Klasik ziraatçılık bitiyor... Bir şey yapmalı!
Köylerimiz köylükten çıkıp, tuhaf hâl aldı. Bir direk yıkıldığında kesilen elektrik sonrası ineklerin sağılmasının mümkün olmadığı köylerimiz var artık. “Küçük Amerika olacağız” hevesiyle endüstriyel tarım tuzağına çekilen ülkemizde 10 dönüm yeri olanın traktör alması gibi, 3 ineği olanın sağım makinesine bağımlı kılmasının sonucu bu. Çoğu kadınımız makine kullanmaktan köy yerinde elle sağım nedir bilmiyor. Köylü kadınlarımız elektrik gittiğinde yoğurdunu, sütünü ekşitip atan şehirlilere benzediler. Şehirler, kendisine mahalle diye eklenen köylerin sakinlerini kültürsüzlüğüyle zehirlerken, köylüyü kadim bilgi ve deneyimlerden uzaklaştırıyor.
Karşı karşıya bırakıldığımız acı gerçeği itiraf ile başlayalım söze. Çünkü yaşanan bir problemi en çarpıcı haliyle ikrar, çözüm arama çabalarındaki samimiyet ve ilgiyi artırır.
Acı gerçeğimiz, endüstriyel tarım ile birlikte büyük darbe alan klasik zirai üretimin artık sona yaklaşıyor olmasıdır. Elbette birden ortaya çıkan bir durum değil bu. Bilerek bilmeyerek “insanı gıdasından esir almak isteyen” kesimlerin değirmenine su taşıyan kararlar, uygulamalar getirdi bizleri bu noktaya.
Onca emeğe karşın kazananın üreticinin değil fırsatçıların olması, yaz ortasında tarlada 1,5 lira olan domatesin markette hâlâ 35 liraya satılması, çiftçi sayısı hızla düşerken dahi tarlaya işçi bulunamaması da acı sonumuzun yaklaştığının işareti.
Gerek nebâtî gerekse hayvânî üretim konusunda yanlış kararların bizi getireceği noktayı önceden hesaplayanlar olmadı değil. Lakin siyaset bildiğini okurken, sözde habercilerimiz de endişe duyan seslere gereken ilgiyi hiç göstermedi.
5553 sayılı tohumculuk kanunu
Çok eskilere gitmeden, belirgin son 3 yasayı ele aldığımızda bu noktaya nasıl geldiğimiz çıkıyor ortaya. Birincisi 08.11.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu. Çıktıktan sonra bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar sonuç vermediği gibi âdeta zihinleri çorbaya çevirdi. Tabii ki meselenin özü de güme gitti. Zaten zirai üretiminin geleceği için kaygılanan bir ülkenin yapacağı yasa değildi.
Kanunun ata tohumu kullanılmasını yasakladığı üzerine tartışmalar garip boyutlara taşınıp içinden çıkılmaz hâl aldı. Yasaklanmadığını söyleyenler, kanunun “ticareti yapılacak tohumların öncelikle bakanlık tarafından tescillenmesi ve kayıt altına alınması gerekir” sözlerini mesnet yaptılar savunmalarına. Lakin o tescil ve kayıt işlemlerindeki ölçülerin neticede ata tohumu kullanmak isteyeni nasıl yokuşa sürdüğünü ise kulak ardı ettiler.
“5553 sayılı kanun ‘sertifikalı’ tohumların ticaretini düzenleniyor” denmesinin bir savunmadan çok sıkıntının varlığına delil olması da gözden kaçtı. Oysa kütüğe kaydedilmeyen, sertifikasyonu yapılmayan tohumların ticaretini yapanlara 10 bin liradan başlayan idari para cezaları, suçun tekrarı halinde cezanın artırılması ve faaliyetten men ile yasadışı faaliyet sırasında kullanılan tohumlukların imhasının öngörülmesi, “Ata tohumu kullanmak isteyen çiftçinin” kaderinin ne olacağını gösteriyordu.
