Mora katliamı ve “İnsânî Müdahale”kavramı
Avrupa’nın “insânî müdahale” gibi süslü kavramlarını cümle içinde kullanmadan önce şöyle bir soluklanalım. İşin aslını gereğince araştıralım. Kendi tarihimize, kendi değerlerimize körü körüne düşmanlık etmeyelim. Geçmişimizi layıkıyla öğrenelim, çocuklarımıza da öğretelim. Kendi tarihleri katliamlarla dolu olduğu halde bizi katliamcı olmakla suçlayanlara bilgiyle, belgeyle gereken cevabı verelim.
“Avrupalı Beyaz Adam”ın şekil verdiği günümüz medeniyetine ait anahtar kavramlar hakkında ne biliyoruz? Söz gelimi “insânî müdahale” kavramı size neyi çağrıştırıyor? Çoğumuzun aklına ilk gelen kelimeler, insânîyet, şefkat, merhamet belki de... Öyle ya, “insânî müdahale niçin yapılır ki” diyeceksiniz şimdi. Hiç düşündünüz mü, işin hakikati bu mudur peki?
“İnsanî müdahale” kavramı uluslararası literatüre 19. yüzyılın başlarında girdi. Fransızca kaleme alınan küçük bir kitapçık “Yunanlılar, Türkler ve Avrupa Kamuoyunun Ruhu, 1821 Risalesi” adını taşıyordu. Kitapçığın M.L.C.D.B müstearıyla kendisini gizleyen yazarı ise Rus asilzadesi Kont Boutourlin idi.
Rus kontu, Yunan isyanını savunduğu risalesinde Avrupa toplumunun bir bütün halinde Türklere karşı “insanlık namına savaş” vermesi gerektiğinden, “Medeni Hristiyan Avrupa’nın barbarlığa karşı insanlık adına müdahalesi”nden bahsediyordu. Ona göre bu sadece medeniyet veya uluslararası hukuk meselesinden ibaret değildi. Evrensel ahlakın da bir gereğiydi. Bouturlin’e göre köle ticaretini kaldırmak için harekete geçen Avrupa’nın, Hristiyan Yunanlılar katliama uğrarken sessiz kalması mümkün olamazdı. Avrupa vicdanının, bu suça gereken cezayı verme hakkı mevcuttu. Ve eğer Avrupa devletleri Türkleri cezalandırmak için harekete geçerse, bu konuda tereddüte düşen devlet ihanet işlemiş sayılacaktı.
İnsânî menfaatler söz konusu imiş
Nitekim 1836 yılında İngilizce yazılan başka bir eserde, yine “insânî müdahale” kavramının yer aldığına şahit oluyoruz. Aynı zamanda bir hukukçu olan ABD’nin Prusya Daimi Elçisi Henry Wheaton tarafından yazılan “Uluslararası Hukukun Unsurları” bu konuda bakın, ne diyordu?
“Çağlar boyu süren insafsız zulmün kurbanı Yunanlılar lehine Avrupalı Hristiyan güçlerin Osmanlı boyunduruğunu sarsan müdahalesi, uluslararası hukuk prensiplerinin böyle bir müdahaleye uygun olduğuna açık bir delildir. Mesele, sadece diğer güçlerin menfaat ve güvenliğinin müstakil bir devlete ait dâhili sorunlardan anında etkileniyor oluşu da değildir. Mesele, barbar ve despot bir yönetimin aşırı tavırlarıyla ihlal edilen genel insânî menfaatlerdir.”
Bu konuda bazı Avrupalılar daha farklı düşünüyordu. Mesela The Times’a “Historicus” mahlasıyla yazılar gönderen İngiliz hukukçu ve siyasetçi Sir William Harcourt’a göre Osmanlı topraklarına yapılacak “insânî müdahalenin” uluslararası hukuk ile bir bağlantısı mevcut değildi.
