Kur’an’a veya Rasûlullah’a doğrudan uyulabilir mi?

Kur’an’a veya Rasûlullah’a doğrudan uyulabilir mi?
Kur’an’a veya Rasûlullah’a doğrudan uyulabilir mi?

Zamanımızda hadisleri okuyup oradan hüküm çıkartanların yaptığı da kendi kanaatlerini ortaya koymaktır. Eğer buna liyakatleri varsa diyecek bir şey yok ancak değilse verecekleri hesap şiddetli olacaktır. Ayrıca hiç kimsenin kendini doğrudan Hz. Peygamber’e (s.a.v.) uyuyor gösterip de başkaları sanki başkasına tâbi oluyormuş izlenimi verme ve itham etme hakkı da yoktur.

Zamanımızda bazı insanlar Kur’an-ı Kerim’i ya mealinden ya da aslından okuyarak kendilerince hüküm çıkarıyor ve böylece doğrudan Kur’an’a uyduklarını, herkesin de böyle yapabileceğini iddia ediyorlar. Bir başka grup da hadis kitaplarını okuyarak benzeri bir şey yapıyor ve onlar da doğrudan Rasülullah (a.s.v.)’a uyduklarını zannediyorlar.

Bu iddialardan önce ilkini ele alalım.

Kur’an’ın dili Arapçadır. Doğrudan Kur’an’a uyduğunu söyleyen kişi ya Arapça bilir ya da bilmez. Eğer Arapça bilmiyorsa Kur’an’ı anlamak için meallere başvurmak zorunda. Meallerden ya bir kişinin yazdığını tercih edecek ya da farklı meallerden kendisi tercihlerde bulunacak. Hangisi olursa olsun Kur’an derken aslında meali yazanın mânâ tercihine uyacak. Zâten meal asıl değil, ama aslına yakın demek.

Kur’an’ın tam tercümesinin imkânı olmadığını Elmalılı Hamdi Yazır merhum çok güzel ifade eder. Çünkü bir dilden başka bir dile tam tercüme edilebilecek şeyler ancak teknik bilgi veren metinlerdir. Yani “bir dikdörtgenin iç açıları 360 derecedir” cümlesini başka dillere tercüme edebilirsiniz. Ancak edebî metinlerin, özellikle şiirlerin başka dillere aynen tercüme imkânı yoktur. Edebî metinler ancak dengi ile başka bir dile tercüme edilebilir. Bunun örneğini Elmalılı, Fuzûlî’nin şiirinden verir (Hak Dini, 1/90-91).

Başkasının içtihadı Kur’an değildir

İnsan yazımı edebî ürünler bile doğrudan tercüme edilemezken insanların oluşturduğu hiçbir metinle mukayese edilmesi imkânsız olan Allah kelamının birebir başka bir dile aktarılma imkânı olabilir mi? Kur’an’ın, bırakın başka dili, Arapçada bile denginin yazılamayacağı da ayetlerle sabit (Bakara 2/23, İsra 17/88, Hud 11/13).

Durum böyle olduğuna göre meallere Kur’an deme imkânı yoktur. Meallere uyan da doğrudan Kur’an’a değil meali yazanın anladığına/tercihine/içtihadına uyacaktır.

Tefsir Arapça bilenler için Arapça yazıldı

Kur’an’a uyduğunu söyleyen kişi Arapça biliyorsa, Arapçası üst düzey veya bunun altındadır. Her Arapça bilenin Kur’an’ı anlamadığı da muhakkaktır. Tefsir kitaplarının çok büyük bölümü Arapça olarak Araplara yazılmıştır. Eğer üst düzeyin altında ise Kur’an’ı anlamak için onu anlayanlara başvuracaktır. Bu da doğrudan başkasının anlayışına/içtihadına uymak demektir.

Kur’an’ı anlayacak düzeyde ise o zaman anlamı tespit için önünde iki yol var: Ya başta Rasûlullah olmak üzere ayetin indiği, vahye muhatap olan insanların anlayışına başvuracak (ki doğrusu budur) veya kendisi lügatleri açıp oradan anlam tespit etmeye çalışacak.

Doğrudan Kur’an’a uyduklarını söyleyenler hadis kabul etmediklerinden ikinci yola tevessül edecekler. Bu sefer kelimelere hangi mânâ verileceğini tespit gibi bir durum ortaya çıkacak. Çünkü Kur’an’da kullanılan kelimelerin neredeyse tamamının birden fazla mânâsı var. “Bir ayetin mânâsı budur” demek, “ayetten Allah Teâlâ’nın muradı budur” mânâsına gelir.

Bir sözden muradı en iyi önce söyleyen sonra da muhatap olan bilir. Eğer kapalı bir ifade ise sadece söyleyen muradını bilir ve o açıklamadığı müddetçe kimse bilemez. İndirdiği ayetlerden ne murat ettiğini ancak Allah Teâlâ ve O’nun bildirdiği bilebilir ki ayette “Biz okuduk mu, o vakit takip et o Kur'an’ı/ Sonra bize aittir yine onun beyanı” (Kıyâme 75/18-19) buyrulmuş ve mânânın Rasûlullah’a (s.a.v.) açıklandığı ifade edilmiştir.

Rasülullah’ın beyanını kabul etmemek peygamberlik iddia etmektir

Diğerleri ise vahye muhatap olan bildirdi ise bilebilirler. Bir kimse Rasülullah (s.a.v.)’ın beyanını kabul etmediğinde, zımnen vahye muhatap olduğunu söylemekte yani peygamberlik iddia etmektedir. Böyle bir durum olmadığına ve olamayacağına göre bu kişi aslında Kur’an’a değil kendi hevâ ve hevesine uymaktadır.

