Iskarta

 Filmdeki hasta adamcağız, bütün gününü kendi odasında geçiren oğlunun, şekerlemesinden kendisini uyandırması pahasına pat diye içeriye girmesini hasretle beklemekte. İstiyor ki oğlu gelsin ve onunla konuşsun; hasbıhâl etsin. Ona bir baba gibi değil, bir dost gibi baksın. Bazen bir evlât gibi, bazen de arkadaşlarıyla konuştuğu gibi konuşsun kendisiyle. Kelimeleri bir avuç olsun ve onun yaşlı kalbini şefkatle avuçlasın. Dünyadaki gelişmelerden bahsetsin ona; kendini anlatsın. Hissettiklerini, umutlarını, umutsuzluklarını, endişelerini...
Filmdeki hasta adamcağız, bütün gününü kendi odasında geçiren oğlunun, şekerlemesinden kendisini uyandırması pahasına pat diye içeriye girmesini hasretle beklemekte. İstiyor ki oğlu gelsin ve onunla konuşsun; hasbıhâl etsin. Ona bir baba gibi değil, bir dost gibi baksın. Bazen bir evlât gibi, bazen de arkadaşlarıyla konuştuğu gibi konuşsun kendisiyle. Kelimeleri bir avuç olsun ve onun yaşlı kalbini şefkatle avuçlasın. Dünyadaki gelişmelerden bahsetsin ona; kendini anlatsın. Hissettiklerini, umutlarını, umutsuzluklarını, endişelerini...

Sadece bizde değil, dünyanın bütün kültürlerinde yüzyıllar boyunca yaşlılar el üstünde tutulmuş; değişik seviyelerde olsa dahi ihtimam görmüşler. Hatta birçok kültürde son sözü söyleme hakkı onlara aitti. Zaten ihtiyar tabirinin bir manâsı yaşlı iken ona bitişik öbür manâsı seçme hakkı. Yani ihtiyar, seçme hakkını taşıyan kimse demek. Gelgelelim günümüzde ihtiyarlık maskaralıkla eşdeğer görülmekte. Görmezden gelinen, inkâr edilen, yoksayılan bir insani hâl. İyi ama bu dışlanmayı yaşlılar nasıl hissediyor acaba? Baba (The Father) işte bu soruya cevap arayan bir film.

Galiba görmezden gelmek, insanoğlunun en mahir istidatlarından.

Galaksinin nice uzak köşesine göz atabilen zamane insanı, geçmiştekilerin zıddına, dilediğinde burnunun ucunu göremeyebilmekte. Daha tuhafı, tabiat icabı uzak bulunduğu insânî bir hâlin, hatta meselâ acziyetin, vakti-saati geldiğinde aynen kendisine de duçar olacağının numuneleri birçok defa gözünün önünden gelip geçmesine rağmen, bunlara lâkayd kalmayı sürdürebilmekte.

Haksızlık etmemek adına işaret edelim; bu durum bir tek zamane gençliği için cari değil. Aynısı şimdinin ihtiyarı için de geçerli.
Haksızlık etmemek adına işaret edelim; bu durum bir tek zamane gençliği için cari değil. Aynısı şimdinin ihtiyarı için de geçerli.

Bu kaçınılamaz hâllerden biri de ihtiyarlık. Dedesinin, hatta babasının yaşlılık devrindeki yoksunluklarına ayan-beyan şahitlik eden biri, yeri geldiğinde yaşlanmak kendisinden çok uzaktaymış, hatta bir gün hiç ihtiyarlamayacakmış gibi düşünebilmekte ve ona göre yaşayabilmekte.

Haksızlık etmemek adına işaret edelim; bu durum bir tek zamane gençliği için cari değil. Aynısı şimdinin ihtiyarı için de geçerli.

Demek istediğim, bir yandan yeri geldiğinde “Gençler bilebilseydi, ihtiyarlar yapabilseydi...” deriz ama öte yandan da insanın en temel hususiyetlerinden birinin nisyan olduğunu ihmal ederiz. İhmal etmediğimizde de bu nisyanı kendimize değil, ancak başkalarına reva görürüz. Komşuda pişenin bize de düştüğünü unuttuğumuzdan mı acaba?

İhtiyarlık herkesin kapısının önünde; vakti gelince içeri girmeyi bekliyor.

Sanat inkâra mâni

Bütün insânî zaafları, başta ebeveyni olmak üzere etrafındakilere teşmil etmenin insanı sarhoş edici bir sürura boğan o mahmurluğundan kişi öyle kolaycana kurtulamaz ki. Ne nasihatten pay alır ekseri, ne de ibretengiz müşahedatından. Hatta bu görmezden gelme öylesine kavi surlarla çevrilir ki dışarıda bırakılmak istenen hakikatlerden bir teki bile bir ömür o burçları aşamaz. Bereket, bu inkârı aşmanın imkânlarından biri sanat. Belki de en kavisi.

