Kerkük deyip geçemezsin: Erbil-Kerkük hattına tarihî bir nazar
Ne geldiyse başımıza asabiyet davasından gelmiştir. Dilini, kültürünü, milletini sevmek başka şeydir; meseleyi asabiyet / ırkçılık noktasına taşımak ise başka. Bugün biz Türkler olarak nasıl ki muazzam bir imparatorluğun köküne kibrit suyu döken Jön Türkleri yerden yere vuruyorsak, kusura bakmasınlar ama Kürt kardeşlerim de Jön Kürtleri yerden yere vurmak zorundalar. “Türk olsun da taştan olsun” yahut “Kürt olsun da her ne olursa olsun” dediğimiz anda birilerinin bu coğrafya için planladığı tuzaklara yekten düşmüş olacağız. Burada meseleyi Türklük / Kürtlük meselesi olarak ele almadık. Erbil ve Kerkük dün olduğu gibi bugün de hepimizindir. Tıpkı İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Urfa gibi. Fakat tarihi gerçekleri ters yüz ederek Jön Türklük / Jön Kürtlük oynamaya kalkanlara gerçekleri söylemek boynumuzun borcudur. Herkesin gölgesinden korktuğu zamanlarda nasıl Halepçe için cop yemişsek; ömrümüz boyunca Kürtlerin dilini, kültürünü, ezcümle varlığını inkâr etmeye kalkışan Jön Türklere gereken tepkiyi hiç çekinmeden her türlü ortamda göstermişsek, aynı kötülükleri Türkler için yapmaya kalkışan Jön Kürtlere de tepkimizi göstereceğiz. İmparatorluğu batıran Enver, Talat, Cemal gibilerinden ben nasıl hazzetmiyorsam, sen de Türk yerine İngiliz'i tercih eden Molla Efendi’den hazzetmeyeceksin Kürt kardeşim! Jön Türkler de Jön Kürtler de yerin dibine!
Sir William Rupert Hay, İngilizlerin Fars Körfezi'nden sorumlu yöneticisi olarak emekliye ayrılmış bir İngiliz zabiti. Bu göreve iki defa getirilmiş. İlkinde 1941-42, ikincisinde ise 1946-53 yılları arasında görev yapmış. Ölümünden dört yıl önce 1959 yılında basılan “The Persian Gulf States / Fars Körfezi Devletleri” adında bir kitabı mevcut. Yazdığı tek kitap elbette bu değil. Gençlik yıllarında yüzbaşı rütbesinde bir zabit olarak Britanya Hindistan Hükümeti'nin Siyasi Departmanı'nda görevliyken izlenimlerini kaleme aldığı “Two Years in Kurdistan: Experiences of A Political Officer 1918-20 / Kürdistan'da İki Yıl: Bir Siyasi Memurun Tecrübeleri 1918-20” isimli eseri hemen ertesi yıl Londra'da basılmış. Hay, kitabın ithaf bölümüne şöyle yazmış:
“Bu kitap, 1919 ve 1920 yıllarında ülkelerinin ve halklarının hizmetine kendilerini adamış, Mezopotamya Sivil İdaresinin alt ve üst rütbelerinde görev yapmış Britanyalı memurların anısına ithaf edilmiştir.”
Seyyid Taha ile görüşme
Genç İngiliz zabiti, coğrafyada geçirdiği iki yıl boyunca ortamı yoklamış, Ortadoğu'yu Osmanlı'dan koparan ülkesi menfaatine neler yapılabileceğine dair malûmat toplamış. İki yıl boyunca Kürtlerin önde gelen isimleriyle bağımsızlık konusunu da masaya yatırmış. Bir keresinde Erbil Ulu Camii imamı Molla Efendi'nin evinde dört gün Seyyid Taha ile görüşmeler yapmış, bağımsız Kürt devleti noktasında pek aceleci olan muhatabının ısrarlı bir şekilde silah ve para talebinden bunalacak vaziyete düşmüş.
Seyyid Taha'nın elinden kurtuluşu da ilginç. Masada duran bir evrakı fark eden Taha, içinde bir kadın portresi görünce “Bu da kim” diye sorar. İngiliz zabit “Suriyeli Hristiyanların Londra'daki elçisi” cevabını verir. Bunun üzerine Taha: “Bizi kendi vatandaşları yapacak büyük bir Hristiyan devleti arzuluyorlar. Üstelik bir de Londra'da elçileri var. Demek ki bizden daha fazlasına sahipler. Bu resimdeki kadın geçen yıl Bağdat'ta iken bana suikast planlamıştı” diyerek köpürür. Genç zabitin nutku tutulur, söyleyecek söz bulamaz. Ertesi sabah Molla Efendi'nin evinde Seyyid Taha'yı yolcu ederken inanılmaz bir rahatlama yaşadığını söyleyecektir.