- “Böyle bir müdahale hukuktan ziyade siyasetin meselesidir. Hukuk sahasının da üstünde ve ötesindedir. İktidar sahipleri zeki ve adil bir şekilde meseleyi ele alırlarsa, bu müdahale adalet ve insanlığın en yüksek siyasetine dönüşebilir.”
- Harcourt, bu görüşünü şu örnekle güçlendiriyordu:
- “Navarin deniz savaşı, belki uygunsuz bir hadise olabilir. Fakat Türk yönetiminin tebasını boyun eğmeye indirgemesini önlemek için yapılan zorlu bir müdahalenin kaçınılmaz neticesiydi.”
Türk yönetimi kendi tebaasına boyun eğdiriyormuş, bunu önlemek için uygunsuz da olsa iktidarın alacağı bir müdahale kararı, adalet ve insanlığın en yüksek siyasetine dönüşebilirmiş. Üstelik uluslararası hukukun bu bahiste hiç yeri yokmuş.
Dikkatinizi “insânî müdahale” kavramının doğum sancılarına niçin çektiğimizi anlamışsınızdır umarım. Bu kavramın doğuşu tamamen Osmanlı ile yani bizimle ilgili. 1821 yılının Mart ayında Mora Yarımadası’nda patlak veren Yunan isyanı ile başladı her şey. Peki, Mora Yarımadası’nda neler yaşandı?
Osmanlı idaresini mumla aramışlardı
Önce 1709 yılına gidelim. Aslen bir Fransız olmakla birlikte Protestan olduğu için İngiltere’ye sığınmak zorunda kalan seyyah ve diplomat Aubry de La Motraye, Mora’nın Modon limanına ayak basmıştı. Buradaki Hristiyan toplumun tedirgin hâli Fransız seyyahın dikkatini çekmişti. Ahaliden biri seyyahın yanındaki hemşehirine şöyle dert yanıyordu:
“Sen yılda 2-3, hadi zenginsin diyelim, 10 altın haraç veriyorsun. Kimseden korkmadan keyfince yaşıyorsun. Evinde dilediğince şarkı söyleyip dans ediyor, gülüp eğleniyorsun. Rütbesi her ne olursa olsun, bir yeniçeri yahut başka bir asker gelip de bahçenden bir armut koparmaya yeltenmiyor. İçinde sen olmadıkça evine girip karınla, kızınla baş başa kalmaya teşebbüs etmiyor. Zaten öyle bir şeye kalkışan kendi idam fermanını imzalamış olur. Oysa Venedikliler öyle mi? Evimizin, bahçemizin mahremiyetini ihlal ediyorlar. Canları ne çekerse sormaya bile tenezzül etmeden el uzatıyorlar. Şikâyet edersek bize eziyet ediyorlar. Askerleri bizim sırtımızdan yiyip içiyor. Subayları desen çoğu ahlaksız, karılarımız ve kızlarımızla gönül eğlendiriyor. Papazları ise gelip dinimize hakaret ediyor, kendi dinlerine geçmemiz için sürekli başımızı şişirip duruyor. Oysa Türkler böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmez. Dilediğinizi yapmakta sizi özgür bırakır.”
Evet, manzara bu minvaldeydi. 1686-1715 yılları arasında Mora Yarımadası Venedik tarafından işgal edilmiş, Katolik işgalcilerden kısa zamanda yaka silken Yunan ahali Osmanlı idaresini mumla aramaya başlamıştı.
Nankörlük ettiler
Ve bu nankör ahali, kendilerine hiçbir kötülüğü dokunmadığını bizzat itiraf ettikleri Osmanlı idaresine karşı başkaldıracak; daha dün malına ve ırzına el uzatan Avrupalının kışkırtmasıyla büyük bir katliama imza atacaktı.