Ve en tesirlisi.

Bu meseleyi şöylesi bir misalle pekiştirebiliriz:

Bir genç düşünelim; zamane genci... Şimdiki gençler neyle iştigal ediyorsa onlarla meşgul bir genç bu. Aklının kaç karış havada seyrettiğini farkedecek bir terakümden mahrum, yaşının icap ettirdiği gaflete muvafık bir genç. Gene de hakkında fena bir teşhis koyarsanız haksızlık edersiniz. Çünkü gencimiz kendisini babasının bakımına adamış biri. Ama aslında yaşlı ve hasta babasının bakımına yeterince ihtimam göstermiyor. Annesi ölmüş gencin, ablası çoktan kendi yuvasını kurmuş. Baba ve oğuldan ibaret iki kişilik bu aile, yaşlı babanın iradıyla idare ediyor.

Gene de hakkında fena bir teşhis koyarsanız haksızlık edersiniz. Çünkü gencimiz kendisini babasının bakımına adamış biri.
Gene de hakkında fena bir teşhis koyarsanız haksızlık edersiniz. Çünkü gencimiz kendisini babasının bakımına adamış biri.

Ona sorsanız, kendisini cansiperane müdafaa edecektir; yaşıtları şuralarda-buralarda fink atarken o, gençliğin nice imkân ve fırsatından istifade edememe pahasına vefakâr bir evlât hassasiyetiyle babasına bakmaktadır. Ne ki işin aslı hiç de böyle değildir. Gençliğin getirdiği mesuliyetsizlik icabı delikanlı, yaşlı babasını belki “Ne hâlin varsa gör.” uçurumuna itelemiyor ama basbayağı ihmal ediyor. Ama hiç mi hiç farkında değil bu ihmalkârlığının. Babasına tavrı ona gayet tabii gelmekte. Ve evlâtlık vazifesini fazlasıyla yerine getirdiğine inancı tam.

Ruhun hakkı

O gün de babasını yedirmiş, içirmiş; seslendiğinde yanına gidip ihtiyaçlarını gidermiş ve ilâçlarını eksik etmemiştir. Tıpkı önceki günler gibi. Ama bu kadar. Yani babanın vücudunun acziyetinden doğan ihtiyaçlar giderilmiş ama ötesi pek mühimsenmemiş; yoksayılmış hatta. Bedenin hakkı ve talepleri gözetilmiş ama ruhun ihtiyaçları gözardı edilmiş; tıpkı uzun yıllardır yapılageldiği gibi.

  • Ve delikanlı, yatalak babasıyla uzun vakitlerdir hasbıhâl etmediğinin farkında bile değil. Bir evlât olarak vazifesi, âdeta bedende başlayıp bitmekte. Babasının ruhu yerine kendi dünyasıyla meşgul. Rutinini tamamlayan genç, meselâ televizyonda bir o kanal, bir bu kanal gezinirken bir filme rastlasın; jeneriği henüz başlayan bir filme. Kısmet bu ya, filmde de hasta bir baba ile oğlunun arasındaki ilişki anlatılmakta. Bütün sevgisini, alâkasını, teveccühünü yönelttiği evlâdı, babasına bakma mecburiyetinden bıktığını saklama ihtiyacı hissetmemekte. Hayır, filmdeki genç adam hasta babasına kötü davranmıyor ama iyi de davranmıyor. Zoraki ilgisi, hâline de, tavrına da yansımakta.

Filmdeki hasta adamcağız, bütün gününü kendi odasında geçiren oğlunun, şekerlemesinden kendisini uyandırması pahasına pat diye içeriye girmesini hasretle beklemekte. İstiyor ki oğlu gelsin ve onunla konuşsun; hasbıhâl etsin. Ona bir baba gibi değil, bir dost gibi baksın. Bazen bir evlât gibi, bazen de arkadaşlarıyla konuştuğu gibi konuşsun kendisiyle. Kelimeleri bir avuç olsun ve onun yaşlı kalbini şefkatle avuçlasın. Dünyadaki gelişmelerden bahsetsin ona; kendini anlatsın. Hissettiklerini, umutlarını, umutsuzluklarını, endişelerini...

Ama hiç gerçekleşmiyor filmdeki babanın bu ümitleri. Günler geçiyor, babanın hastalığı da artıyor, kederi de. Ama oğul, kendi ihmâli yüzünden babasının adım adım, canlı canlı toprağa gittiğini anlamıyor hiç.