Bir molla var molladan içeru
Molla Efendi deyip geçmeyin. İngiliz zabitiyle Seyyid Taha'nın görüşmesini organize eden Molla, sıradan bir cami imamından çok daha fazlasıdır. Cuma hutbelerinde ümmetin birliğinden bahis açıp halifeye dua ederken arka planda Kürt devletine giden yolu açmaya çalışmaktadır. Organize ettiği buluşmanın olumsuz neticesinden şüphesiz mutlu olmamıştır. Bırakalım da Molla Efendi'yi İngiliz zabiti anlatsın bize:
“Molla Efendi günlerini Erbil Ulu Cami'de geçiriyor, akşamları da evinde inzivaya çekiliyor. Asıl adı Ebubekir ama her zaman Molla Efendi yahut Küçük Molla olarak biliniyor. Kısa boylu, ince ve kartalımsı yüz hatlarına, gerçek bir dindarın sakin görünümüne sahip. Onunki kadar narin elleri daha önce görmemiştim. Normalde ayaklarına kadar uzanan uzun gri bir elbisesi var ve uçuk mavi muslinle sarılı bir fes giyiyor.
Dindarlığı ve öğrenimi nedeniyle Kürdistan'ın her yerinde saygı görüyor. Nesiller boyunca ataları da benzer bir şöhrete sahip olmuş ve büyük mülklere sahip olan ailesinden hiç kimse halktan birine karşı her hangi bir şikâyette bulunmamış.
Molla Efendi, Ulu Cami vakfiyesinin yöneticisidir. Namazları o kıldırır, cuma hutbesini de o okur. Ulema sınıfının çoğundan farklı olarak kesinlikle ilerici biridir. Mısır ve Türkiye'den dergiler, gazeteler getirtir. Siyasi ve ilmî konularda zekice konuşur. Bir gün kendisine Mezopotamya'daki vaziyetle alâkalı fikrini sordum, o da şu cevabı verdi:
- Herkes anavatanını bağımsız görmek ister. Ancak şu anda karşılıklı kıskançlıklar nedeniyle bölünmüş durumdayız, bizi yönetmek için uygun bir kimse yok. Güvenlik sağlanana ve biz kendi kendimizi yönetebilecek duruma gelene kadar bize göz kulak olmanızı istiyoruz."
- Sultan Abdülhamid'den Molla'ya madalya
- Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan Asoy Folklor Dergisi'nde Abbas Hurmizyar ve Şivan Serabi imzalı “Kürt Dini Şahsiyeti, Meşhur Âlim Molla Efendi” başlığıyla yayınlanan makalede, iki büyük Kürt aşireti arasında çıkan çatışmayı yatıştırdığı için Molla Efendi'nin Padişah 2. Abdülhamid tarafından zamanın en büyük ikinci madalyası “Hâdim-ul Haremeyn” ile ödüllendirildiği yazılı. Musul mahreçli Feta el Irak Gazetesi'nin 11 Kasım 1943 tarihli “Molla Ebubekir Efendi'nin Ölümünün 40. Günü Özel Nüshası”nın 4. sayfasında ise şöyle deniliyor:
- “İngiliz mandasının başladığı dönemde, İngiliz birliklerinin Irak'a gelmesinin ardından ülke tam bir anarşi içindeydi. Molla Efendi aşiret liderlerini bir araya topladı ve ülkenin istikrarını tehlikeye atacak her türlü hareketten sakınmalarını tembihledi.”
- Molla Türk’ü değil İngiliz’i tercih etti
- 1924 yılında bir Osmanlı vilayeti olan Musul'un kime ait olacağı konusunda İngiltere ile Türkiye arasındaki anlaşmazlığın Milletler Cemiyeti'nde tartışıldığı sırada, Milletler Cemiyeti Komisyonu üyeleri Molla Efendi'yi bizzat evinde ziyaret ederek meseleyi görüşüyor. Molla Efendi'nin bu görüşmede Musul, Kerkük, Erbil ve Süleymaniye şehirleri dâhil bütün Kuzey Irak'ı içine alan Musul Eyaleti topraklarının Türklere değil İngiliz mandası olan Irak'a verilmesini tavsiye ettiği Feta el Irak'ın özel nüshasında kayıtlı.
