Perdenin önü ve arkası
Üstad’ın, ölümü ‘perde ardından haber’ diye tarifini yerli-yersiz dillendiririz ama hangimiz en mühim bir perdenin önünde durduğumuzun farkındayız acaba? Ve biricik hakikatin de o perdenin arkasında saklandığının. Ölüm aslen hayatın yegâne hakikati. Gelgelelim dilimize doladığımız bu hakikatin tam zıddına davranmaktan ve adeta dünyaya kazık çakacakmışız gibi yaşamaktan geri durmayız. Ona göre biriktiririz dünyalığımızı. Bu kendi kendimizi kandırmaca oyununda en hakim rol sahibi ise aklımız; yani beynimiz. Ona göre ölen daima başkaları. Yani beyin kendi ölümünün münkiri. Peki ya biz? Ölümsüzlük arzusu ne de sinsi bir meylimiz.
Merhume Ayşe Şasa Hanımefendi’nin aziz ruhaniyetine
Artık o yegâne iman ettiğimiz yahut daha yumuşatılmış ifadesiyle son 400 yıldır gizliden gizliye iman ettirildiğimiz bilim, daha yakınlarda insanoğlunun en kadim yanılsamasını kendine özgü yöntemleriyle keşif ve ifşa etti: Beyin öleceğini reddeder. Ölümü değil, kendi ölümünü! O yüzden de akıl ancak İslâm’ın yarısını kabullenebilir: “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için ... çalış”. Ve bu yüzden iman, dil ile ikrardan ibaret değil; ötesi de şart.
Güya çocuklara bile bellettiğimiz bu hakikatin künhüne erebilseydik kimbilir neleri ve neleri böylesine perdelemeye tenezzül etmezdik.
Belli ki aklın imanı, imanın kendisi değil, belki en fazla yarısı. İmanı tefekkürden ayıran taraf ise tam da bu sınırdan sonrasında tecelli buluyor: Kalbin tasdiki imanın esas şartı. İşte bu sebeple dilin ikrarının pek kıymeti yok. Dilin, yani nutkun, mantığın, aklın...
Yüksek bir tepeye kurulduğunu varsayan akıl, tepenin yamacını yalayıp geçen rayların üzerinden akıp giden trenleri gördüğü gibi dış dünyadaki gerçekleri bir bir görür, tespit ve ifade eder ama hakiki manâsıyla iman, o tepeden bakarak giden trenleri görmek değil, o vagonlardan birindeki herhangi bir kompartımana kurulmakla kabil. Daha açık ifadesiyle dilin, nutkun, aklın ikrar ettiğini bizatihi tecrübe ederek.
Tek başına dilin ikrarı serapa bir yanılsama.
Ölüm Yanılsaması
Yanılsama şurada: Beyninin sözünü esas kabul eden insana göre o güne değin onca şahitlik ettiği ölüm, kişinin kendisi için değil, başkaları için bir hakikat.
Garip değil mi, bir yandan bütün tanıdıklarınız, tanımadıklarınız sapır sapır dökülüyor, öbür yandan siz içten içe kendi ölümsüzlüğünüze inanmaya devam ediyorsunuz. Karıştırmayalım lütfen, bu kabul zahire vuruyorsa adı başka ve tıbbi bir mesele iken, zahirin kıyılarına hiç yakınlaşmadan, insanın derinlerinde cereyan ediyorsa adı daha başka ve ruhi bir mesele. Malûm, nerede izahı gayrikabil bir vaziyet varsa orada insan var demektir.
Bu pek eski yanılsama meylinin adı da ölümsüzlük.
Yazık ki biz bu meyli bir tek Nemrut’a, Firavun’a veya Karun’a mahsus addederiz. Yahut da benzerlerine.
