İttihatçı damar kurumadan bize hürriyet yok

İttihatçı damar kurumadan bize hürriyet yok.
İttihatçı damar kurumadan bize hürriyet yok.

“Yine bir sabah ders başlamadan önce kahvesini içerken, bir gün evvel Meclis'te geçen çok harâretli bir toplantıdan bahsettim. O müzâkerelerde söz söylemek daha çok 'Hoca Efendi'lerimize düşüyordu. Mevzuun icâbı öyle idi. Ben müzâkere sırasında zabıtta bulunurken bu sükûta tahammül edemeyip, o geceki toplantımızda arkadaşlara karşı heyecanla içimi dökmüş ve harâretle tenkitte bulunmuştum. Müftîler, dersiâmlar, meşâyih, hepsi susmuştu.

İnandığını her zaman olduğu gibi söylemekten çekinmeyen Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve emsâli birkaç kişiden başka cesâretle konuşacak kimse kalmamıştı. Ben ulemâmızın bu mûtâdi sessizliğine tahammül edemediğim için üstâdın huzûrunda da aynı heyecanla konuştum. Başını önüne eğip, sol elinin yumruğunu sağ avucuna aldıktan sonra:

“İşte adam onlar, Avni Beyler, Selahaddin Beyler... Bize şeytân-ı ahres derler” dedi. Bu cümle üzerine başımdan bir tas sıcak su dökülür gibi oldu. Ben sözlerimde kendisini hiç hatırımdan geçirmemiştim. Çünkü o, gerektiğinde sözünü sakınmazdı. Her ne kadar 'alenî' celselerde konuştuğu görülmedi ise de 'hafî' celselerde icap edince çok konuşmuştu. Bâhusus koskoca altı cilt Safahât'ıyla bütün memlekete karşı haykırdığını herkes bildiği hâlde, ben onu nasıl kasdedebilirdim? 'Hâşâ, sizi kasdetmiyorum' da diyemedim, bir müddet sâkit kaldık.”

Mahir İz – Yılların İzi

Yine bir seçim sath-ı mâilini geride bıraktık. Takvimler değişiyor, umûmî seçimler, peşinden mahallî seçimler yapılıyor, kazananlar değişiyor, kaybedenler değişiyor, partiler değişiyor, ömürler bitip insanlar değişiyor, fakat Türkiye'nin mâkus tâlihi bir fâsit dâire içinde aynı yolu tepmekten bîtap düşse de bir türlü değişmiyor, değişemiyor.

Mahir İz – Yılların İzi.
Mahir İz – Yılların İzi.

Hepimizi üzerinde uzun uzun düşündüren, eski tâbirle teemmül ettiren can alıcı sözler, yazılar yahut kimi kitaplarda önümüze çıkan bazı pasajlar vardır. Bir mıh gibi zihnimize saplanırlar, maddî-mânevî bütün varlığımızı tepeden tırnağa ürpertip, kendimize, memleketimize ve bütün insanlığa dâir çetin bir muhasebe kapısı aralarlar. Çoğu kere içimizde derin yaralar açıp kanatırlar. Bazen o mıhın varlığını unutur gibi olsak da arada bir haşin bir diş ağrısı gibi bizi tekrar yerimizden hoplatır, hüznümüzü tazeler, aklımızı başımızdan bir kez daha alırlar.

Merhûm pîrimiz Mahir İz Beyefendi'nin ‘Yılların İzi’ nâmlı eserinde yer alan, şu yazının başına dercettiğimiz pasajın bizdeki yeri tam olarak işte o mıhtır. Yıllar önce kitabı elimize aldığımızda nasıl tesir ettiyse, o tesir bugün aynen duruyor hatta bilâkis kimi vakitler daha da şiddetleniyor, bizi derin teessürlere gark ediyor.

Bu sıkleti terâzi çekmez

Şu kısa anekdotun içinde öyle ağır mânâlar yüklü ki, “bu sıkleti terâzi çekmez” dense yeridir. Bir kere Mehmet Âkif merhûmun kendini “şeytân-ı ahres” tâbiriyle kınaması, üstelik sadece kendini değil ismini zikrettiği bir-iki kişi hâricinde mecliste yer alan bütün dindarları “dilsiz şeytan” olmakla suçlaması, öyle okunup da üzerinde teemmül etmeden geçip gidilecek bir husus değildir.