Mora Yarımadası’nın merkezi Tripoliçe 40 bin civarında Müslüman Türk nüfusa ev sahipliği yapıyordu. Şehir, 1821 yılının Nisan ayından Eylül’ün 23’üne dek tam 4 ay boyunca gözü dönmüş isyancılar tarafından kuşatma altına alınmıştı. Civar köy ve kasabalarda Müslüman avı başlayınca canını kurtarmak isteyen binlerce insan Tripoliçe kalesine sığınmak durumunda kalmıştı.
Bu sırada Mora Valisi Hurşid Paşa, olması gerektiği yerde, yani Tripoliçe kalesinde değildi. Askerin çoğunu toplayıp Mora’yı adeta savunmasız bırakarak 400 kilometre uzaktaki Yanya’da devlete başkaldıran Tepedelenli Ali Paşa’nın peşine düşmüştü. Kendisi orada yoktu ama ailesi Tripoliçe’de mahsur kalmıştı.
Maalesef vaziyet buydu: Tripoliçe’de 40 bin Müslüman Türk yedisinden yetmişine perişan bir vaziyette aylarca kuşatma altında çile çekerken, Mora’nın diğer bölgelerinde binlerce Türk işkenceler altında boğazlanırken, az ötede Osmanlı paşaları birbirlerine kılıç sallıyorlardı.
- Nitekim 23 Eylül 1821 günü Tripoliçe düştü. O gün neler yaşandığını Yunan isyanı liderlerinden Teodoros Kolokotronis hatıratında şöyle anlatıyordu:
Tek bir Türk bile bırakmadılar
“Şehrin içinde katliam başlamıştı. Atım, şehrin surlarından saraya varana dek cesetlerden dolayı yere basmadı... Bizimkiler içeri girdi, Cuma gününden Pazar gününe değin erkek, kadın, çocuk demeden önüne geleni katletti. Tam 32 bin kişinin öldürüldüğü haber verildi. Hydra adasından bir adam, böbürlenerek tek başına 90 kişiyi öldürdüğünü söylüyordu.
- Yunan tarafında da 100 civarında ölü vardı. Fakat netice alınmıştı. Katliama son verilmesine dair bir bildiri yayınlandı... Ben şehre girdiğimde, pazar yerindeki bir çınar ağacını gösterdiler. Türkler Yunanlıları bu ağaca asıyormuş. İç geçirdim. ‘Madem öyle, benim kanımdan kaç kişiyi buraya astılar’ diye sordum. Verilen cevap sayısınca kişinin boğazlanmasını emrettim. Türklerin boğazlanmasıyla biraz olsun kendimi avunmuş hissettim... Şehir düşmeden önce bir plan yapmıştık.
Türkler bize Tripoliçe’yi teslim edince güya onları milletimizin yararına esir yapacak, değişik bölgelere taksim edecektik. Fakat bunu kim dinlerdi ki?”
İngiliz tarihçi William St. Claire’e kulak verelim şimdi.
“Yunanistan Türklerinden geriye pek bir iz kalmadı. Aniden ve nihai olarak 1821 ilkbaharında ortadan kayboldular. Dünyanın geri kalanı tarafından fark edilmediler, yaslarını tutan kimse olmadı... Kimsenin eli titremeden, umursanmaksızın, planlı bir şekilde katledildiler. Tek başlarına yahut izole edilmiş küçük topluluklar halinde yaşayanların ölümleri çabuk oldu. Cesetleri içindeyken evleri yakıldı. Diğerleriyse ortalık karışınca en yakın şehre kaçarak kurtulmaya çabaladılar. Fakat savunmasız mülteci dalgaları silahlı Yunan çeteleri tarafından yok edildi. Küçük kasabalarda yaşayan Türk toplulukları ellerinden geldiğince barikatlar kurup kendilerini savunmaya çalıştılarsa da çok azı hayatta kalabildi.