Böyle bir filmin mutlu sonla bitmesi mümkün mü?

Sanat mı tesirlidir hayat mı?

Kendi babası odasında sancılar içerisinde sessiz-sedasız kıvranırken salondaki televizyonda yaşlı babasını ihmal eden delikanlının hikâyesini anlatan filmi izleyen genç, pürdikkat takip ettiği film boyunca babasını ihmâl eden filmdeki gence sürekli içerler. Vefasızlıkla itham eder onu. Ona öfkelenirken babasına acır.

Kendi babası odasında sancılar içerisinde sessiz-sedasız kıvranırken salondaki televizyonda yaşlı babasını ihmal eden delikanlının hikâyesini anlatan filmi izleyen genç, pürdikkat takip ettiği film boyunca babasını ihmâl eden filmdeki gence sürekli içerler
Kendi babası odasında sancılar içerisinde sessiz-sedasız kıvranırken salondaki televizyonda yaşlı babasını ihmal eden delikanlının hikâyesini anlatan filmi izleyen genç, pürdikkat takip ettiği film boyunca babasını ihmâl eden filmdeki gence sürekli içerler

Neredeyse birebir kendi hikâyesini filmde izler ve gerçek hayatın zıddına kurgu gerçekliğinden fevkalâde etkilenir. Hatta birara “Ben o delikanlının yerinde olsaydım babamı ihmâl eder miydim hiç?” diye geçirir aklından. Hâlbuki kendi babası, odasında yapayalnızdır ve onun şefkatine özlem duymaktadır.

Sanat, gözümüzün içerisine girseler bile hayatın hayhuyunda göremediğimiz, görmek istemediğimiz, gözümüze iliştiklerinde bir kıymet hükmüne kavuşturmadan savsakladığımız, tesiri altına girmediğimiz nice şeyi, sanatkârın eliyle hayatın soğuk çıplaklığından çekip alır ve ona kendine mahsus bir ruh üfleyerek muhatabına takdim eder. Gerçek hayatta göze değmeyen o eşya, o hadise veya o oluş, sanatın çekip almasıyla bambaşka bir kıymete bürünür. Ve mânâya.

Tıpkı kendi hikâyesini izlediği filmin yüksek miktarda tesiri altında kaldığı hâlde izlediği filmin kendi hikâyesini anlattığını anlamayan o genç gibi biz de sanatın bu cihetini hesaba katmayız ekseriyetle. Hâlbuki sanat bize içinde yaşarken idrak edemediğimiz hayatı anlama imkânı tanır. Anlama, kavrama ve çok daha mühimi, hissetme. Sanatsız hayat, bir ömür yaşanan ama hissedilmeyen bir yaşantıdan ibaret.

Sahne tozunun bereketi

Tıpkı bu misaldeki gibi hem yüksek bir temsil kudreti barındıran, hem de görmezden geldiğimiz hâlimizi veya yakın istikbalimizi bize resmeden bir film Baba (The Father). Ve âdeta verdiğim misaldeki hâdiseyi anlatmakta. Kendine mahsus birçok farklılıkla tabii ki. Misaldekinin zıddına filmdeki evlât erkek değil, kız.

Tıpkı bu misaldeki gibi hem yüksek bir temsil kudreti barındıran, hem de görmezden geldiğimiz hâlimizi veya yakın istikbalimizi bize resmeden bir film Baba (The Father).
Tıpkı bu misaldeki gibi hem yüksek bir temsil kudreti barındıran, hem de görmezden geldiğimiz hâlimizi veya yakın istikbalimizi bize resmeden bir film Baba (The Father).

Florian Zeller’in 2012’de sahnelemeye başladığı kendi piyesinden sinemaya uyarlayıp yönettiği filmin Ludovico Einaudi imzalı müzikleri, senaryonun his dünyasına fon teşkil etmiyor; o dünyaya ışık tutuyor adeta. Oscar’lı oyuncular Anthony Hopkins ile Olivia Colman’ın baba ile kızı canlandırdığı 2020 tarihli film, sahne tozunun bereketini üzerinde taşıyan bir yapım aynı zamanda. Çarpıcılığını arttıracak bir tarzda minimalist bir yapıya sahip filme pürdikkat kesilindiğinde adeta karakterlerin içdünyalarına balıklamasına dalıyorsunuz. Teçhizatsız.

Kendi hayatını idrakten mahrum insanın o hayatı bir sanat eserinde müşahede ettiğinde nasıl da çarpıldığının misalinin zıddına filmde baba yapayalnızdır; kapitalizmin çarkları arasında şıppadanak öğütülmemek için dişini tırnağına taka taka ihtiyarlayıncaya kadar çalışmak mecburiyetindeki kızı ise bir yandan babasıyla daha yakından alâkadar olmak ister, bir yandan da babasının önüne yığdığı mâniaları aşmakla mücadele eder.

