Okumak zenginleştirir mi?
Hükme talip olan, muhakemeyi ıskalamaz mı? Bir metnin içeriğinin esasını teşkil eden hükümlerini başa koyarsak ve o hükmü ortaya çıkaran akıl yürütme tarzını görmezden gelmeye alışırsak, bir vakit sonra düşünen değil, düşünülenleri, başkalarının düşüncelerini öğrenen, hatta tüketen biri hâline gelmez miyiz? İyi ama hani okumak zenginleşmekti?
‘Okumak zenginleşmektir.’
Ne sık duyarız bu hükmü. Kim bilir, belki de bunca sık duyduğumuz için de hiç sorgulamaksızın benimseriz; ölçüp biçmeden, sıygaya çekmeden. Sahiden de böyle midir? Hakikaten de her nevi okumak zenginleşmek mânâsına mı gelir? Yoksa belli şartlar altındaki okuma insanı zenginleştirirken, başka şartlara uyan okuma tarzları kişiyi zenginleştireceğine, tersine, fakirleştirir mi? Yâhut da fakirliğini hissetmesine mi sebep teşkil eder? Peki, bu taban tabana birbirine zıt iki durum için hangi şartlar birbirinin tezadıdır? Okurken neyi, nasıl yaparsak okuduğumuz bizi zihnen de, ruhen de yokluğun içine sürükler?
Bu hüküm ideal bir klişe numûnesi. Beylik, basmakalıp, ispatı iddiasının içinde, mâkul görünümlü bu cümleyi handiyse herkes tasdike hazırdır; tasdike, hatta takdise.
Aynı hüviyet ve mahiyetteki modern(ist) bir başka kalıp hüküm de şu: Bilgi güçtür. Bırakalım ‘Hangi bilgi?’ veya ‘Ne çeşit bir güç?’ yahut ‘Bilgililerin hepsi güçlü mü?’ yâhut da ‘Güçlülerin hepsi sahiden de bilgili mi?’ nevinden alelâde sualleri, handiyse her çeşidiyle gücün bilgi ile bir irtibatının bulunmadığı bedahet çapında bir hakikat değil midir? Ancak başka şeylerle birlikteyken bilginin bir güce dönüşebileceği bu kadar aşikârken...
Fastfood çağına fast kıraat
Öte yandan münevverlerimizin pek yaygın kanaatlerine göre klişe pek fena bir şeydir ve klişelerden şeytandan kaçmak gerektiği kadar kaçmak gerekmektedir. Acaba? Bendenize göre edebiyatta ve hatta sanatta klişe, bedende iskelet gibi bir ihtiyaç ve dolayısıyla da mecburiyettir. Bir yazarı öbüründen veya bir sanatkârı emsalinden ayıran husus klişelere başvurmasında veya tenezzül etmemesinde değil, o klişelere nasıl bir et ve deri geçirdiğinde. Demek istediğim, klişeyi küçük görmek pek klişe.
Okudukça klişelerimiz artar mı, eksilir mi?
Çocukluk dönemimin gözde çığırlarından biri de hızlı okuma kurslarıydı. Her ne kadar İngilizce kursları kadar çoğalmamışlarsa da sayıları epeyce artmıştı ve bir hayli müşteri çekmeyi de başarıyorlardı. Reklâm metinleri tam onikiden vuruyordu çünkü: Olmak için yırtındığımız Küçük Amerika’nın hakikisi ve büyüğünün birçok başkanının sırrı hızlı okumaktı. Yani hızlı okumayı öğrenirsen, bırak Türkiye’yi, Amerika’ya bile başkan olabilirdin. Hem hızlı okumak, aynı zamanda daha çok anlamak demekti. Yavaş okumanın yitikleri dururken bir de okuduğumuzu içimizden seslendiriyorsak vay hâlimize. Bizden adam olmazdı. Bir ân önce bu kötü alışkanlığımızı bırakmalıydık. Hatta hızlı okuma kurslarından birinin pek ayartıcı bir reklâmı vardı. Reklâmın yanına iliştirilen görseldeki grafikten de görüleceği gibi okuma hızımız arttıkça anlama hızımız da, anlama miktarımız da artacaktı.
Anlamak ve hız
Daha sonraları ülkemizi şöyle bir sallayan ama modası hızla geçen denge bilekliği numarası kadar içi boş değilse bile hızlı okuma hokuspokusunun iddiası ile ispatı arasındaki mesafe gittikçe uzadı. En başta görüldü ki aslında hızlı okuma, belki en fazla sınırlı sayıdaki belli tip beyin yapıları için câriydi ve çoğunluk için okuduğunu anlamayı arttırdığı falan da yoktu. Daha şaşırtıcı olanıysa hızlı okumanın, teknik analiz ve rapor gibi ancak belli başlı, malûmata dayalı bazı metin türleri için geçerli olabileceğiydi. Ciddi nazariyat yazıları, hele hele felsefe ve edebiyat metinleri içinse hızlı okumanın faydadan çok zarar verebileceği acı gerçeğiydi.
