İnsanın kendine ettiği
Anoreksiya nam hastalığı işittiniz mi hiç? Yemek yiyememe hastalığı. Daha doğrusu kendi kendini yeme... Bizzat yaşamaya müteveccih ama etrafındakilere yöneltilmiş bir ihtar; bir tehdit hatta. Fakat zararı muhatabına değil, kişinin kendisine. Tuhaf ama böyle. Hem bedeni, hem ruhi bir maraz. Daha doğrusu tahribatını bedene de teşmil eden ruhi bir hastalık. Ve handiyse kadınlara mahsus. Bedeni içten içe kemiren ve hastayı ölmeden öldüren. Maddeten ama. Asrımızda hakiki manâsıyla ölmeden ölmek ne mümkün!
Yüksek miktardaki kızgınlık, öfke, kin ve nefret tarzındaki fena hislerin ortaya çıkardığı kumkumanın yakıcı ve yıkıcı tesiri... Bazen kişinin kendi üzerinde hiçbir ize sebebiyet vermeden, bazen de gözle görünür miktardaki hasarının, nefret edilenden yansıyıp kişinin kendisine yönelmesi neticesinde ortaya çıkan tahribatının tıbbi adı; üstelik hem bedende, hem de ruhta cereyan etmiş bir tahribat bu. Daha doğrusu haddini, yani kulluğunu (Beslenme mecburiyetsizliği eşyaya ve tanrıya mahsus ya. ‘Sağlıklı’ biri kendisini eşya saymayacağına göre...) bilmeyip de zülcelâlliğe soyunan insanın celâlinin; hem yakın muhitinde, hem de kendi üzerindeki kavuruculuğu. Bu yıkıcılık en çok (Bazen neredeyse biricik.) kime müteveccihtir dersiniz? Elcevap: Ebeveyne. Birçok vaziyette de babaya. Kâinatın küçük bir cüzü mahiyetindeki evde kudreti o temsil eder çünkü. Babaya yönelen bu şiddet ve bu celâlin asıl ama gizli muhatabı bizatihi Zülcelâl.
Bir geceyarısı fısıltısı
Malgorzata Szumowska imzalı Beden (Body) adlı yapım, 2015 tarihli bir Polonya filmi. Zifiri bir mizah. “Mistik nedir?” ve “Hangi evsaf bir hususu mistikleştirir?” nev’inden soruları bir tarafa bırakarak işaret edelim, film birçoklarına öyle gelmeyebileceği hâlde meselesini sırri bir buudda mütalâa eden ve bu ele alışıyla da takdiri hakkeden bir iş.
Çocuğunu kaybetmiş terapist, karısını kaybetmiş savcı, annesini kaybetmiş genç kız... Anna, Januzs ve Olga. Filmdeki baba-kız da, terapist de aslında bir yandan içlerine gömmekten başka çare bulamadıkları ıstıraplarının tahribatını tespit gayreti güderken bir yandan da kendi uhrevi taraflarını keşif azmi içerisinde. Üstelik bırakalım Yaratıcı’yı, ruhu bile inkârı meslek edinmiş bir diyarda.
Bu açıdan baktığımızda filmdeki kadın terapistin tedavisi hayli manidar: Evvelâ herhangi bir şahsa değil, herhangi bir nesneye dahi teveccüh etmeyen (Hakiki manâsıyla) bir şiddet ihracına yönlendirir hastalarını: boşluğa çığlık atmaya. Evet, her çığlık bir itirazdır; hatta bir isyan: anaya, babaya, öğretmene, idareye ve nihayetinde devlete. Ne kadar ceberut varsa beherine. Zamanında atılamayan ama içeride birikmiş ve orayı çürüten çığlıkları tek tek dışarı çıkarmak gayreti...