Böyle bir düzenlemenin, dünyanın en verimli ve kadim topraklarına etkisi nasıl olabilirdi? Tabi ki tam da bugün acı gerçek diye önümüze koyduğumuz şekilde. İthal hibrit tohuma ya da sertifikalı yerli hibritlere direkt ya da endirekt yönlendirmeler elimizden sadece ucuz ve sağlıklı tohumlarımızı çalmadı. Bir yandan her yıl milyarlarca dolarımızı yabancı tohum şirketlerine akıtmamızı sağlarken bizi, toprağımızı, suyumuzu kirleten, insanlarımızı hastane bağımlısı yapan zehirlere bağımlı kıldı.
6360 sayılı büyükşehir kanunu
Ardından gelen ve 12.11.2012 tarihinde kabul edilen 6360 sayılı kanun ile birlikte Türkiye’de büyükşehir belediyelerinin sınırları il mülkî sınırı olarak belirlendi. Bu sınırlar içinde yer alan köyler, tüzel kişilikleri kaldırılarak birer mahalleye dönüştürüldü.
Zirai üretim alanlarımızı kapsayan kırsal alanları yakından ilgilendiren bu garip düzenleme neticesinde yerel düzeyde merkeziyetçilik artarken, köylerimiz çarpık şehirlerin birer kenar gettoları oldular.
Şehirlerde yaşamanın gerektirdiği mâlî yükümlülüklerin köyler için geçerli olması gibi bir tuhaflığın üzerine zirâî üretimimiz olumsuz yönde etkilendi. Gıdamızın merkez üsleri köylerimizi kendi otantik kimliğinden ve üretim gücünden vuran bu yasanın yanlışlığı bir zaman sonra anlaşıldı. Yanlışlığı düzeltmek için büyükşehir sınırları içinde mahalleye dönüştürülen köylere, kırsal mahalle veya kırsal yerleşik alan statüsü verilmesini amaçlayan 7254 sayılı bir kanun da çıkarıldı. Fakat artık çok geçti. Bizi klasik zirâî üretimin biteceği sona götürecek bozulma başlamıştı.
- Yerli zirâî politika şart
- Ülkemiz kendine ha, yerli, özgür zirâî politikaları olan bir ülke olamadı. Bunun olmaması tabiatıyla sonrasında pişman olunan yasal düzenlemelerin yapılabilmesine ve uygulanmasına imkân verdi. 1950’lerde yeni yeni yayılan hibrit tohumlara siyasetin bakışı ile 70 küsur yıl sonra sertifikalı denilerek makyajlanan hibrit tohumlara bakışın tıpatıp aynı olmasının sebebi de zaten bu.
- Yerli ve millî bir ziraat politikası eksikliği ülkemizde zirâî üretime dair tüm tartışmaları hep kısır döngülerin içinde çözümsüz bıraktı. Kaybedense çiftçilerimiz ve memleketinde üretileni yiyebilme olanaklarından her geçen gün uzak kalan insanımız oldu.
- Ülkemizde ata tohumlarıyla üretimin bize nasıl bir güç katacağı ya da hibrit tohumlarla yayılan bağımlılığın ve tabii kaynaklara dair kaybın bizi nasıl büyük bir felakete sürüklediği hâlen tam anlaşılabilmiş değil.
- Şehirleri ömür törpüsü yapan plansız ve çarpık yapılaşmanın kırsala bulaştırılmasıyla köyün bütün otantik yapısını bozduğundan hâlâ bihaberiz. Güzelim şehirleri sözde yaşanabilir kentlere dönüştürdüğümüzü sanırken ortaya çıkan ucubeliklerin çiftçi ve üretici alışkanlıklarını nasıl perişan edeceğini kavrayabilen memurlarımız yok gibi.
- İthalata dayalı bir gıda temini mantığında ısrar ederken, çıkarılan garip yasalarla birlikte çiftçilerimizi nasıl üretmekten bezdirdiğimize dertlenen yok. Bugün yüksek faizlerden emeksiz gelen paraların çekiciliği kırsaldakini de avcunun içine almış durumda. İşçinin bulunamadığı, faydalı diyerek alıştırılan kimyevî girdilerin, verimli diye yutturulan hibrit tohumların, plansız makineleşmenin, suyun fiyatlarının uçtuğu bir ortamda çiftçiliğe hevesli olanı bulmak artık mümkün değil. Bütün bu sıkıntıları göze alarak çiftçiliğe devam kararı alanları ise bütün emeklerini göz göre göre fırsatçıların ceplerine akıtan garabet bir fiyat politikası canından bezdiriyor.