Doğrudan Rasülullah (s.a.v.)’a uyma iddiasına gelince:

Böyle iddiada bulunan bir kişi ya Arapça bilir ya da bilmez. Bilmiyorsa mecburen tercümelere başvuracak, o zaman ilk olarak tercüme edene uyacak, sonra da bu tercümeden ya kendisi bir hüküm çıkaracak ya da çıkaran birine tâbi olacak; her halde de Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)’e doğrudan uyma durumu gerçekleşmeyecek.

Arapça bilirse bu sefer de iki ihtimal var: Ya üst düzey yani hadisleri iyice anlayacak seviyede bilir ya da bunun altında. Hadisleri anlayacak şekilde Arapçası olanın da hadisleri ihata edecek kadar ilmi olur. Yani bir konuda hangi hadisler var, sıhhat dereceleri ne, sahabe arasında uygulaması nasıl vb. sorularına cevap verebilecek haldedir. Veya bu derece ilmi bulunmaz.

Ehline uymadan olmaz

Bunlardan hadisleri hakkıyla anlayabilecek durumda olanlar haricindekilerinin amel edebilmek için mecburen başka birine uymaları gerektiği, yoksa kendi hevâ ve heveslerine uyacağı aşikârdır.

Acaba hadisleri anlayacak seviyede olan birisi doğrudan Rasülullah’a uyabilir mi?

İlk başta bu soruya müsbet cevap verilebilirmiş gözüküyor; ancak konuya daha dikkatli bakalım:

Zamanımızda hepimiz hadis hususunda elimizdeki metinlerle muhatabız. Bu sebeple hadis ihtisası yapan kişi ilk olarak, hangi hadis kitaplarına güveneceğini tespit etmek zorunda kalır.

Buhârî'den hadis okuyan Buhârî'nin içtihadına uyar

Elimizde bulunan hadis kitapları farklı usullerle tasnif edilmişler. Mesela en güvenilir hadis kitapları kabul edilen Kütüb-ü Sitte’nin tasnifinde fıkıh konuları dikkate alınmış. Bu şu mânâya gelir; bir kişi Buhârî’den bir hadis okuyup uygulamaya başladığında aslında İmam Buhârî’nin içtihadına uyar.

Demek ki ihtisas yapan da öncelikle hadisi eserine alma tercihinde bulunan kişiye uymaktadır. Sadece bununla da kalmaz. Hadisin sıhhati araştırıldığında çok büyük oranda farklı görüşler ortaya çıkar. Burada da bir tercihte/içtihatta bulunulacak; belki sahih diyenin, belki zayıf diyenin görüşü tercih edilecek. Bundan sonra da bu hadisin nasıl anlaşıldığı, nasıl uygulandığı meselesi çıkar. Eğer sahabe arasında ittifak varsa problem yok. Ancak çok kere burada da farklı görüşler bulunur. O zaman yine içtihat devreye girer ve bu görüşlerden biri tercih edilir.

Demek ki hadis üzerine ihtisası olan kişi de doğrudan Rasülullah (s.a.v.)’a uyamamakta, mecburen O’nu günümüze taşıyan kişilerin görüş ve içtihatlarına tâbi olmakta…

Sahabe döneminden sonra herkes bir kanal yoluyla O’na uymak zorunda

Zaten sahabe haricindekilerin doğrudan Peygamber Efendimize uyması gibi bir durum boş bir iddiadan öteye gitmez. Çünkü sahabe haricinde hiç kimse Rasülullah (s.a.v.) ile doğrudan muhatap değildir. Sahabe döneminden sonra herkes bir kanal yoluyla O’na uymak zorunda. Mesele bu kanalın kim olacağı?

Bizim teklifimiz, bu kişilerin ümmetin teveccühüne mazhar olmuş ve üzerinde ittifak edilmiş müçtehit âlimler olması. Başkası buna kendince liyakatli başka birini tercih edebilir.

Hiç kimse kendini doğrudan Rasülullah’a uyuyor gösteremez

Müçtehit ulemanın hüküm çıkarırken kullandığı bir usûl vardır ve sünnet temel kaynak olduğu hususunda aralarında bir tartışma da yoktur. Bir müçtehidin ortaya koyduğu bir hüküm, o konudaki Allah’ın muradının ne olduğuna dair zann-ı galibidir.

Zamanımızda hadisleri okuyup oradan hüküm çıkartanların yaptığı da kendi kanaatlerini ortaya koymaktır. Eğer buna liyakatleri varsa diyecek bir şey yok ancak değilse verecekleri hesap şiddetli olacaktır. Ayrıca hiç kimsenin kendini doğrudan Hz. Peygamber’e (s.a.v.) uyuyor gösterip de başkaları sanki başkasına tâbi oluyormuş izlenimi verme ve itham etme hakkı da yoktur.

Özetle söylemek gerekirse ister Arapça bilsin ister bilmesin hiç kimse ne doğrudan Kur’an’a uyabilir ne de Rasülullah’a…

Biz Allah Teâlâ’nın muradını anlamak için Rasülullah (s.a.v.)’a uymak; O’nu anlayabilmek için de başta sahabe olmak üzere O’nun ile alâkalı her hususu aktaranlara tâbi olmak durumundayız.

Allah Teâlâ, Muhacir ve Ensar’ın yanında onlara güzellikle uyanlardan razı olacağını (Tevbe 9/100) beyan buyurmakta ve bilmeyenlerin zikir ehline, yani ilim sahibi olup bunun hakkını verenlere sormasını istemektedir (Nahl 16/43).