Kendini bilmeyen kurtarıcı

İnsanlar belli bir düşmana düşmanlık beslemiyor, yarı belirgin kavramlara kin biliyorlar.
İnsanlar belli bir düşmana düşmanlık beslemiyor, yarı belirgin kavramlara kin biliyorlar.

Kanaatimce cumhuriyet tarihimizin en kritik evrelerinden biri, Türk insanının 30-40 yıl önce kurtarılmış ülkesini bir kez daha kurtarma mecburiyeti hissetmesini mümkün kılan şartlardı. Yani yine bundan 30-40 sene evveline kadar devam eden vakit diliminden bahsetmedeyim.

Yanlış anlaşılmasın, büyük bir düşmandan henüz kurtarılmış ülkenin, yeniden kurtarılma şartlarının bir kez daha teşekkül etmesinin hakikatinden bahsetmiyorum. Tersine, sağcı, solcu, milliyetçi, mukaddesatçı ve nihayetinde İslâmcı dilimlerine ayrılan insanımızın, tıpkı ilk kurtarılmalarındaki gibi ikincisinin de iyi hazırlanmış bir tertipten ibaretliğinin altını çiziyorum. Şahsen kenarından-bucağından vakitlerine yetiştiğim ve hissiyatlarını az-buçuk teneffüs edebildiğim bu insanlarla arasına bir çizgi çekenlerden değilim. Hatta yaşıtlarıma nispetle kendimi ülkeyi kurtarmakla mükellef kabul edenlerden saymışlığım da vaki. Şimdinin gençlerinin kendilerini içinde hissetmediği, hissedemeyeceği bir anlayıştı o: Ortada şu veya bu şekilde kurtarılması mecburi bir ülke vardı ve ülkenin kurtarılmasının o devasa derdi, vatandaşların neredeyse bütününe yakınını teşkil eden kişilerin şahsi dertlerinden öncelikliydi.

HERKES VATAN HAiNi

Çiçeği burnunda ülke görünür düşmanlardan güya temizlenmişti ama şimdi ortada görünmeyen ve hatta gösterilemeyen düşmanlar cirit atmadaydı. Kâh komünizmdi bu düşmanın adı, kâh sosyalizm; bazen de faşizmdi. İlericilik, gericilik, dincilik; yerli işbirlikçi, kökü dışarıda ve en çok da vatan haini gibi sıfatlar ve tabirler ağızlardan düşmüyordu. Eli kalem tutanların yazılarında bu ve benzeri tabirler her daim baş köşedeydi. Üstelik sonuncu tabir, neredeyse herkesin, herkes için kullanmakta beis görmediği bir tabirdi. Sözün kısası, insanlar belli bir düşmana düşmanlık beslemiyor, yarı belirgin kavramlara kin biliyorlardı. Doğru, sislerin içinden şöyle-böyle görünen düşman yeldeğirmenlerine saldırmaktan farksızdı bu durum. Tespit edilen bu niteliğinden hareketle bu bir nevi toplu çılgınlığa ‘edebi’ bir tavır demek ne kadar yerinde?

ŞAHSİ MENFAATİN TERKİ

Bahsi geçen çatışmanın keskinleşmeye başladığı 60’lardan itibaren 80’e kadar ülkemizdeki insanların büyük bir alicenaplık ederek şahsi çıkarlarından vazgeçtiğini kabul ettiğim çıkarılmamalı bu ifadelerden. Bu cümlelerin işaret ettiği hakikat, yaklaşık 30 yıl boyunca insanımızın, ülkesinin çıkarlarını şahsi çıkarlarının üstünde tuttuğu görüşü değil, şahsi çıkarını ülkenin çıkarıyla irtibatlandırma ihtiyacı hissettiğinden ibaret.

Yine de nihayetinde kendi kurtuluşu için vatanın kurtarılması hedefini de bir çıkar beklentisi sayma fikrine herhangi bir ehemmiyet yükleme ihtiyacı hissetmeden mevzumuzun esasına doğru ilerleme mecburiyetindeyiz. Hangi mahfiller gençlerimizi nasıl birbirine düşürdü? Yeni kurtarıldığı ve yepyeni devrimlerle bezendiği iddia edilen bir ülkenin meselelerine dair bakışları, alışkanlıkları, dünyayla ilişkileri bu kadar benzeyen kişiler, nasıl olmuştu da siyasi görüşleri yüzünden birbirini boğazlar hâle getirilebilmişti?