İhtiyar adam ise gün geçtikçe değişen hayat şartlarına intibak gayreti güderken, farkına varmadan hayatın o kuru, soğuk ama diri tutan gerçekliğinden uzaklaştığını farkedemez bile. Ân gelir kimi sevdiğini de, kimin onu sevdiğini de, hayali de, hakikati de, yaşanmışı da, hasreti de birbirine karıştırır.

Acziyet ölümün nefesi

Bir insan ömrünün sonbaharında kendisiyle başbaşa kalmaya itilirse ne hisseder? Kendini nasıl değerlendirir? Ya başkalarını? Ya yakınlarını? Bir ömür birbirini kovalayan hatalarını tek tek sayıp dökmenin tahammülfersa yükünü kim lâyığıyla üstlenebilir ki? Hem eskiden görüp geçirdiklerini, hem de şimdi yaşadıklarını inkâr etmek en kolay yol değil midir? Yaptıklarını, yaşadıklarını ve hissettiklerini, bir ayağı çukurda bir yetişkin gibi değil de, küçük yaramazlığı yüzünden annesinden ürken küçük bir çocuk gibi inkâr etmez mi? Israrla ve inatla. Neye ihtiyacı varsa o kendisine teklif edildiğinde şiddetle reddetmez mi? Yardım, acziyetinin kabul ve ilânı demek çünkü. Acziyet ise ölümün nefesi... O yüzden kızının ayarladığı bütün bakıcıları bir bahaneyle kovalar.

Neye ihtiyacı varsa o kendisine teklif edildiğinde şiddetle reddetmez mi?
Neye ihtiyacı varsa o kendisine teklif edildiğinde şiddetle reddetmez mi?

Belli ki geçmişteki kimi kırılmalar, her ikisini de derinden sarsmış. Ama bu gönül kırıklıklarını kabullenmeye hazır değiller: karşılıklı oynamaya devam ediyorlar. İkisi de huysuz ve uyumsuz birer çocuk. Babanın oyununa katılan kız, hem babanın oyununu onun belirlediği kaidelere münasip bir tarzda oynuyor, hem de bu itaatinin ona bahşettiği hakla babasına hükmetme fırsatını kendinde görüyor. Ama neticede aynı oyunu aynı kaidelerle oynayan iki taraf da bir yandan ötekinin üzerinde kendi otoritesini kurma peşinde. Biri hakkını babalığından alıyor, öbürü gençliğin kudretinden ve babaya bakmanın mesuliyetinden.

Müstakbel hikâyemiz

Bu oyunu biteviye sürdürmelerini sağlayan husus ise aslında birbirlerini dinlememeleri. Evet, kendi haklılıklarının ipuçlarını muhataplarının cümlelerinde yakaladıklarında dinlediklerini açık ediyorlar ama her ikisi de aslen kendi âlemlerinde. Biri öbürünü anlamamaya, hissetmemeye yemin etmiş sanki. Manipülâsyon, çarpıtma, itham, hoşgörüsüzlük ama aynı zamanda merhamet, bir kazana boca edilmiş. İki aşçı aynı ânda kendilerince ateş üstündeki kazanı karıştırmakta.

Baba, yanıbaşımızdaki ihtiyarla tavrımızı yüzümüze çalan bir dost ikazı adeta.
Baba, yanıbaşımızdaki ihtiyarla tavrımızı yüzümüze çalan bir dost ikazı adeta.

Baba, yanıbaşımızdaki ihtiyarla tavrımızı yüzümüze çalan bir dost ikazı adeta. Ya huzurevlerinde ve yabancıların merhametsiz ellerine teslim ediyoruz ihtiyarları yahut kendi evimizde huzurdan mahrum bırakıyoruz. Bebeklikle başlayan yaşantımızın günün birinde illâ ki manen ve madden gene oraya döneceğini yoksayıyoruz. Etrafımızdaki her yaşlı, bizim gibi üretemediği (!), tersine sadece tükettiği için fazlalık adeta: ıskarta.

Yalnızlığın en zor hâlini resmediyor Baba, yaşlı yalnızlığını. Öte yandan insanı yaşlılığa dair bu iflâh olmaz kayıtsızlığına çok şaşmamak icap etmekte belki de. Öyle ya, her ân gelebilecek ölüme karşı bile bunca kayıtsız bir varlığın, kendi ihtiyarlığının acziyetini öngörebilmesi ne kadar mümkün?

Pek az film bize kendi hikâyemizi böylesine çarpıcı bir tesirle anlatabilir; müstakbel hikâyemizi.