Bazı yerlerde ise kuşatılıp açlığa mahkûm edilerek canlarının bağışlanacağı sözüyle teslim olmaya zorlandılar. Fakat bu sözler pek tutulmadı. Erkekler derhal katledildi, kadınlar ve çocuklar köle olarak pay edildi. Bu bile onları kurtaramadı. Daha sonra onlar da boğazlandılar. Bütün Mora Yarımadası boyunca ellerinde sopalar, tırpanlar ve birkaç ateşli silah bulunan Yunan çeteleri kol gezdi. Öldürdüler, yağmaladılar ve yaktılar. Çoğu kez başlarında bir Hristiyan papaz bulunuyordu. Çeteleri mukaddes işlerinde daha fazla gayrete getirmek için cesaretlendiren işte bunlardı.”
İşbirlikçilerini bile çıldırttılar
Avrupa’nın Osmanlı’yı barbar ilan edip Navarin’de “insânî müdahale”(!) yapmak suretiyle bağımsızlık bahşettiği Yunanistan işte böyle bir katliamın eseriydi. Öyle bir ikiyüzlülüktü ki bu, Avrupa’nın dört bir yanından silahını alıp Yunanistan’a yardım için koşanları bile tiksindiriyordu. Tripoliçe katliamının bizzat görgü şahidi olan İngiliz subayı Thomas Gordon, bir Türk düşmanı olmasına rağmen yapılanları hazmedemiyor ve Yunan çetecileri protesto ediyordu. Kimsenin tınmadığını görünce de Yunanistan’ı terk ediyordu.
Francis Lieber adıyla bir Amerikan hukukçusu ve eğitimcisi olarak ünlenecek olan genç Alman gönüllü Franz Lieber de Yunan isyancılardan tiksinip ülkeyi terk edenlerden biriydi. Ele geçirdikleri kadınlara aşağılık fiillerde bulunan Yunan çetecilerin, kendisini de bu alçaklığa davet etmesi Lieber’i çıldırtmaya yetmişti. Başka bir Alman subayının isyancılara dair şu sözleri de ibretlikti.
“Eski Yunanlılar bugün mevcut değil. Solon, Sokrat ve Demosten gibilerinin yerini kör cehalet almış. Atina’nın mantık kuralları gitmiş, yerine barbarlık gelmiş.”
Avrupa’nın süslü kavramlarına dikkat!
Avrupa’nın “insânî müdahale” gibi süslü kavramlarını cümle içinde kullanmadan önce şöyle bir soluklanalım. İşin aslını gereğince araştıralım. Kendi tarihimize, kendi değerlerimize körü körüne düşmanlık etmeyelim. Geçmişimizi layıkıyla öğrenelim, çocuklarımıza da öğretelim. Kendi tarihleri katliamlarla dolu olduğu halde bizi katliamcı olmakla suçlayanlara bilgiyle, belgeyle gereken cevabı verelim.
Bakın, elin yabancısı Davide Rodogno bile ne diyor?
“1820’lerde Yunanlıların çektiği acılardan bahseden İngilizler, aynı yıllardaki Hint isyanı ve cerahat bağlayan Katolik İrlanda’nın şikâyetleriyle nasıl başa çıkılacağını tartışmak suretiyle ironiyi büyük oranda gözden kaçırdılar. Hintliler onları 1857 yazında Delhi ve Kanpur’da katletmişti, onlar da daha sonra yüzlerce Hintliyi sadist bir biçimde kesip doğradılar. Yaşlı kadınları ve çocukları diri diri ateşe verdiler. Müslümanları öldürmeden önce domuz yağına buladılar. Avrupalı diplomatlar ile tanınmış uzmanlar Osmanlı yönetiminden eşitlik ve vatandaşlık yasaları bekliyorken, Cezayir gibi eski Osmanlı topraklarında Fransız yetkilileri çok daha müsamahasız, çok daha ayrımcı, Osmanlı’nın hiç denemediği bir despotluğu yürütüyorlardı.”