İran dokunulmazlığına niçin son verilmeli?
Urmiye Gölü bu günlerde güzel tabiatıyla değil ölüm kaynağı olmasıyla anılıyor. Van Gölünün 150 km doğusunda İran’ın Azerbaycan bölgesindeki Urmiye Gölü’nün kurumasıyla oluşan çöl, bölgeyi ciddi anlamda tehdit ediyor. Bir zamanlar Ortadoğu’nun en büyük tuzlu gölü olarak turkuaz cevheri gibi boy gösteren gölün yüzde 95’i kurumuş durumda. Fakat bu olay kuraklığı da aşan bir felakete dönüştü. Hayat dolu gölün 5.200 kilometrekarelik alanından geriye 8 milyar ton tuz kaldı. Tuz fırtınaları yüzlerce kilometreyi çölleştirip, on milyonlarca insanın kâbusu oldu. Urmiye Gölü’nden batıya doğru İran-Türkiye sınırındaki diğer iki mesele ise terör ve demografi oyunu. Türkiye’ye komşu Batı Azerbaycan velayetinin demografik yapısının değiştirilmesi için hızlandırılmış adımlar en az çevre felaketi kadar tehlikeli. Türkiye’yi tehdit eden hâdiselerin kapsamlı bir şekilde ele alınmasının zamanı geldi. Artık İran dokunulmazlığına son verilmeli!
Bir müddettir İran yetkilileri ve basını, ülkede etkili olan toz fırtınaları hususunda doğrudan Türkiye’yi suçluyorlar. Batı merkezli muhalif medyanın devlet basınıyla birlikte başlattığı algı operasyonunun hedefinde özellikle Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ve Doğu Anadolu Projesi (DAP) var. Tahran yönetimi yıllarca yanlış çevre politikalarıyla meydana getirdiği ağır faturayı başkasına mâl etmeye çalışıyor. Böylece ülkede ciddi memnuniyetsizliğe neden olan başarısızlığını, hedef saptırması ile gizlemeye çalışıyor.
Tabiatın düzenini inat ve cehalet ile bozarsanız bedelini çok ağır ödersiniz. Topraklarının yüzde 65’i kıraç ve çöl bölgelerinden oluşan İran’da yanlış su yönetimi fâciaya yol açıyor. Yönetimin iliklerine işlemiş olan faşist zihniyet beceriksizlikle birleşince ortaya bu içler acısı tablo çıkıyor. Çelik sanayii gibi bol su gerektiren tesislerin sahil bölgeleri yerine İsfahan ve Yezd gibi kurak bölgelerde toplanması, su yönetimi konusunda nasıl bir akıl tutulmasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Suyu Umman Denizi’nden İran’ın ortasındaki çöle, Yezd’e getirip çelik fabrikasında kullanmanın maliyeti metreküp başına 2 dolar. Türk, Arap, Kürt, Lor, Beluç yâni Fars olmayan bölgelerin su kaynaklarının kurak Fars bölgelerine transferini sadece beceriksizlikle açıklamak ise mümkün değil.
Irkçı zihniyetin kuruttuğu bölgelerde meydana gelen toz fırtınaları yıllardır İran coğrafyasının kâbusu. Tahran yönetiminin ise bu konudaki taktiği sabit. Türkiye ve Irak’ın su yönetimini işaret ederek hedef saptırmaya çalışmak. Fars milliyetçiliğinin gazıyla başlatılan algı operasyonu Türkler başta olmak üzere diğer etnik topluluklarını iknâ edememiş olsa da, merkezî eyaletlerdeki Fars nüfusu ciddi derecede etkilemiş gözüküyor. Koca Urmiye Gölü’nü kurutan İran, aynı taktiği bu konuda da uyguluyor, hesap vereceğine Türkiye’yi suçlu göstermeye çalışıyor. Ancak bu kurgulanan tezgâhın sadece çevre ayağıdır.
Anadolu ve Güney Azerbaycan'ın arasına saplanmış terör hançeri
44 günlük Karabağ savaşından sonra gündeme gelen Zengezur Koridoru projesi ile Anadolu coğrafyası, Türk Dünyasının hemen yanı başında olduğunu hatırlamış oldu. Asırlardır var olan Türk Dünyası gerçeği televizyon ekranlarında yeni keşfedilmiş gibi Türkiye’den kara yolu ile Azerbaycan ve Hazar Gölü kıyısında tatil yapmanın ne kadar ulaşılabilir olduğu tekrarlandı. Dünyaya hep batı cihetinden bakmaya alıştırılan Türkiye, Karabağ zaferi sayesinde o tarafı gördü, ama târihî Azerbaycan coğrafyasının İran sınırlarında mahsur kalmış büyük bölümünü yâni Güney Azerbaycan’ı görmemekte ısrar ediyor.