422 sayılı kanun ise tabuta son çivi
TBMM’de 23.03.2023 tarihinde kabul edilen 422 sıra sayılı kanun, bugün karşı karşıya kaldığımız acı gerçeğimizi bütün çıplaklığıyla görünür kılan son adım oldu. Bu kanun ile ülkemizde sözde zirâî üretimi planlamak, gıda güvencesi ve güvenliğini temin etmek için Bakanlıktan izin alma zorunluluğu getirildi.
İznin belirlenecek ürün veya ürün gruplarında arz ve talep miktarı ile yeterlilik derecesine göre tarım havzası veya işletme bazında asgarî ve âzamî üretim miktarlarının tespit edilmesi maksadıyla alınması gerektiği söylense de bu düzenleme, Tek Dünya’nın Tek Tarım anlayışının söyledikleriyle örtüşen bir düzenleme. Özellikle “felaket” düzeyinde bir iklim değişikliği yalanıyla şekillendirilen yenidünyanın “Ürettirmeme” planını hayata geçirecek gibi duruyor.
Bakanlık, onay prosedürünün geliştirilmesini toprağın kalitesinin korunması, zirâî sulama yönetiminin imkân ve ihtiyaçlara uygun olarak gerçekleştirilmesi ve buna uygun bir bitki deseni temin edilmesi için yapıldığını söylese de nicedir yapılmamış olanın şimdi yapılacağı pek gerçekçi görünmüyor.
Ayrıca ürünlerdeki fiyat dalgalanmalarının önüne geçmek amacıyla arz talep dengesinin muhafaza edileceği söylemi havada kalıyor. Özellikle pandemi sonrası sebze ve meyve fiyatlarındaki fahiş seviyelerin sebebinin üretim planlamasıyla ilişkisinin olmadığını biliyoruz çünkü.
Kanunda bahsi geçen “ürün planlaması, gıda güvencesi ve güvenliğinin temini, verimliliğin artırılması, çevrenin korunması ve sürdürülebilirliğin tesisi” mefhumlarının ise iklim değişikliği söylemlerini güçlendirme maksadı taşıdığı anlaşılıyor. Zirâî faaliyetlerin Bakanlıktan izin alınarak yürütülmesine ilaveten “sözleşmeli üretim” modelinin benimsenmesi ise klasik ziraatçılığı olumsuz etkileyecek bir başka sorunlu uygulama olarak duruyor.
- Köyler köy olmaktan çıktı
- Küresel niyetlerle koordineli tuhaf kanunlar, uygulamalar ve düzenlemeler, bir zamanlar öyle de böyle de varlığını sürdürebilen zirâî üretim sistemimizi bitiş noktasına getirdi. Dört bir yandan çiftçimizin üzerine abanan politikalar, her zaman bir B planına sahip olmanın gerekliliğini bilmeyen çiftçilerimizi üretimden soğuttu. Köylerimiz köylükten çıkıp, tuhaf hâl aldı.
- Bir direk yıkıldığında kesilen elektrik sonrası ineklerin sağılmasının mümkün olmadığı köylerimiz var artık. “Küçük Amerika olacağız” hevesiyle endüstriyel tarım tuzağına çekilen ülkemizde 10 dönüm yeri olanın traktör alması gibi, 3 ineği olanın sağım makinesine bağımlı kılmasının sonucu bu. Çoğu kadınımız makine kullanmaktan köy yerinde elle sağım nedir bilmiyor.
- Köylü kadınlarımız elektrik gittiğinde yoğurdunu, sütünü ekşitip atan şehirlilere benzediler. Şehirler, kendisine mahalle diye eklenen köylerin sakinlerini kültürsüzlüğüyle zehirlerken, köylüyü kadim bilgi ve deneyimlerden uzaklaştırıyor. O köylü, köylü kalabilseydi buzdolabının olmadığı zamanda yoğurdun torbalara konulup süzülerek günlerce korunabileceğini bilmez miydi?