- Mevzuyla bağlantılı olarak, Gertrude Bell'in ölümünden sonra yayınlanan mektuplarında görüleceği üzere Molla Efendi'yi sık sık Erbil'in Badava semtindeki evinde ziyaret ettiğini ayrıca not düşelim.
Erbil'de kimler yaşıyor?
Ezcümle dönelim Erbil meselesine... Erbil Ulu Camii imamı Molla Efendi, Kürdistan hesabına Sir William Rupert Hay ile Seyyid Taha'yı bir araya getirirken Erbil şehrinde demografik ve sosyal vaziyet ne ahvaldedir? Bunu bizzat İngiliz zabiti William Rupert Hay'den dinleyelim:
“Erbil'de yaşayanların, Nadir Şah'ın 1732'de şehri işgal ettiğinde getirdiği İran askerlerinin (muhtemelen Türkçe konuşan Azerbaycanlıların) soyundan geldiğine dair bir inanış mevcut. Erbil halkının bir kısmı incelik ve zarafet açısından Mezopotamya'daki diğer ırklardan daha ziyade İranlılara yakın olsa da dînî yönden Şii eğilimden uzak saf Sünni olmaları bu görüşü boşa çıkarıyor.
Şehrin bir mahallesi Kürt. Geri kalan nüfusun fakir olan alt sınıfları görünüş ve giyim cihetinden Kürtlere benziyor. Herkes Kürtçeyi akıcı bir şekilde konuşuyor ama evlerinde konuştukları dil Türkçe. 6 bin nüfuslu yukarı şehirde ise en saf Türk unsuru bulunuyor. Burada neredeyse herkes görece zengin, bir ev ve araziye sahip.
Erbil Türklerinin evleri, yiyecekleri ve yaşam tarzları çevredeki Kürtler ile benzerlik taşıyor. Tek fark, umumiyetle onlardan daha ileri bir durumda oluşları. Ağaların tuğladan inşa edilmiş, bazılarının mermer zemin ve sütunlu muhteşem misafirhaneleri var. Bu evlerin kalenin dış kısmına düşen balkonlarından kilometrelerce ötedeki kır manzarasını izlemek mümkün.”
- General Maude beyannamesi
- İngiliz işgaliyle birlikte Irak'ta yayıncılık faaliyeti hızlanıyor. Zira yeni bir yönetim gelmiş, halka bir şekilde kendi meşruiyetini anlatma derdinde. İngilizlerin bu tutumunu Bağdat'ı ele geçirince halka dağıttıkları beyanname vesilesiyle biliyoruz. 19 Mart 1917'de İngiliz orduları komutanı General Maude tarafından yayınlanan beyannameden birkaç satır sunalım size:
- “Bağdat Vilayeti Ahalisine...
- Kralım ve onun yönettiği halklar adına size şöyle sesleniyorum:
- Askeri operasyonlarımızın amacı düşmanı yenilgiye uğratmak ve bu topraklardan sürüp çıkarmaktır. Bu vazifeyi yerine getirmek için İngiliz Kuvvetlerinin faaliyet gösterdiği tüm bölgelerin mutlak ve en üst kontrolüyle görevlendirildim. Fakat ordularımız şehirlerinize ve topraklarınıza fatih veya düşman olarak değil, kurtarıcı olarak geldi.
- Hülagu günlerinden bu yana vatandaşlarınız yabancıların zulmüne maruz kaldı. Saraylarınız harabeye döndü. Bahçeleriniz ıssızlığa gömüldü. Atalarınız ve siz esaret altında inlediniz. Oğullarınız sizin istemediğiniz savaşlara sürüklendi. Mallarınız zâlimler tarafından elinizden alındı ve uzak yerlerde çarçur edildi.
- Midhat Paşa'nın zamanından bu yana Türkler reformlardan söz ediyor ama bugünkü yıkıntılar ve israflar bu sözlerin bir hiç olduğunu kanıtlamıyor mu?
- Topraklarınızın bereketle dolduğu, atalarınızın dünyaya edebiyat, bilim ve sanat kazandırdığı, Bağdat'ın dünya harikalarından biri olduğu geçmişteki günler gibi siz de refah içinde yaşamalısınız.
- Bu sadece kralımın ve onun halklarının değil, aynı zamanda ittifak içinde olduğu büyük milletlerin de arzusudur.
