaki yerleşimler en kısa zamanda daha uygun yerlere taşınarak zarar/riskler ortadan kaldırılmalı. Ayrıca, şehirlerin imar planları hazırlanıp yenilenirken, heyelan bölgeleri, sel ve çığ yatakları, analiz ve modeller ile ayrıntılı bir şekilde belirlenip buralarda yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemeli.”
Kayıp dereler var
Şehirleşmenin yüzey akışını doğal yüzeylere oranla 2,6 kat arasında artırdığını söyleyen Kadıoğlu, doğal bitki örtüsünün yok edildiği şehirlerde yağışın toprağa sızmasının mümkün olmamasının ani sellerin oluşmasına yol açtığını vurguluyor.
İstanbul’un derelerinin birçoğunun kayıp olduğunu ve bu nedenle suyun yolunu bulamadığını söyleyen Mikdat Kadıoğlu, birçok derenin yıllar önce kanalizasyona ve yola dönüştürüldüğünü, muhtemel bir taşkında büyük riskler doğabileceğini ifade ediyor. “Büyükdere Caddesi gibi dereli birçok caddemiz var. Bu durum, dere yatakları içindeki her türlü yapının muhtemel bir taşkında doğrudan zarar göreceğini gösteriyor. Açık mecraların, kapalı mecralar haline dönüştürülmesi ise her yıl periyodik olarak yapılması gereken bakım-onarım hizmetlerini imkânsız hale getiriyor. Bunun sonucunda zamanla dolan mecralar şiddetli yağışlarda tıkanıp, taşarak şehir selleri daha büyük zararlara sebebiyet verebiliyor.”
Sel yataklarına dikkat
Küresel iklim değişikliğinin yağış şiddetini artırdığını ve sellerin bu nedenle de meydana geldiğini belirten Prof. Dr. Kadıoğlu, sel nedenlerinden biri olarak da sel yatağına yerleşimleri işaret ediyor. “Şehirlerde sellerin artmasının nedenlerinden biri de sel yataklarına yanlış bir şekilde dolgu, bina, vb. şeylerin zamanla yapılmasıdır. Böylece eskiden sel su seviyesi dikkate alınarak yapılan yerleşim birimleri de sel ve/ya dere yatağına yanlış bir şekilde müdahale edildiği için günümüzde daha fazla sellere maruz kalıyoruz” diyor. Kadıoğlu, sel yataklarına yerleşmenin kanunen serbest olduğunu ama yeterli denetimin olmadığını söyleyerek İstanbul Ayamama deresinde daha önce yaşanan ölümleri örnek gösteriyor ve yapılan yeni binaların riskine dikkat çekiyor.
Subasman kavramının da önemli olduğunu dile getiren Kadıoğlu bu seviyenin yeniden tanımlanması gerektiğini vurguluyor. “Subasman yapıda zemin kotunun (sıfır kotu, giriş kotu) altında kalan, ama toprağa gömülü olmayan bölümü ifade eder. bu bölüm yapının üzerine oturtulmuş olduğu bir döşeme, bir kaide olabileceği gibi, basitçe, bodrum katının yüzeyde kalan kısmı da olabilir. Her binada subasman bulunması şart değil, özellikle dere yatağı gibi arazi koşullarının gerektirdiği durumlarda subasman yapılır. Telaffuzunun bize çağrıştırdığının aksine bu sözcüğün ‘su basması-basmaması’ meselesiyle hiçbir ilgisi yok. Olay tamamen ses benzerliğinden ibaret. Yine de tuhaf bir şekilde, elverişsiz arazilerde inşa edilmiş binalarda subasman kotunu çoğunlukla su basıyor.
- Çevre ve Şehircilik Bakanlığı subasman seviyesini mutlaka 100-yıllık taşkın suyu seviyesine bağlamalı. Bu ilkeye uygun olarak, ‘subasman seviyesi’ yeniden tanımlanıp imar, iskan, ruhsat, vb. işlemlerde önemle dikkate alınmalı. Kentsel dönüşüme uğrayan binalarda da subasman seviyeleri düzeltilmeli. Örneğin, 100-yıllık taşkın alanındaki binaların su basmanı ve varsa bodrum katı, temel taşkın seviyesine veya tercihen bu seviyenin üzerine yükseltilmesi gerekir. 100-yıllık taşkın alanındaki binaların subasmanı ve varsa bodrum katı, Temel taşkın seviyesine veya tercihen bu seviyenin üzerine yükseltilmesi gerekir. Yoksa kanalizasyonlu suları binalarımızdan boşaltmaya çalışır dururuz…”
Burada yer almayanlar da dâhil olmak üzere tüm örnekler ne kadar büyük bir riskle karşı karşıya olduğumuzu gözler önüne seriyor. İstanbul Marmara Denizi’ne dökülür mü bilinmez ama yağışlar böyle devam eder ve gereken önlemler alınmazsa birçok binanın bu sonla karşılaşması da kaçınılmaz gibi görünüyor.