Kıbrıs, Bosna, Kosova, Karabağ ve BM
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslardaki ihtilaflara çözüm üretemeyen, çatışmaları durduramayan Birleşmiş Milletler, Rusya-Ukrayna savaşı ile adeta bitkisel hayata girdi. Mevcut yapısı ve hâli ile Birleşmiş Milletler teşkilatı dünya barışını koruma konusunda hiçbir işe yaramayan bir dernek hâline dönüşmüştür. Dünya barışı ve insanlık adına BM’yi bu halden kurtarmak gerekiyor.
Her yıl Eylül ayında toplanan Birleşmiş Milletler’in olağan genel kurulunun 78’incisi New York’taki genel merkez binasında yapıldı. ABD Başkanı Biden dışında, veto hakkına sahip BM Güvenlik Konseyinin dâimî 4 üyesinin temsil edilmemesi dikkat çeken önemli olaydı. Rusya Devlet Başkanı Putin hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin çıkarttığı tutuklama kararı, genel kurula gelmemesi için bir mazeret sayılabilir. Çin lideri Xi Cinping de giderek artan ABD-Çin gerginliği ve ülkesinin dış dünyaya kapalı tutumu sebebiyle mazur görülebilir.
Ancak, İngiltere ve Fransa’nın Birleşmiş Milletler genel kuruluna gelmemelerinin mantıklı bir izahı olabilir mi? İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler teşkilatının mevcut yapısının oluşmasında birinci derece rol oynayan, aynı zamanda veto yetkisine de sahip bu iki ülkenin, cumhurbaşkanı ve başbakan seviyesinde katılım sağlamaması, kaçmaktan başka nasıl bir gerekçe ile izah edilebilir?
Fransa ve İngiltere niçin gelmedi?
BM, dünya barışını koruma konusunda yetersiz hatta aciz kalsa da uluslararası hukuku temsil etme konusunda hiçbir devletin görmezden gelemeyeceği, küresel siyasi sistemin en büyük parçası olarak genel kabul görmeye devam etmektedir. Gerek genel kurulun gerekse de güvenlik konseyinin kararları, devletlerarası ilişkilerde uluslararası hukukun kaynağı ve dayanağı olarak kabul edilmektedir. Fransa ve İngiltere yetkililerinin genel kuruldan neden kaçtıklarının sorusunun cevabını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM genel kurulundaki konuşmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM genel kurulunda 19 Eylül günü yaptığı tarihi konuşmada çok önemli bir tespitte bulundu:
“BM Güvenlik Konseyi, esas görevi olan dünya barışını koruma yerine, 5 daimî ülke tarafından kendi çıkarları için mücadele ettikleri bir alana dönüştürülmüştür.”
Türkiye Batı dünyası ile Kıbrıs'ta neden ve nasıl ters düştü?
BM Kurumu, 2. Dünya Savaşı felaketi sonrası çatışmaları önlemek ve yeni bir dünya savaşının tekrarlanmaması gibi zarureti tartışılmaz kutsal bir amaçla ortaya çıkmıştır. Mesela BM’nin ilk yıllarında İnsan Hakları Beyannamesi’nin ilânı ve dünyaya yaygınlaştırılması, insan haklarının öne çıkarılması gibi çok hayırlı bir iş yapılmıştır.
Ancak bu hayırlı işlerin yanında BM’nin yapısı oluşturulurken ABD, İngiltere ve Fransa hatta Sovyetler Birliği, kendilerini Güvenlik Konseyi daimî üyeliğine yerleştirirken, Almanya’yı kurumun dışında tutmuşlardır. BM gibi kürevî bir kurumdan dışlanan sadece Almanya olmadı. Güney Amerika, Afrika ve İslam dünyasının da temsil haklarından mahrum kaldığı herkesin kabul ettiği gerçekler arasındadır.
Yukarıda arz ettiğimiz yapılanma yanlışının yanında, BM’nin affedilmez diğer bir hatası, Filistin coğrafyasında İsrail gibi bir devletin varlığını meşrulaştırmasıdır. Arap-İsrail ihtilafı konusunu burada kesip, yazımızın başlığında yer alan Kıbrıs ve diğer konulara geçelim.