- Yakın geleceğin en yaygın problemi olacağı tahmin edilen enerji kesintileri yaşandığında köyde bütün su pompaları duruyor. Ne çıra var evlerde artık ne gaz lambası. Herhangi bir savaş, deprem ya da ekonomik kriz sonrası yaşanacak elektrik kesintisi sonrası “akıllı ev” diye reklam edilen gökdelenlerin yalnızlığında ölümü bekleyenlerin kaderi artık köylülerimizi de bekliyor.
- Türlü maksatlarla yapılan yasal düzenlemelerle asrî olacağım diyen köylünün ihtirasları birleştiğinde köyler de şehirde olana bağımlı kalıyor. Yemeğini fırınlarda pişirmeye alışmış köy sakinleri ne odun kırmayı ne ateş yakmayı bilmiyor çünkü. “Allah insanı açlıkla imtihan etmesin” diye diye gıdamızı üreten bir aklı bitiriyoruz kendi ellerimizle.
- Evet, ortada yanlış yapan, eleştirilmesi gereken uygulama, yasal düzenleme ya da bunların kararını alıp uygulatanlar var. Fakat köylünün köylülüğü unutma konusundaki derin arzusunu da eleştirmek gerekiyor. Her geçen gün daha çok vahşileşen küresel planların ortasında “kendimize yeterli bir yaşam alanı oluşturmamız gerekir” diyenlerin ilham aldığı köylüler, kendi kendine yeterliliği unuttular çünkü.
- Oysa her felakette en az kaybı veren, her daim kendi kendine yeten köylüler olmuşlardı tarihte. Dünyayı etkileyen büyük savaşlarda bombanın, gazın, topun, merminin altında yaşamını yitiren askerler kadar sivillerin açlıktan öldüğünü unutuyoruz.
Köylü seferberliği başlamalı
Bugün, klasik ziraatçılığın tükenmesine gönlü razı olmayan her devlet, her kurum, her vatandaş varlığının nedenini, amacını, kapasitesini, değerini bilen bir köylülük hareketinin seferberliğine koyulmak zorunda. Kır ile şehir arasında kaybolan köylerimizde âdet halini alan dışarıdan ekmek, yumurta, tavuk, sebze, meyve, salça, konserve, pekmez alma garipliğine bir an önce “son” vermek gerekiyor.
Asrilik sanılan hallerle ayartılırken, hatalı yasa ve düzenlemelerle üretimden uzaklaştırılan köylülüğün önüne geçilmesi şart. Köyleri şehirlerin beton ve asfaltından, insanı tüketen her türlü âdet ve tarzından uzak tutmak icap ediyor. Tarlamızı, tapanımızı yeniden binlerce yılın süzgecinden geçerek birikmiş kadim bilgilerin, deneyimlerin, uygulamaların, yeteneklerin merkezi haline dönüştürmeye mahkûmuz.
Her işi tabii yöntemle ve imece usulüyle kotarabilen, elden geldiğince endüstriyel tarımın uygulama ve girdilerinden uzak bir köy hareketine girişmemiz icap ediyor. Ekmek yapmayı, yoğurt mayalamayı, el süpürgesi kullanmayı, tarhana karmayı, tavuk-keçi-koyun beslemeyi, odun kesip ateş yakmayı bilmemeyi ayıplayan bir anlayışın köylerimizde yeniden filizlenmesi gerekiyor.
Şehirdekiler yetmez gibi köylerdeki çocukları, genci diploması değersiz üniversitelerde kendini beğenmiş, iş bilmez, yetenek yoksunu depresif insanlara dönüştürme kıyımına artık son vermeliyiz. Köylerimizi kimliğinden koparan, topraklarımızı ve meralarımızı tabutlar misali üst üste konulmuş, şekilsiz, renksiz, sönük gökdelenlerin işgaline açan yasaları acil iptal etmeliyiz. Ziraatın beşiği Anadolu’da insanlığa örnek olacak bir üretim ruhunu yeniden canlandırmalıyız.
Aksi halde tabii yoldan üretmeyi unutan köylülerimiz ve üretme adına hiçbir şey bilmeyen şehirlilerimizle beraber her türden garip şeyi gıda diye yemeye mecbur kalacağımız bir hayat bizi bekliyor.