534 km uzunluğunda olan İran-Türkiye sınır hattının arkasındaki kadim Türk yurdu ve on milyonlarca Türkün yaşadığına dair doğru düzgün üretilmiş içeriğe rastlamak kolay değil. Akademiden basına, kültür sanattan siyasete bol bol hayalî Pers İmparatorluğu ve sahte İran Medeniyeti masallarını görebilirsiniz. Buna bir de 1979 sonrası sözde İslâm Devrimi hamaseti eklenince, Türkiye’de İranlıdan daha çok İrancıları görebilmek mümkün. İslamcısından devrimcisine birçok insan İran gömleğini güle oynaya giyindi ancak propaganda perdesini aralayıp gerçek İran’ı görmek kimsenin işine gelmedi.
Mezhepçi molla rejiminin Suriye’de ürettiği vahşet, vahdet adıyla gaflet uykusunda olan kesimi biraz olsun kendine getirdi. Suriye’de mezhep temizliği yaparak demografik yapıyı değiştirmeye çalışan İran bununla da yetinmedi. Terör örgütü YPG’nin avukatlığını yapmaya başladı. Nitekim Irak’ta da PKK ile omuz omuza yürüyor. Irak Meclisi Sincar Ezidi milletvekili Mahma Halil’in, terör örgütü PKK’nın Sincar’dan çıkması gerektiğini belirtip “Haşdi Şabi, Sincar’da PKK’ya destek veriyor” itirafına dikkat çekelim.
Suriye ve Irak’ta bunları yapan İran, kendi sınırlarında kalan Güney Azerbaycan’da beş beterini yapar ve yapıyor da. Temmuz ayında Türkiye sınırına 10 Km uzaklıkta olan Maku ilinin Avacıg köyünde, PKK’nın İran uzantısı PJAK örgütü köy ahalisine bir saldırı düzenledi.
Tahran’ın yeşil ışığıyla kaçak göç koridorunu kontrol eden PJAK, Türkiye sınır hattında demografisini korumuş Türk köylerini, emellerinin önünde engel olarak görüyor. Bu yüzden de sivil halkı katlederek gözdağı vermeye çalışıyor. Saldırıda yakınlarını kaybeden köylülerin Tahran’dan gelen yetkilileri PJAK ile iş birliği konusunda uyarmaları, meselenin halk nezdinde bilindiğini de gösteriyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Türkiye-İran sınır noktasını ziyareti esnasında, İran’ın Maku ilinde 100 kadar teröristin olduğunu söylemesi, meselenin Türk devleti tarafından dikkatle izlendiğini gösteriyor.
Plan çok net. İran yönetimi, Türkiye sınır hattındaki Türk asıllı nüfusu potansiyel tehdit olarak görüyor. Tehdidi gidermek için yerli Türk halkını iki ana politika ile yurdundan, yuvasından çıkarmaya çalışıyor. Birincisi, Urmiye Gölünü kurutarak, çoğunlukla toprakla uğraşan Türklerin ekmeğini elinden almak. İkincisi ise PJAK’a alan açarak bölgeyi güvensizleştirip, tıpkı Suriye’nin kuzeyinde olduğu gibi yapay bir Kürt koridoru oluşturmak. Böylece Anadolu ile Güney Azerbaycan arasına bir hançer sokuşturmak.
İran düzensiz göç silahıyla Türkiye'yi daha çok vuracak
Türkiye iç siyasetini derinden sarsan konuların başında, düzensiz göç meselesi geliyor. Sokak Röportajları adı altında huzur bozan ırkçılar, her türlü utanç verici görüntüyü veriyor ama meselenin asıl müsebbibinden hiç söz etmiyorlar. En fazla düzensiz göçün İran sınırından geldiğini, Afgan ve Pakistan uyrukluların yüzlerce kilometre İran toprağını geçip Türkiye sınırına nasıl ulaştığını sorgulama zahmetine bile girişmiyorlar. Bu sorgulamayı yapmayan zihniyet, Suriyeli göçmenlerin kimin tarafından Türkiye sınırına itildiğini zâten sorgulayamaz.
Tahran rejimi yıllardan beri düzensiz göç faktörünü Türkiye’ye karşı bir baskı aracı olarak kullanıyor. Batı’nın dolaylı ve dolaysız desteğini de fazlasıyla alıyor. Nitekim uluslararası basında, İran tarafından kötü muameleye mâruz bırakılan Afgan ve Pakistanlılar hakkında tek bir etkili habere bile rastlayamazsınız. Ancak aynı göçmen Türkiye’ye kaçak girdikten sonra bir memurun kötü davranışına mâruz kalırsa hemen manşetlere taşınıyor. Mülteci botlarını batırıp, çoluk çocuğu Ege’nin sularında ölüme gönderen Yunanistan’a gıkını çıkarmayan Batı dünyası, İran’daki mülteci şiddetine de kör.
Uzun sözün kısası, ister “ümmet vahdeti” isterse “anti emperyalist” süsü verilmiş her türlü İrancılık, Türkiye açısından düpedüz bir güvenlik tehdidi. İran’a benzemek düşman başına ama bir an önce mütekabiliyet düsturuna geri dönülmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran’daki üçlü zirvede söylediği “Millî güvenliğimize kasteden şer odaklarını, Suriye’den söküp atmakta kararlıyız” cümlesi her tarafı sarmış İran tehdidine karşı da ciddiyetle tatbik edilmelidir.