Menderes hükümetlerinin vatansever Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun fedakâr gayretleri ile ortaya çıkan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs’ta yaşayan Türklerle Rumların ortak devleti olarak ortaya çıkmıştı. Ancak kısa zaman sonra iki toplumdan oluşan bu devletin uzun ömürlü olmayacağı ile yüzleştik. O yılların Kıbrıs Cumhurbaşkanı olan Papaz Makarios’un gizlemeye bile ihtiyaç duymadığı tehlikeli ve gayrimeşru hedefi, adayı Yunanistan’ın bir parçası haline getirecek ENOSİS idi. Kıbrıslı Rumlar, bağımsız Kıbrıs devletinin kuruluşunu ENOSİS’e ulaşmak için bir ara çözüm olarak telakki ediyordu.
Enosis ve Johnson mektubu
Türklerin adadaki varlığı, ENOSİS için tek engeldi. Onun için Türkler bir şekilde adadan çıkarılmalı idi. Zaten Türk nüfusun bir kısmı Türkiye’ye, bir kısmı da İngiltere’ye göçmüştü. Sayıları gittikçe azalan Türk nüfusu adadan sürüp çıkarmak amacıyla Yunan ordusundan emekli askerler, yerli Rumları eğiterek silahlandırdılar. EOKA adında bir örgüte dönüşen bu paramiliter yapı, kadın-çocuk ayrımı yapmadan Türklerin yaşadığı köy ve kasabalara karşı planlı organize baskınlarla, Türkleri yıldırma faaliyetlerine kesintisiz devam etti. Yıllar süren bu baskınlar o kadar arttı ki, adadaki Türk varlığı yok edilme tehlikesi ile yüz yüze geldi.
Artan şikâyetler Türk kamuoyunu, Rum terörüne karşı topyekûn ayağa kaldırdı. 1964 yılında dönemin başbakanı İsmet İnönü, Kıbrıs’taki Türk varlığının savunulması için bazı tedbirler almak zorunda kaldı. Hatta Kıbrıs’a müdahale konusu gündeme geldiğinde o dönemin ABD Başkanı L. Johnson, Başbakan İnönü’ye bir mektup gönderdi.
Tarihe Johnson mektubu olarak geçen bu dokümanda, NATO’nun (ABD) Türkiye’ye verdiği silahların Sovyetler Birliği dışında herhangi bir yerde kullanmaması gerektiği konusunda uyarıldı. Bu uyarı, Türkiye’nin egemenlik haklarına müdahale ve devletin milli güvenliğini hiçe sayan bir üslup içeriyordu. (Haluk Şahin, Johnson Mektubu, Kırmızı Kedi Yayınları, 2019). Kıbrıs’taki EOKA terörü sebebi ile Türk kamuoyunda Kıbrıs sebebiyle var olan tepkiler, Johnson mektubu ile bir kat daha arttı. Türkiye’de ABD’ye yönelik olumsuz bakış, zamanla Türkiye’de sol eğilimli hareketlerin yükselişine yol açacaktır.
Çarpık politikalarında ısrar ediyorlar
Kendi topraklarında insanca yaşamak dışında hiçbir amacı olmayan mazlum Kıbrıs Türklerini savunan Türkiye’nin bu tavrı, ABD ve batıda ilgi görmedi. Aksine Yunan lobilerinin etkisindeki çevreler, Kıbrıslı Türklerin hayat haklarını yok sayarak, EOKA’nın terörist saldırılarını görmezden gelerek Yunanistan’dan yana tavır aldılar. Hepimizin malumu olduğu üzere 1974 yılında Türkiye'nin hukuken meşru garantörlük hakkını kullanarak sivil hayatları korumak için yaptığı askerî harekâtı bir işgal olarak nitelendirdiler. Hâlâ aynı çarpık politikalarında ısrar ediyorlar.
