Kızım Nihan’a Açık Mektup
Merhaba güzel çocuğum,
Umarım iyisindir. İyiliğini ne çok isterim. Yavrucuğum, şimdilik bu hakikatten pek uzaksın ama bilmende bir mahzur yok; bir ebeveynin iyiliği, çocuklarının iyiliğinden geçer. Öyle ya, sizin sıkıntınız, benim de hâdsiz hesapsız fenalığım demek; kederiniz de benim. Sen iyi kaldıkça ben hastaysam da iyileşirim. Sen ve kardeşlerin.
Ben iyiyim; şükür. Nasıl iyi olmam! Düşünsene, bir vakitler hayattan bütün ümidini kesmiş ve tamamiyle kendine yönelmiş biriyken, akabinde evlâdı ıyale kavuşuyor ve nihayetinde gözünün nuru, kalbinin süruru o çocuk büyüyor, kocaman bir kız oluyor ve onun yüksek tahsil mürüvvetini görüyor. Daha ne olsun!
Ama müsaade edersen sana bu mektubumda biraz yüksek tahsil devresinden bahsedeyim. Gerçi burada söylediklerimin mühim bir kısmını sana kısmen şifahen de söylemişimdir ama olsun; kanaati acizaneme göre söylemek başkadır, yazmak başka. Ve dinlemek başkadır, okumak başka. İnsan dinlemekten edindiklerini okumaktan alamazken, okumaktan devşirdiklerini de dinlerken toplayabilemez. Hele de söz söylenilen kişi, söyleyenin evlâdıysa işler iyice karışabilir. İnsan külliyen eksik bir varlık işte; bunu hakkıyla bir idrak edebilseydik.
Ana-babanın nasihati çocuğa zulümdür, bilmez miyim! Ne ki güya ben söylemek istediklerimi yazarken nasihatten kaçınacağım. Nasihatten yani söylediklerimi şıppadanak çürütmenden.
Hayır, hemen de sana haksızlık ettiğimi zannetme. Hem ben, babamın nasihatlerini ne kadar dinledim ki! Unuttuğumu zannetme. Ama şurası kesin: Çocukluğun en temel hususiyeti nasihat dinlemekten nefret etmektir ve o nasihatler söylenirken kulağına şöyle-böyle çalınanları da kulak arkası etmek.
Bütün bunları ve daha nicelerini bilen ve hesaba katan biri hüviyetiyle yazıyorum sana. Hem kulun vazifesi Allah'tan ümit kesmemek değil mi? Ben ne senden, ne de Z Kuşağı diye tesmiye edilen akranlarından zerre miktar ümit kesmiş değilim. Galiba ekseri yetişkinin zıddına bence Z Kuşağı diye bir nesil yoktur ama fazlasıyla ihmâl edilmiş bir kuşak vardır.
Evlâdım,
Yüksek tahsilinin daha başındayken şu iki yoldan birini, kendini hiç aldatmadan, apaçık bir tarzda seçmelisin: Ya arkadaşlarının %99'u gibi sen de derslere girip hocaların anlattıklarını belleyip imtihan vakitlerinde ders çalışarak mümkün mertebe yüksek not alıp vakti gelince de mezun olacak ve sonra da önüne çıkan bir-iki fırsattan daha çok beğendiğini seçecek, neticede bir iş sahibi olacaksın veya bu dört senelik vakti, hayatın boyunca bir daha bulamayacağın hakiki bir talim fırsatı belleyecek ve mümkün mertebe vaktinin salisesini boş geçirmeyeceksin. Hayır canım, “Gezmeyeceksin-tozmayacaksın, sağda-solda takılmayacaksın, eğlenmeyeceksin.” demiyorum ki! Bilmez miyim, bunlar da yaşamaya dâhil. Hem de derslerden fazla faydalı.