Hem okumaktan maksat ne? İnsan niçin hızlı okusundu? Okumak, niçin peşinden aslan kovalıyormuş gibi davranmayı icap ettirsindi? Öyle ya, okumaktan maksat, bir vampirin kurbanının şahdamarından kan emmesi gibi metnin muhtevasını çekip almak mıdır, yoksa ötesi mi?
Daha basitten misâllendirelim: Yemenin maksadı bir tek beslenmek midir? Öyle ya, bir okur ebleh değilse, sinekten yağ çıkarır gibi bir edebiyat metninden hayatın sırrını öğrenmek istemez ki. Daha doğrusu istememeli. Hoş, edebiyatın hayatın sırrını muhatabına kazandırıp kazandıramayacağı da ayrı bir konu ama bir edebiyat metni, içeriğinden çok, o içeriği muhatabına kazandırma esnasında okuruna hissettirdikleriyle mühim değil midir?
Bir edebi metni okumanın mânâsı, onun muhtevasını, bir rapordaki bilgileri bellemektekinden farklı olarak, orada anlatılan olayları yaşamış gibi varsayabilecek bir hayâl âlemine dalabilmek, o macerayı yaşayan karakterlerin hislerini bir nevi tecrübe etmek demek. Hızlı okuduğunuzda, belki fastfooddaki gibi hızlıca besleniyorsunuz ama ya sonrası? Hazımsızlık, kabızlık, mide ve bağırsak hastalıkları ve daha niceleri...
Hızlı okumak gibi çok okumanın da neticeleri benzer.
Acaba hızlı yemenin insanın bedeninde bunca zararlı tesiri varken, bırakalım faydayı, hızlı okumanın insanın zihninde ne çeşit menfi tesirleri var? Hızlı okumak, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak mı demek?
Neyi niçin okuruz?
Meselenin başka bir yönü de şu:
Acaba zamanımızda okur, hele de Türk okuru, -Burada fastfood benzetmesine tekrar müracaat ediyorum.- kütüphaneye veya kendi kitaplığına yöneldiği her seferinde, oraya zenginleşmek, dağarcığına yeni şeyler katmak maksadı mı güdüyor yoksa aşçıya yemek yapmayı öğretmek mi istiyor? En azından mutfaktaki meşhur aşçıbaşını, kendi engin yemek bilgisi doğrultusunda bir nevi denetlemek mi istiyor?
Şöyle bir düşünelim: Okumaya en çok meylettiğimiz gençlik yıllarımızda elimize bir kitabı aldığımızda maksadımız neydi? ‘Zenginleşme’ye denk gelen ufak çaplı benlik oyunlarına başvurmadan derinlemesine düşünelim, her okuduğumuz metinde yazarın ne dediğinden çok, onun tespitleri ile bizimkilerin arasında karşılaştırmaya dayalı bir muhakeme tarzı, okumamızın esasını teşkil etmez miydi? Kendimizi yazara tasdik ettirme merakı, okuma merakımızın gizli esası değil miydi?
Hüküm mü, muhakeme mi?
Şimdi gelelim meselenin bamteline: Hızlı okumak, her zaman niçin o kurslarda okutulan tarzda teknik bir mânâ arz etsin ki! Daha doğrusu hazmedilmemiş her türlü okumak, niçin hızlı okumakla aynı kefeye konmasın?
Aslında hızlı okurken yaptığımız şey, o metnin aslını, esasını, özünü kavramaktan çok, en iyi ihtimâlle birkaç maddelik malûmatı kısa süreliğine bellemekten ibaret. Sayılar, tarihler, isimler, yerler ve önemli tespitlerden oluşan basit bir özdür bu. Meselâ o mâlûmatın arasında metinde pek mühim bir yer teşkil eden bir hükmün kendisi kadar, ona ulaşırken sarf edilen muhakeme tarzı da o özde kendine bir yer bulabilir mi?
Hükme talip olan, muhakemeyi ıskalamaz mı?
Bir metnin içeriğinin esasını teşkil eden hükümlerini başa koyarsak ve o hükmü ortaya çıkaran akıl yürütme tarzını görmezden gelmeye alışırsak, bir vakit sonra düşünen değil, düşünülenleri, başkalarının düşüncelerini öğrenen, hatta tüketen biri hâline gelmez miyiz?
Gençlerin sevdiği tabirle okumaktan maksat, başkalarından ‘çıktı’ biriktirmek mi yoksa başkalarının kapışacağı çıktılar üretmenin sırrına vukûfiyet maksadıyla gayret sarf etmek mi?
Yâhut çok okuyarak en iyi ihtimâlle en beylik klişelerin özgüveni yüksek kölesi hâline gelmek mi?
İyi ama hani okumak zenginleşmekti?