Geçen 50 yıllık zaman boyunca Türkiye, Kıbrıs Türklerinin haklı davasını savunmaya hep devam etti. Batıdan gelen baskılar karşısında hiç geri adım atmadı. Kıbrıslı Türklerin en temel hayat haklarını çiğneme pahasına batılı devletler, şımarttıkları Yunanistan’ın uluslararası hukuka ve ahlâka aykırı taleplerini desteklemeye ve Türkiye’ye baskı yapmaya devam ediyorlar.
- Dayton kimin ödülü?
- Bu da yetmemiş, tutarsız gerekçelerle bağımsızlığını yeni kazanmış, ordusuz, silahsız bir zamanda saldırıya uğrayan Bosna’ya silah ambargosu kararı ile savunmasız kalmaya mahkûm edilmiştir. 1992-95 yılları arasında Bosna’nın uğradığı sürgün ve soykırımlar yok farz edilerek saldırganlar, Dayton Antlaşması ile devlet içinde devlet sahibi yapılarak adeta ödüllendirilmiştir.
- Bosna’da işlediği suçlar sebebiyle ceza görmeyen Sırbistan, benzer bir askeri saldırıyı Kosova’da tekrar etmeye kalkınca 1999’da NATO’nun askerî hava harekâtı ile durdurulabildi. BM Güvenlik Konseyinin 1244 sayılı kararı ile Sırp ordusu ve polisi, Kosova’yı terk etmek zorunda kaldı. Aynı yıllarda benzer bir devlet terör harekâtı, Azerbaycan toprağı Karabağ’da gerçekleştirildi. BM Güvenlik Konseyi aldığı kararla bu işgali tanımadığını ilân etti. Ancak Karabağ’daki gayrimeşru Ermeni işgali fiilen 2020’ye kadar devam etti.
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslardaki ihtilaflara çözüm üretemeyen, çatışmaları durduramayan Birleşmiş Milletler, Rusya-Ukrayna savaşı ile adeta bitkisel hayata girdi. Mevcut yapısı ve hâli ile Birleşmiş Milletler teşkilatı dünya barışını koruma konusunda hiçbir işe yaramayan bir dernek haline dönüşmüştür. Dünya barışı ve insanlık adına BM’yi bu halden kurtarmak gerekiyor.
II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında dünya barışının alternatifi dünya savaşı idi, o felaket yaşandı. Günümüz şartlarında ise dünya barışının alternatifi savaş değil yok oluştur.
Türkiye Antalya körfezine hapsedilecek
1974 yılında soydaşlarının haklı davalarını savunmak için Kıbrıs’a yapılan askerî harekâtın ne kadar önemli olduğu son yıllarda ortaya çıkmaktadır. Türk askeri eğer Kıbrıs’a çıkmasaydı ve bir şekilde Yunanistan ENOSİS hayalini gerçekleştirebilseydi, Türkiye Antalya körfezine hapsedilecekti. 80’li yıllardan sonra uluslararası hukuka giren, Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge olarak tarif edilen haklardan yararlanamayacaktı. Daha da önemlisi, Libya ile yapılan anlaşma sonucu ilân edilen Mavi Vatan gibi bir kazanımdan bahsetmek mümkün olamayacaktı.
Sovyetlerin dağılması ve Berlin duvarının yıkılmasıyla girilen yeni dönemde Balkanlar’da ve Kafkaslarda ortaya çıkan çok sayıdaki ihtilaf sebebiyle Birleşmiş Milletler teşkilatının işleri çok yoğunlaştı. Güvenlik Konseyi gerek Balkanlar gerekse Kafkaslarla ilgili çok sayıda karar bildirisi yayınladı. Bunlar genelde doğru ve yerinde kararlardı. Ancak üye ülkelerden temin edilen barış gücü üniforması altındaki askerlerin dışında başka bir yaptırım gücüne sahip olmayan BM, silahlı çatışmaları önlemekte tamamen aciz kalmıştır. Başka bir ifade ile mesela Yugoslavya coğrafyasında bağımsız bir devlet olan Bosna-Hersek’in uğradığı saldırılar önleneceği yerde, doğal bir felaket gibi uzaktan seyredilmiştir. Kızılhaç yardımları ile insanlar teselli edilmeye çalışılmıştır.