Ne diyorum peki? Şunu: Haytalık edeceğin vakti de, miktarını da sen belirleyeceksin. Şartlar veya arkadaşların değil, bizzat sen; şahsen! Akıntıya kapılmış kuru bir yapraktan farkımız da irademiz değil mi zaten? Bizi beşerlikten insanlığa taşıyan hususiyetimiz. Bu hususiyetimizi kullanmadığımız, şu veya bu sebeple kullanmaktan sakındığımızdaysa yavaş yavaş yukarıdan aşağıya doğru süzülür ve tıpkı o yaprak gibi hayatın hay-huyuna karışırız. Hâlbuki bir yaprak gibi kendimizi akıntıya bırakmayı tercih de bizim elimizde. Kendimizi akıntıya bıraktığımızda, kendimizi akıntıya bıraktığımızın şuurundaysak, tıpkı bir yaprak gibi akıntı tarafından sürüklensek de ne gam! Sürüklendiğimizin farkındayız ya! Allah’ın izniyle kurtuluruz bir şekilde. Kurtuluşu zor olan, münafıkça yaşamak: Etrafını değil sadece kendini de kandırarak akıntıda sürüklendiğini inkâr ederek.
Yaşamak, yaşadıklarının şuuruna varmak demek. O şuur doğrultusunda amelin de elbet vakti gelir.
İşte arkadaşlarının neredeyse tamamı o sürüklenmeyle zaten oralara geldikleri veya aileleri, belki lise hocaları tarafından onlara kazandırılmış yönlendirme neticesinde, kuvvetle muhtemel, derinlerinde o hedefleri canı gönülden benimsemedikleri için de ‘kader’ in kendilerine belirlediği yaşantıyı tüketip öte dünyaya göçecek. Tıpkı o yaprak gibi çürümeye ve etrafını da çürütmeye mahkûmlar. Hâlbuki tercihte bulunmak, biz insanların en mühim meziyeti. Çünkü ancak tercihte bulunduğumuzda önümüze konulanın dışındaki şeylere yönelebiliriz. Böylelikle de önüne konan otu yemek durumundaki bir inekten kendimizi ayırır ve yaratıldığımız beşerlikten vazifemiz durumundaki insaniyete doğru yol almaya başlarız.
Aklıma gelmişken, bizim zamanımızda da çalışkanlara inek denirdi. Ama hakiki mânâda inek, anlamıyorsa bile ısrarla ders çalışan değil, önündeki bir-iki seçenekten kendince münasip bulduğuna meyledendir.
Demek ki güzelim, sen hayatının tam da bu belirleyici evresinde çok esaslı bir vaziyetin önündesin: Ya önüne konulanlarla yetineceksin veya önüne konulanları kendi tercihlerinle zenginleştireceksin. Sana kalmış. Hayat senin; mesuliyet senin. Ve tercih senin. Kader senin.
Evet, zannettiğimizin zıddına kader, Rabbimizin bizim için reva gördüğü şey değil, o reva gördüklerinin içerisinde bize bıraktığı seçeneklerden hangisini tercih ettiğimiz. Bu yüzden yaşadıklarımızdan mesul tutuluyoruz. Ve vakti gelince de hesap vereceğiz. Kader, Rabbimizin bizim için yazdığını aynen yaşamamız olsaydı hesaba çekilir miydik hiç?
Güya sana nasihat etmeyecektim, değil mi? Hiç rahat duruyor muyum, bak?
Gelelim sadede: Evvelâ kendine, elinden geldiğince sadık kalacağın bir çalışma programı çizeceksin. Akabinde okul içinde ve dışında hangi sene, hangi dersleri veya seminerleri alacağını tespit edeceksin. Asla okulunun sana reva gördüğü derslerle iktifa etmeyeceksin. Kimileri bölümünün dışında olmak kaydıyla birçok derse misafir talebe hüviyetiyle girmelisin. Çift dal hadisesi ayrı elbette. O zaten bence birincisi kadar vazifen. En mühimi de, sonradan değiştirsen bile kendine müşahhas bir hedef belirleyeceksin. Bu hedef, hem bir meslek mahiyeti taşımalı hem senin o mesleği hangi seviyede icra edeceğini tayin etmeli. Çalışma programın mesleğinle veya tahsilinle sınırlanmamalı. Yaşantını sürdürürken seni hem mesut edecek hem de manen zenginleştirecek meşgaleleri de içermeli. Ne olacaksın? O olacağın şeyi hangi kalibrede ve nasıl olacaksın; en mühimi de hayatını hangi kanallar ve usûller üzerinden keyiflilendireceksin? Bize dayattıkları gibi insan hayatı bu dünya için çalışmaktan ibaret değil ki! Gâvurun zıddına meşru haz bizim de hakkımız.