Türk Düşmanı Bir İngiliz Zabiti
Kitabında Erbil'in nüfusunu 14 bin olarak veren İngiliz zabiti, Erbil kalesinde oturanları şehrin zenginlerini oluşturan Türkler olarak zikrediyor. Erbil kalesinin üç mahalleden oluştuğu ise biliniyor. O yıllarda Erbil'in yedi mahallesi olduğuna dair kayıtlara bakılırsa sadece bir mahallede oturan Kürtlerin sayıca 2 bin civarında olduğu söylenebilir. Dikkat buyurun, Erbil'in merkezi tamamen Türk, dış mahallerde yaşayanların çoğunluğu yine Türk'tür. Yazarın şehri anlatırken takındığı yanlı tutumu zaten görüyorsunuz. Merkezinde Türklerin oturduğu, nüfusun en az yüzde 70'ini Türklerin oluşturduğu, bizzat yazarın ifadesiyle Türklerin daha zengin ve ileri konumda olduğu bir şehre dair tespitler daha objektif olmalıydı. Fakat ne de olsa Türk düşmanı bir İngiliz zabiti var karşımızda, öyle değil mi?
Türk Nüfusun Merkezi Kerkük
Yazarın Kerkük ile ilgili tespitlerine geçelim şimdi:
“Kabaca söylemek gerekirse, Mezopotamya'da Dicle'nin doğusunda ve Mendeli'den Küçük Zab'ın bu nehirle birleştiği yere kadar çizilen çizginin kuzeyindeki tüm ülkede Kürtler yaşamaktadır.
Küçük Zab'ın güneyindeki en önemli iki merkez Kerkük ve Süleymaniye'dir. İlkinde Erbil gibi Türk nüfusu mevcuttur, ikincisi ise tamamen Kürt'tür. Bu şehirlerin her biri siyasi bölünmenin merkezi durumundadır.
Musul'un karşısına düşen Dicle kıyısındaki Nebi Yunus'tan (Yunus Peygamber'in türbesi) başlamak suretiyle Erbil, Altun Köprü, Kerkük, Kifri ve Kızıl Rıbat üzerinden Mendeli'ye kadar inildiğinde
Türkçe konuşan halkın yaşadığı bir dizi şehir ve kasaba buluyoruz. Kerkük bu Türk nüfusun ana merkezidir ve savaştan önce 30 bin nüfusa sahipti. Kerkük'ün civarındaki birçok köyde Türkçe konuşulurken, diğer şehir ve kasabalar Kürt ve Arap nüfusuyla çevrilmiş, izole bir haldedir.
Mezopotamya Türklerinin dili İstanbul'da yaşayanlardan sadece daha sert olmasıyla farklılık gösteriyor. Başkentin daha gelişmiş dilinde yumuşak geçilen bazı gırtlak sesleri burada orijinal değerlerini koruyor. Kimileri Kerkük'ün Kal'a Selçuk (Selçuk Kalesi) ibaresinin kısaltılmışı olduğunu öne sürüyor.”
Niçin Erbil değil de Kerkük?
Az evvel Erbil'in demografik ve sosyal durumundan bahsettik. Erbil'den Mendeli'ye değin Türkçe konuşan halkın varlığından söz eden İngiliz zabiti, Kerkük bahsinde “Türk nüfusun ana merkezidir, diğer şehirlerden farklı olarak civarındaki birçok köyde de Türkçe konuşulur” diyor. Bir düşünün bakalım, o vakitler Türk nüfusun ana merkezi en az yüzde 70'i Türk olan Erbil değil de niçin Kerkük? Çünkü Kerkük çevresiyle birlikte daha fazla, daha yoğun bir Türk nüfusu barındırıyor.
Nitekim ilk baskısı 1953 yılında yapılan “Iraq 1900 to 1950. A Political, Social, and Economic History / 1900 Yılından 1950'ye Irak. Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Bir Tarih” isimli eserin sahibi Stephen Hemsley Longrig aynen şöyle diyor:
“1918'de Necef'te, 1919'da Süleymaniye'de matbaalar açıldı. Basra, Bağdat ve Musul'da ise İngiliz işgalinden bu yana yayıncılık faaliyeti başlamış bulunuyordu.
• Bağdat ve Basra'da İngilizce
• Her iki şehirle beraber Musul'da Arapça
• Kerkük'te Türkçe
• Süleymaniye'de ise Kürtçe gazeteler yayınlandı.”
