Medeniyetimizin temel taşı: vakıflar
Lügat itibariyle “durmak; durdurmak, alıkoymak” mânâsına geliyor vakıf. Istılahî yani terim olarak ise “bir malın mâlikî tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi…” Buradaki edebiyen lâfzı oldukça dikkat çekici. Kısacası hukukî bir tasarrufla kurulan ve İslâm medeniyetinin harcını oluşturan hayır müesseselerinden bahsediyoruz.
“Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir” burada bilinmesi gereken en mühim kaide.
Yani vakfedenin şartı, Allah ve Resulü’nün (sav) sözü gibidir. Yani vakfeden şahıs vakfa, hukuka aykırı olmayan her türlü şartı koyabilir; bu şartları sonradan kimse değiştiremezdi. Bu hüküm bütün İslâm tarihi boyunca böyle olduğu gibi Osmanlı tarihinde de aynen devam etmişti.
Cumhuriyetle birlikte vakıfların ortadan kaldırılması, bu mülklerin el değiştirmesine sebep oldu ki, bu da -bugünlerde tartışılan Ayasofya vakfiyesinin hukuken çiğnendiği gibi- İslâm hukuku açısından büyük bir sıkıntıların başlangıcı hâline geldi.
Vakıflar İslâm hukuku açısından iki şekilde hüküm kazanır. Bunlardan birincisi mülk mallar üzerinde hakikî şahıslar tarafından kurulan vakıflardır. Bunlara sahih vakıf denir.
İkincisi ise sahih vakıfların kâfi gelmediği hâllerde veya mevcut vakıfları desteklemek üzere hükümetin devreye girmesiyle oluşur. Beytülmâle (devlet hazinesine) ait (mîrî) araziyi, rakabesi (çıplak mülkiyeti) devlette kalmak ve gelirleri bir amme hizmetine sarf olunmak üzere vakfeder. Buna da gayr-i sahih vakıf, ‘irsâdî vakıf’ yahut ‘tahsis kabilinden vakıf’ adı verilir.
Bu farkın bilinmeyişi çoğu zaman karışıklığa sebep olmuştur. Çünkü gayr-i sahih vakıflar hakikî mânâda vakıf olmayıp bir nevî tahsistir. Tasarrufta bulunan kişinin kendi mülkü üzerinde cereyan etmez; dolayısıyla hükümdar lüzum gördüğü zaman bu tahsisi kaldırır ve mîrî arazinin geliri tekrar beytülmâle döner.
Bu uygulamaların kaynağını Sünnet-i Peygamberî’de görmek mümkün.
Hazret-i Peygamber, devlet arazisinin gelirlerini bazen yeni Müslüman olanlara, onların kalbini İslâm’a ısındırmak için veriyordu. Yahut Osmanlı’da da oldukça fazla görüldüğü üzere âtıl tabiî kaynakların şenlendirilmesi ve münbit hâle getirilmesi için bazı kişilere araziler tahsis ediliyordu. Buna sonraki yüzyıllarda ‘ıkta’ adı verilmiştir.
Netice itibariyle gayr-i sahih vakıflarda hükümdar, tahsisi kaldırabiliyordu. Bu husus bilinmediğinden bilhassa Fatih Sultan Mehmed’in vakıf arazilerine İslâm hukukuna aykırı olarak el koyduğu; hatta oğlu 2. Bayezid’in bu vakıfların çoğunu iade ettiği için “velî” olarak yâd edildiği fikri hâkimdir.
Oysa ‘gaza’ anlayışıyla hareket eden Osmanlı Devleti’nde Osman Gazi’den itibaren gazi, derviş, âlim gibi hususî şahıslara ıktalar verilmiştir. Bunlardan bazısı sahih temlik ise de bir kısmı da gayr-ı sahih vakıflardır. Dolayısıyla bu vakıflar zaten devletin olup, üzerinde tasarrufta bulunan kişi kiracı gibidir.
Vakfın en önemli özelliği ise vakfiyedeki şartlara uyulmasının gerekliliği, bakım ve tamirinin usulünce yapılması ve elde edilen gelirin hak sahiplerine dağıtılmasıdır. Bu özelliklerin yerine getirilmesi için vakfın işlerini idare etme yetkisi verilir ki buna “velâyet” yahut “tevliyet” denir. Vakfın işlerini vakfiye şartlarına uygun biçimde idare etmek ve gözetmek üzere tayin edilen kişiye ise “mütevellî” veya “nâzır” denilmektedir. Osmanlılar bu işlerin yürütülmesi için bir de Evkaf Nezareti adıyla bir bakanlık dahi oluşturmuştu. Daha sonra Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti olan kurum günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak hizmet etmektedir.