Hem, maarif hayatımız bizim zihnimizi şekillendirirken, zihnî veya amelî meşgalelerimiz de ruhumuzu inceltir. Başka bir ifadeyle bizi sıradanlıktan uzaklaştırır. Hakiki mânâsıyla şehirlilik bir şehirde ikamet etmek değil, o şehrin görgüsü doğrultusunda incelmek demek. Evet, bir vakitler şemsiye şehirlerimizin beherine mahsus şahsî hususiyetlere sahipken...
Herhangi bir şeyi anlamamıza ve anladığımızı tatbikimize zemin hazırlayan malûmatı mekteplerde tedris ederken, hissiyatımızı, maneviyatımızı ve elbette ruhiyatımızı kıvamlaştıran hususların talimini ise bu tedrisin dışındaki mecralarda aramak mecburiyetindeyiz. Pek basit meşgalelerden çok titiz uğraşlara kadar hayli geniş ve engin bir yelpazeyi teşkil eden bu talim sahası, beşerlikten sıyrılmak niyetindeki kişinin ana hedefi olmak mecburiyetinde. Evet, benim gözümde meşgaleler, okuldaki tahsilinden daha mühim. Çünkü seni sığlıktan işte o meşgalelerin kurtaracak. Sığlıktan, güdüklükten ve hadsizlikten.
Hepsinin mecmuuna meşgale diyeceğimiz bu sahanın içine, artık modası geçen pul koleksiyonu da girer, bir çalgıyı lâyığınca çalabilmek de. Bazen bir el becerisine yaslanır bu meşgale, bazen herhangi bir sahadaki bitmek-tükenmek bilmeyen istikrarlı bir takibe. Bir meşgaleyi öyle olmayan talim veya tedristen ayıran mühim mikyas şu: Bir meşgale, sadece ondan keyif devşirmek içinken bunun gayrısı, bir istifadeye matuftur. Herhangi bir şey, herhangi bir şekilde istifadeye matuf ise o artık meşgalelikten çıkmış, o kişinin mesleklerinden biri hâline gelmiştir.
Hoş, şurası da var: Hayatın hesap edilemez gailelerinin icabı, birinin uzun vakitler meşgalesi vaziyetindeki bir husus, bir de bakmışız ki onun esas mesleği hâline gelmiş. Hem zaten zamanımız, bir insanın mutlaka en az iki meslek bileziği taşımasını şart koşmakta. Üstelik bu meslekler, birbirine yakın bir meslek öbeğinin ortak öğelerinden olmamalı. Malûm, yarın bir gün o mesleklerden birinin maruz kaldığı bir felâket, öbürüne de sirayet edebilir.
Önündeki bir-iki ay, bütün bu hususları enine-boyuna hesaplamanı icap ettiriyor. Aksi takdirde gözünün önündekilerle iktifa mecburiyetinde kalırsın; tıpkı az önce bahsettiğim o inek misali. Bir inek zaten böyle yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Ama ya insan, daha doğrusu bil kuvve insan? Ot yerine arada sırada et de yememiz mi bizi inekten ayırıyor yoksa ineğe yüklenmemiş mesuliyetlerimiz mi?
Ben sana bu iki şıktan falancasını seç demem. Asla! Böyle bir şey, bir insanın kulluğunu ihmâl edip kendini tanrı zannetmesi, kanaatimce evlâdı dahi olsa bir başkasının kaderine müdahalesi mânâsına gelir. Şükür ki zinhar yapmam böyle bir halt. Bir ebeveynin en temel vazifesi, çocuğunun kaderi üzerinde tasalluta soyunmak değil, belki en fazla mukni tavsiyelerde bulunmaktan ibaret. Ve hadsiz dua...