İngilizin yabancı ve başka bir medeniyete ait topraklarda kendini kabullendirmek için bulduğu hal çaresi işte budur. Her şehirde matbaalar kuracak ve kendi lehine yayınlar yapacaktır. Bunu yaparken de şehirlerin demografik yapısını dikkate alır; Arapların yoğun olduğu yerde Arapça, Türklerin yoğun olduğu yerde Türkçe, Kürtlerin yoğun olduğu yerde ise Kürtçe gazete çıkarır. Dolayısıyla bir Kürt şehri olan Süleymaniye'de Kürtçe, bir Türk şehri olan Kerkük'te ise Türkçe yayın yapılması gayet normaldir.
Kimseyi ilzam etmiyoruz
Bizim derdimiz kimseyi ilzam etmek değil. Bilakis hakikatleri ortaya serip çözüme giden yola katkı sunmak. Sadece Kerkük meselesinde değil, bütün meselelerde uyulması gereken ilmî usul bu olmalı. Asabiyet damarıyla hareket edenler hakikate kör kalmakla mâlul. İlim, velev ki arzu ve çıkarın hilafına olsun hakikati teslim etmektir. Dolayısıyla şu yazılandan dolayı kimsenin incinmeye, sızlanmaya hakkı yoktur. Şayet ilim cihetinden bir itiraz gelecekse işte o başımızın üzerine. Delillerin sağlamlığına bakılır, ona göre hakikat tebeyyün ederse geriye ancak teslim olmak düşer. Delilsiz, mesnetsiz iddiaların ise bu meydanda yeri olamaz.
Jön Türkler de Jön Kürtler de yerin dibine!
Ne geldiyse başımıza asabiyet davasından gelmiştir. Dilini, kültürünü, milletini sevmek başka şeydir; meseleyi asabiyet / ırkçılık noktasına taşımak ise başka. Bugün biz Türkler olarak nasıl ki muazzam bir imparatorluğun köküne kibrit suyu döken Jön Türkleri yerden yere vuruyorsak, kusura bakmasınlar ama Kürt kardeşlerim de Jön Kürtleri yerden yere vurmak zorundalar. “Türk olsun da taştan olsun” yahut “Kürt olsun da her ne olursa olsun” dediğimiz anda birilerinin bu coğrafya için planladığı tuzaklara yekten düşmüş olacağız. Burada meseleyi Türklük / Kürtlük meselesi olarak ele almadık. Erbil ve Kerkük dün olduğu gibi bugün de hepimizindir. Tıpkı İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Urfa gibi. Fakat tarihi gerçekleri ters yüz ederek Jön Türklük / Jön Kürtlük oynamaya kalkanlara gerçekleri söylemek boynumuzun borcudur.
Herkesin gölgesinden korktuğu zamanlarda nasıl Halepçe için cop yemişsek; ömrümüz boyunca Kürtlerin dilini, kültürünü, ezcümle varlığını inkâr etmeye kalkışan Jön Türklere gereken tepkiyi hiç çekinmeden her türlü ortamda göstermişsek, aynı kötülükleri Türkler için yapmaya kalkışan Jön Kürtlere de tepkimizi göstereceğiz. İmparatorluğu batıran Enver, Talat, Cemal gibilerinden ben nasıl hazzetmiyorsam, sen de Türk yerine İngilizi tercih eden Molla Efendi'den hazzetmeyeceksin Kürt kardeşim! Jön Türkler de Jön Kürtler de yerin dibine!
Bu coğrafyada kovboyluk sökmez
General Maude'nin sözlerine gelince...
İngilizlerin ve daha sonra Amerikalıların Bağdat'a girince neler yaptıklarını, Moğol Hülagu'dan pek de farkları olmadığını bilmiyor muyuz?
İngiliz ve Amerikan işgallerinin faturasını ölen, işkence gören, sakat kalan milyonlarca insan ödemedi mi?
Sahi, petrolden tutun Irak'ın o muhteşem antik eserlerine değin yağmalanmayan ne kaldı?
İngilizlerin Sünnilere el verip Şiilere zulmettiğini, seksen yıl sonra ise Amerikalıların tam tersi Şiilere alan açarak Sünnileri ezip geçtiğini görmedik mi?
Irak bir devlet olamasın, Irak halkı birbirini kucaklamasın diye İngiliz Conisi ile Amerikan Yankisi el ele vermedi mi?
Bugünkü hazin ve iç yakan manzara öyle dururken mi ortaya çıktı?
Bu işte bir bit yeniği, Anglosakson itinin eniği yok mudur?
Son sözümüz ise Coni ile Yankinin peşinden giderek coğrafyamızda kovboyluk oynamaya kalkışanlara...
Halep orada ise arşın burada.
Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?