İsrail’le şahane ilişkiler
Şah ile Siyonistler arasından su sızmazken ne olmuş veya nasıl olmuştu da onu devirenlere karşı MOSSAD başından beri ikili oynamış ve şahı finalde yalnız bırakmıştı? İran Devrimi denen hengâme bir kopuş muydu, yoksa siyonistlerin çevreleme stratejilerinde yeni bir aşama mı?
İsrail-İran münasebetlerinin devrim sonrası alacağı biçimi irdelemeden evvel Şahlık devrindeki dinamikleri gözden geçirmekte fayda var.
İsrail’in doğuşuna ebelik eden BM’nin 181 Nolu Kararı’na itiraz eden 13 ülke arasında yer alsa da İran çok geçmeden (6 Mart 1950’de) de facto olarak Siyonist yapıyı tanıyan -Türkiye’den sonra- ikinci İslam ülkesi olacaktı. Süreci şekillendiren baş aktör, 2. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin küresel hâkimiyet mirasını devralan ABD’den başkası değildi. Yeni patron, dünyanın en hassas bölgesinde yerel müttefiklere ihtiyaç duyarken İsrail ve İran’ı orada hazır bulmuştu. ABD-İran müttefikliği, İsrail-İran yakınlaşmasının zeminini teşkil etmişti.
Bu yakınlaşma tam da İsrail’in kurucu başbakanı David Ben Gurion’un ‘Çevre Ülkeler’ teorisi kalıbına birebir uymaktaydı. Müşterek sınırı olmayan, birbiriyle tarihte hiç savaşmamış, birbirinin topraklarında hak iddiaları olmamış iki yurt olarak yakınlaşmalarında bir beis görmemişlerdi. Türkiye’yle birlikte Arap düşmanlarını çevreleyecek bir partner sıfatıyla İran güven vermekteydi.
Nitekim Ben Gurion’un yürüttüğü çok gizli bir çalışma neticesinde Arap olmayan Etiyopya, İran ve bilahare Türkiye’yle güvenlik işbirliği anlaşmaları imzalanmış, Üç Uçlu Gladyatör Kılıcı mânâsındaki Trident adında bir istihbarat ağı kurulup üye ülkelerin haber alma teşkilatları ortaklık tesis etmişti. Buna göre İsrail istihbaratı MOSSAD, İran istihbaratı SAVAK, Türk istihbaratı MAH senede iki kez toplantılar yaparak veri ve analiz paylaşımında bulunmuştur.
1951’de iktidar olup muktedir olma arayışındaki Muhammed Musaddık İran petrollerini millîleştirmeye kalktığında İsrail’i tanıma tutumunu da net biçimde terk etmişti. CIA himmetiyle Musaddık devrilip de Şah Muhammed Rıza Pehlevî yeniden tahtına kavuştuğunda, İsrail Tahran’da daimî bir heyet bulundurarak fiilen bir elçilik işletmeye başlamıştı.
1960’lı yıllarda İran-İsrail’in baş tedarikçisi olarak petrol ihtiyacını karşılıyordu. İsrail limanları Eliat ile Aşdot arasında kurulan boru hattıyla birlikte işbirliği daha ileri noktalara taşınıp İran petrolü İsrail üzerinden Avrupa’ya taşınacaktı ki Arap ülkelerinin homurtuları artınca Şah daha fazla ileri gidememişti.
Kürt meselesi
İsrail’inki kadar olmasa da İran’ın da Araplara husumeti vardı. Mısır lideri Cemal Abdünnasır’ın bayraktarlığını yaptığı Arap milliyetçiliği dalgası Tahran rejimini huzursuz ediyordu. Çünkü Huzistan bölgesindeki Arap nüfusun harekete geçme potansiyeli, Nasır tarafından şevkle kullanılıyordu. Körfez ülkelerinde de milliyetçi dalganın kabarması, endişeleri artırıyordu. Öyle ki Şah, dış politikada Nasır karşıtlığını takıntı hâline getirmişti ve ona karşı İsrail’den daha muhkem müttefik bulabilecek değildi.
Bundandır ki 1956 Süveyş Krizi’nde de 1967 Altı Gün Savaşları’nda da 1973 Yom Kippur Savaşı’nda da Arap ülkelerini desteklemek şurada dursun boykota katılmayarak İsrail’e petrol satışına devam etmişti. 1972’de Nixon ile Yahudi bakanı Kissinger’in Tahran’ı ziyaretiyle siyonist destekçiliği zaten garanti altına alınmıştı.