Şimdi ben de bu vazifemi îfâ gayretindeyim. Zaten büyüklerin en büyük hatası da kendinden küçüklere akıl vermek değil midir? Sanki kendisinde çok vardır da sadaka niyetine etrafa saçıyor; hem de kendisinden alenen istenmedikçe.
Güzel çocuğum, neyi okuyacağına karışmam. Ama nasıl okuyacağına dâir bir şeyler söyleme ihtiyacındayım:
Okumak, zihnindekileri çoğaltmak değil, kabını büyütmektir. Doğru, hepimizin bir kabı var. Aklımız, hafızamız ve hatıramız o kabın hücrelerinden müteşekkildir ve biz mühim olan olmayan ne varsa oralara boca ederiz. Vakti gelince kimilerini unuturken kimilerini de istesek bile unutamayız. Okumak dediğimiz şeyin aslı, işte yaratılıştan getirdiğimiz ve Rabbimiz tarafından sınırları çizilmiş bu kabımızı büyütmekten ibarettir. İçine nelerin, hangi usûlle ve ne miktarda konulacağı sonraki iş. Mühim mesele, tab’an sınırlı bu kabın sınırlarını mümkün mertebe genişletmek.
İşte avamla havassın birbirinden ayrıldığı husus bu. Okumaktan maksat, yaradılışı icabı geniş bir kapla doğan kişinin, kabına başkalarının nezdinde kıymetli şeyleri bolca istiflemesi değil. Okumaktan maksat, bir taraftan kabını büyütürken öbür yandan kabının içine seçme malzemeleri kabul etmek ve akabinde de o malzemelerle hem zihnini hem de ruhunu inceltmek. Ruh zaten lâtiftir ve incelmeye hazırdır ama zihin öyle mi? İblis’in sesine açık zihinler kabını habire dolduranlar, pisboğazlar gibi midesini dolduranlara benzer. Kusmasalar bile mide ve bağırsakları çok geçmeden ifsad olur. Evet, çok yemek bedeni, çok bilgi de zihni ifsad eder çocuğum. Bunu bir zamanlar zihnini ifsad etmiş biri hüviyetiyle söylüyorum. Hacet yok; sen kararınca öğren ama bir yandan da öğrendiklerini kanına karıştırmanın imkânlarını ara. Hakiki bilgi budur çünkü. İçselleştirilmiş malûmata bilgi diyoruz; ötekisi kusturucu.
Demek ki az okuyacak ama okuduklarını döne döne okuyacaksın. O yüzden de bugün var yarın yok pop şeyleri değil, alâkadar olduğun her sahanın klâsiklerini tercih edeceksin. Anlamak, ancak ısrarla nefsi ikna ile mümkündür; öteki belki bellemektir ve hamallıktan başka bir şey değildir.
Evlâdım, hiç olmaz deme, hayatının bir döneminde belki hamal bile olabilirsin ama sakın malûmat hamalı olma. Defalarca şahitlik ettim: Anlamadan bilenlerin istisnasız hepsinin sonu hüsran. Kiminin hüsranı bu dünyada, kimininki ötekinde.
Evlâdım, benim gibi aklı kıt olanın lâfı bitmez. Bizden önce büyükler, benim gibi yaşı büyükler değil de hakiki büyükler, hem sözün tesirlisini hem de kısasını söylemeyi becermişler. Ne ki bana düşen lâfı uzatmak. Ezcümle evlâdım, sakın ola önündeki müfredatın seni adam edeceğine inanma. Sen, bizzat sen, kendi kendini yetiştirmeye, neyi, nasıl olacaksan öyle olmaya niyetlen. Zihninin kabını doldurmaktan çok ruhunun ferasetini genişletmeye bak. Her hayrın başı da, sonu da letafet.
Sana muvaffakiyetler temenni ediyorum güzel evlâdım. Ama maarifte muvaffakiyet yüksek not almak olmadığı gibi öğrenmek de değildir. Marifet öğrendiklerini anlamaya gayretle kâbil.
Gözlerinden öperim.