Dahası, pîrimiz Mahir İz Beyefendi şu anekdotu yazarken kendi kendini sansürlemek zorunda bırakılmıştır. Mevzunun dinle alâkalı olduğunu siyak ve sibak irtibatından anlasak bile tam olarak neyin mecliste hararetle tartışıldığını bilemiyoruz. Eminiz ki pîrimiz bunu yazmayı çok isterdi ama devrin şartları buna elvermedi, hâlen de tamamen elverdiği söylenemez. Ömrü devlet hizmetinde geçmiş bir maarif mensubu olarak memleket gençliğini tenvîr etmeyi kendine vazife bilmiş bir münevverin, heyecanlı satırlarından anladığımız üzere memleketin öz mayasına ve hatta bekasına dâir endişelerini zikrederken kendini sansürleme vaziyetine düşmesi, bu ülke ve bu toplum adına kocaman bir utançtır. Bu cesîm utanç görmezden gelinemez.

Ali Şükrü Bey.
Ali Şükrü Bey.

Hem sonra bu nasıl bir memleket ki, koca koca imparatorluklar kurarken Allah'ın dini üzere yürüyor, Îlâyı Kelimetullah ile üç kıtaya asırlarca hükmediyor, İstiklâl Harbi'ni bile sarıklı mücâhitlerle kazanıyor ve fakaat...

Zaferin hemen ertesinde Yüce İslâm dini şiddetli hücumlara mâruz kalırken Kurucu Meclis'te bulunan din adamlarının gıkı bile çıkmıyor, mukaddes dâvâ için öne atılmak bir avuç kişiye, Avni Bey gibi bir avukata, Ali Şükrü Bey gibi bir bahriye subayına kalıyor.

Bir alacakaranlık devri

Çünkü bu bir alacakaranlık devridir. Fikri, zikri ve bütün hayatıyla kendileri gibi olan Hasan Fehmi gibi gazetecileri bile sırf kendilerine uşaklık yapmayıp eleştirdiği için kurşun yağmuruna tutan, daha sonra kamuoyu infiâle kapılınca, yani ortam aleyhlerine dönünce 31 Mart hâdisesini tertipleyip memleketin köküne kibrit suyu döken zihniyetin devridir.

Hasan Fehmi'nin cenazesi.
Hasan Fehmi'nin cenazesi.

Bu meyanda şu anekdotu anmadan olmaz.

“İttihatçıların muhaliflerini sokak ortasında öldürtüp, muhalif gazeteleri kapattıkları, memleketi korkunç bir zulümle idareye koydukları yıllarda Yahya Kemal otuz yaşlarındadır.

Fevkalâde verimli sohbetlerde yaptığı nükteler dilden dile dolaşmakta ve devrin iktidarını çok kızdırmaktadır. Bir gün Talat Paşa ile Bâbıâli çıkışında karşılaşırlar.

Talat Paşa;

• “Yahya Bey, gazetelerin bazılarını kapatabiliyoruz. Fakat sizin gazeteyi nasıl kapatacağız diye düşünüp duruyoruz” deyince...

Yahya Kemal cevabı yapıştırır:

• “Kolayı var paşam! Tabancanız yanınızda değil mi?”

Şu mısralar da Yahya Kemal'in o devri tasvîridir.

Yâ Rab ne müsâvâtı ne hürriyeti ver

Hattâ ne o yoldan gelecek şöhreti ver

İktidâr başka muktedîr başka

Yahya Kemal.
Yahya Kemal.

İttihatçıların memlekette tesis ettiği alacakaranlık iklimi kâh artarak kâh azalarak, darbeler, muhtıralar ve Gezi benzeri ayaklanmalar eşliğinde bugüne değin devam ediyor. Pîrimiz büyük vatansever, büyük münevver Mahir İz Beyefendi gibi hâlâ kendimize sansürler uyguluyor, tarihimizde yaşanan nice hakîkatleri terennüm etmekten imtinâ ediyoruz.

Güyâ bir seçim yazısı yazacaktık, bakın mevzu nerelere geldi. Merâm odur ki, seçim sath-ı mâiline sathî cihetten bakmayalım ve memleketin hakîki hürriyetinin, üstümüze kâbus gibi çöken İttihatçı zihniyetten kurtulmaktan geçtiğini artık idrâk edelim.

Alacakaranlık iklimini tahkim eden İttihatçı damar kurumadan bize ne hürriyet ne de saadet var. Biz iktidâr olsak da muktedîr olan hâlâ onlar.

Ve iktidâr sadece bir oyuncaktır, muktedîr olamadıktan sonra...