Şah Muhammed Rıza Pehlevî’nin kronik Nasır takıntısı, halefi Enver Sedat tarafından teskin edilince ikili arasındaki şahsî dostluk bir anda iki ülke arasındaki normalleşmeyi sağlamıştı. Hatta Şah sonraki evrelerde Mısır-İsrail arasında arabuluculuğa soyunacaktı.
Tahran’la Tel Aviv’i birbirine yaklaştıran etkenlerden biri, gariptir, Kürt meselesiydi. Irak’ın kuzeyindeki Kürt nüfusu Irak’a karşı kullanma hevesleri iki başkenti ortaklaştırıyordu. 30 Haziran 1963’te Paris’te bu husustaki görüşmeler Atina Olayı denen bir anlaşmaya dönüşmüş ve Kürtlere yönelik yardım operasyonlarının birlikte yürütülmesi yönünde mutabakata varmışlardı. İlk planda yollanan ilaç ve silah kargoları İran üzerinden sevk edilmişti.
Kürt aşiretlerin eğitim ve donatımı işini müştereken gerçekleştirip gerekli propaganda desteğini de verirken iki ülke Filistin davasına destek veren İranlı solcu gençlerle ilgili istihbarat paylaşımını da titizlikle yürütüyordu. Filistin kamplarındaki bu unsurlara karşı yer yer birlikte “anti-terör” operasyonları bile yürüttükleri oluyordu.
Stratejik seviye
Irak’ta gerçekleşen darbe sonrası “mahsur” kalan Yahudi azınlığın tahliyesi için şahın devreye girmesi bahsine önceki yazıda değinmiştik. Tahran-Tel Aviv uçak seferleri bu tahliyenin rotası olmuştu. Öte yandan İran’daki 90 bin Yahudi’nin güvence altında olması için Şah ile ilişkilerinin sıcak tutulması İsrail’in yararınaydı. Siyonist rejim bunu karşılıksız bırakmamıştı.
Pek çok İsrail firması İran piyasasına girmişti, çokça vatandaşı da orada iş yapmaktaydı. Tarım uzmanlığında iddialı bir tutumu olan İsrailliler İranlı meslektaşlarına eğitim veriyordu.
Eğitim demişken İran özel birliklerinin ve SAVAK casuslarının eğitimi de MOSSAD ve Shin Beth’e tevdi edilmişti. Özel timler sık sık İsrail’in yolunu tutuyordu. Gizlilikle yürütülen bu ilişkiler uzunca süredir çok yönlü bir hâl almıştı. Sünnî Araplara karşı Yahudileri dost belleyen Şah, kendince ulusal çıkarları doğrultusunda siyonist rejimle münasebeti stratejik seviyeye taşımakta bir mahzur görmemekteydi. Ona göre gerek uluslararası planda gerekse ülke içinde tutulacak en emin yol buydu.
1979’daki devrim öncesinde İsrail yılda 500 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirerek İran’ın başlıca silah tedarikçilerinden biri olmuştu. Burada en ilgi çekici boyut elbette ki İsrail’in orta menzilli füze projesi başta olmak üzere askerî sanayi noktasında oldukça cömert olmasıydı. Hatta İran’ın nükleerleşme serüvenine göz yummayı bile göze almıştı.
Teknolojik prestij
Şah Pehlevî’nin 1957’de başlattığı nükleer program ABD’den icazetliydi ve bu dolaylı da olsa bir Yahudi icazeti mânâsına geliyordu. 1967’de ilk nükleer reaktör faaliyete geçtiğinde İsrail’in tepkisi hiç de hasmane olmamıştı. Sonradan geri adım atacak olsa da 1974’te Şah İran’ın nükleer silah sahibi olacağını söylediğinde de İsrail zahiren bir tepkide bulunmamıştı.
Şu var ki şahın nükleerleşmeden muradı ile onu devirerek yeni bir rejim kuracak olan Şii radikallerin muradı arasında kopuştan ziyade bir süreklilik olacaktı. Şah ne kadar “İranlılık gururu” saikiyle hareket ediyorduysa sonrakiler de o çizgideydiler. “Teknolojik prestij” hevesiyle dış politikayı tahkim ederek bölgesel liderlik hülyası da müşterekti. Mollaların atom bombasına sahip olma gayesi şahınkinden mahiyetçe farklı olmayacaktı.
Şah ile Siyonistler arasından su sızmazken ne olmuş veya nasıl olmuştu da onu devirenlere karşı MOSSAD başından beri ikili oynamış ve şahı finalde yalnız bırakmıştı?
İran İslam Devrimi denen hengâme bir kopuş muydu, yoksa siyonistlerin çevreleme stratejilerinde yeni bir aşama mı?
Etraflıca irdelememiz gereken son bahis bu.