NİHAYET BİR SABAH...

Yıllarca yekdiğerine kin besleyen, diş bileyen tarafların mensupları, günü geldiğinde yine birbirlerini yesinler diye aynı koğuşa tıkıldı. İşte meselenin tam burasında senaristlerin hiç hesap etmedikleri bir şey yaşandı: Dışarıda gözünü kırpmadan ötekine şarjör boşaltan gençler, aynı koğuşta 40 yıllık kuzu sarmasına dönüşmüştü. Kimilerinin ahbaplıkları, arkadaşlıkları, hatta dostlukları hâlen devam etmede. Demek ki ortada hakiki bir kin yoktu. Ve hakiki bir dava. Benim meselem, defalarca dile getirilen bu ve benzeri tespitleri bir kez daha ifade etmek ve tipik Türk aydını tavrıyla ilk kez ifade edilmişçesine sahiplenmek değil, bu tespitten sonrası. Meselenin kavranırlığını pekiştirmek için bu manzara bir kez daha dile getirilmek mecburiyetindeydi. Bizim gibi çok ciddi ve uzun sürelere dayanan tasarımların ardından, kendi yöneticilerinin eliyle durdurulan ülkelerin mensuplarının handiyse ortak özelliği aynı: Kadınlı-erkekli bütün gençlerin en temel meselesi, kendi toplumuyla ilgilenmek. Dikkatinizi çekerim, kendisinden önce toplumunu adam etme kaygısı bu. Kimileyin herhangi bir partiye mensubiyetle tatmin edilebiliyorken bu ilgi, kimileyin de daha aşırıya kaçabilmekte ve uç fraksiyonlara kayabilmekte. Yahut da kurtuluş umudu, filân dünya görüşüne, falan dine veya inanca, hatta feşmekân şahsın kudreti maneviyesine yüklenmekte. Mevcut rejim yerine falan rejime geçildiğinde, şu siyasi anlayıştan vazgeçip bu siyasi anlayış tercih edildiğinde, bazen de sadece falanca iktidara geldiğinde bütün dertler biterdi bu kabule göre. Buradaki gençlik safdilliği de mühim mesele sayılmasa gerek.

Daha doğrusu insan, kendisine yanılma hakkını gençliğinde tanımayacak da ne vakit tanıyacak? Yine de işin bam teli burada değil.

KENDİNİ BİLME MECBURİYETİ

Herhangi bir siyasi görüşle, siyasi partiyle, dernekle, vakıfla ve hatta resmi yahut gayrıresmi örgütlerle ülkenin kurtarılabileceği kabulüne bel bağlamak ne kadar inandırıcı bir tavır sayılmalı? Hayır, zaten yeterince apolitizeleştirilmiş gençlerin bu laylaylomculuğunu, gerçek hayat ve hayatın gerçekleri yerine sanal âlemin kazanımlarını önceleme tercihinden yana tavır almıyor bu cümleler. Kendini öncelemek yerine ülkesini öncelemek gibi görünen bu mürailiğin maskesini işaret ediyor. Hâlbuki bir gencin birinci vazifesi kendini tanımak... Henüz anneden kopar kopmaz başlayan kendinin farkına varma, kendini ilkin anneden, ardından da ötekinden farklı âddetme, peşisıra da kendi farklılığını idrak ve inşa etme süreci, bizim gibi durdurulmuş toplumlarda en iyi ihtimalle henüz bu düzeydeyken yolun bir yerlerinde yarım bırakılıyor. Henüz hayata atılma aşamasının arifesindeyken de hakiki manâsıyla kendini keşfetme ve peşinden de kendi insani sorumluluğunu kabullenme mesuliyetlerinden kaçmak için sığınılan sahte bir liman aslında vatan kurtarıcılığı. Çünkü gençlik yılları, çocuklukta farkına varılan ‘ben’in tam manâsıyla tanınması ve yamuk-yumuk taraflarının düzeltilmesi süreci. Biz ise kendini düzeltme sorumluluğu yerine travmatik bir kayma yaşayarak toplumu düzeltmeye sıvanıyoruz. Niçin? Kendimizi bilme sorumluluğunu örtmek için. Hani ancak kendini bilen Rabb’ini bilirdi?