Zaman zaman da gazetelerin ipe-sapa gelmez malûmatlarının arasına sıkıştırılmış tek sütunluk bir haberde rastlarız ölümsüzlük meraklılarına. Dünyanın en akıllılarından biri kabul edilen ve iktisadi hükümranlığı yüzünden yıllar yılıdır kendisini bir nevi tanrı hisseden falanca zengin, ölümsüzlük için ne haltlar karıştırıyordur, allandıra-ballandıra anlatılır bu haberlerde. Özendirici bir dille üstelik. Bu nevi magazine iltifat da yazık ki zaaflarımızdan. Bir ömür ne boş işlerle uğraştığımızı nasıl da farketmeyiz. Ensemizde nefes alıp veren ölüme inat.
Cenaze Merasiminin Ortasında
Meselenin aslını ihmal etmeyelim: “Her nefs ölümü tadacaktır.” ilâhi ihtarına rağmen her nefsin kişiyi saman altından yürütülen su misali sürüklediği o fenalar fenası mecra: Ölümsüzlük zehabı. Bu yanılsama, kendimizi aldattığımızın aksine bir tek zenginler ve muktedirler için değil, her nefs için aynen geçerli.
- Öte yandan başkaları için neyse de bu nefs hilesinin bizim için de aynen cari olduğunu kabullenmek pek zor. Hâlbuki beherimiz zahiren alelâdeyken kendi derinliklerimizde yegâneyiz. Yegâne ve dokunulmaz! Başka bir ifadeyle ölüm, bizim dışımızdakiler için geçerli. Biz ki biriciğiz, biz ki muhteşemiz, biz ki ayrıcalıklıyız, biz ki seçilmişiz...
Bir cenaze merasiminin ortasında bile hatta. Ve hatta en çok da orada. Zaten en çok da cenazenin kendisi, bizim değil, göründüğü gibi bir başkasının ölümlülüğünün delili değil mi? Bizim bekamız için daha başka bir ispata ihtiyaç var mı? Hayır, “Böyle inanıyoruz.” demiyorum, çarpıtmaya hacet yok, “Aynen böyle hissediyoruz.” demek istiyorum.
“Öleceğiz Ne Çare”
Üstelik bu yanılsama bütün benliğimizin benimsediği bir kabul değil.
Başta beynimiz olmak kaydıyla benliğimizin bazı parçaları, bu nefs hilesini kendisine kabullendirmek için canla-başla gayret eder. ‘Ben’ dediğimiz de aslında kabullerimizden birine ve onu teşkil eden parçaların tevhidine işaret etmekte; ortada sahiden de bir vahide bağlama hadisesi varsa elbette. Yoksa bile biz, kendi zahiri bütünlüğümüzden hareketle iç bütünlüğümüzün de yerli-yerinde durduğunu varsaymaya devam ederiz. Bize bakanların içimizdeki o parçalanmışlığı görmemesini ümit ederek.
Zamane müslümanlarının ölümden, leblebi çekirdekten bahseder gibi bahsetmeleri de bu son derece tehlikeli gafletten kaynaklanmasın sakın! Ömrü hayatım boyunca tanıdığım insanların arasında bir tek merhume Ayşe Şasa Hanımefendi’de ölümün haşyet yüklü nefesinin izlerine şahitlik etmişimdir. Gerisi serapa gaflet. Bundan 18 sene evvel kendisine dair kaleme aldığım “Yirminci Yüzyılın Sinopsisi” serlevhalı portre yazısında kısmen, kendi yazılarındaysa alenen sebepleri görülebilecek bu korku, hiç saklamadığı psişik durumu da dikkate alınarak fobi diye mi yaftalanıp kıymetsizleştirilmeli yoksa zamane müslümanları için temsil hüviyeti taşıyan bir nişane diye mi kabullenilmeli?
Burada da ölçü aynı: havf ve reca arasında bir sarkaç kaderi. Ne sadece biri, ne de bir tek öbürü. Bir durakta fazla konaklanıldığında ötekini ihtar eden bir med-cezir biteviyeliği.
Ölümüne ölüm korkusu başka, ölümsüzlük zehabı uyandıran ölüm gafleti daha başka.
Ne muhteşem bir hatırlatıcı hâlbuki ölüm.