Haykırdığımızda içimizde saklanmış, orada çürümüş ve bizi de çürüten fena hisleri dışarı atar, içeriyi aklarız; hapşırık misali. Haykırmak insani bir hak. Modern yaşantının insanın elinden çekip aldıklarından. Hâlbuki haykırmadığımızda -veya haykıramadığımızda- içimizden dışarıya çıkmaya can atan o kötücül hisleri ret ve inkâra meylederiz ve zamanla bütün fenalıkları dışımızda görmeye başlarız: Bizden başka herkes açgözlü, nankör, muhteris, hasis, habis, hasut ve ihanete hazır.
Demek ki manevi körlüğün başlangıç noktası, kendine bakma, kendi içini tarassut mesuliyetinden sakınma.
Şaşırtıcı husus şu: Hepsi de genç kızlardan müteşekkil bahsi geçen hastalardan ancak bir tanesi hakiki manâda çığlık atabilmekte. Öbürlerinin sesi adeta bir geceyarısı fısıltısı: öylesine bir bastırılmışlık ve ezilmişlik; hayattan kopmuşluk. Kendi ruhunu öleyazdırış...
Katil kim peki?
Olga terapideyken terapisti ondan yerde duran farklı renkteki eşarplardan birini seçmesini ister. Kendisini remz yoluyla işaret etmesi için seçtiği renk bordo -belki de kirli kan- iken babası için bir yeşil tonu seçer: kirli yeşil. Kirli! Ardından da kurmaca baba-kızı, aslen kendisi ve başka bir hastayı karşı karşıya getirir ve birbirleriyle konuşturur. Maksat, hasta genç kızın babasına söyle(ye)mediklerini dillendirebileceği bir vasatın teşkili... Ve kızın ağzından dökülen ilk söz: “Sana bakmaya bile tahammül edemiyorum.” (Çünkü ben bu hayatı istemediğim, siz de aslında ‘ben’i istemediğiniz hâlde beni peydahladınız ve ne yazık ki artık buradayım. Yavaş yavaş kendimi öldürmekten başka çarem mi var ki!)
Gelgelelim terapist niçin böyle hissettiğinin sebebini sorduğundaysa aldığı cevap başka: “Annem öldükten sonra seninle yaşamaya mecbur kaldım.” Yani ortada annenin kaybından duyulan büyük bir acı ve belki de tutulmamış bir yas var. O ise bu vahim vaziyeti, meselenin aslını idrakının önüne bir mania şeklinde yerleştiriyor; harpteki kum torbalarından müteşekkil bir mevzi gibi. Terapist sorar: “Babanın nesinden nefret ediyorsun?” Cevap: “Her şeyinden.” Yani varlığından.
Buradaki ‘her şey’, hakikaten her bir şeye tetabuk etmez. Kızın kendisinin bile farketmediği bir tarzda babasına yönelik nefretinin, aslında onun herhangi bir şeyine odaklanamamasından kaynaklanmakta veya nereye odaklayacağını tayin edememesinden. Nefretinin sebebini bilseydi, o neticede kendi payını da görebilecekti. Kendi payını görmemesi için nefretini belli hususlara odaklamaması, her şeye teşmil etmesi şart.
Kendi kendini yeme hastalığı
Anoreksiyanın handiyse sadece kadınlarda müşahedesi de mühim bir husus. Kendini (Bu arada bedenini de) örtme mecburiyetindeki kadının hissiyatını saklamasından, içine atmasından kaynaklanan bir maraziyet. Beden ruhun hem hapishanesi, (Makûl ifadesiyle sınırı) hem de tasarruf sahası; dilediğince at koşturabileceği, ekip-biçeceği, kendini tezahür ettirebileceği. Yemek ise bedenin hem mecburiyeti, hem de haz fırsatı.
Yemek nedir? Niçin beslenmeye mecburuz? Beslenmek bize hangi hususiyetimizi hatırlatır? Beslenmeye direnmeyelim diye bize bahşedilen yeme-içme hazzından hangi ruhi/hissi mahrumiyetler neticesinde vazgeçeriz? Kişi kendini kendi elleriyle (yemeyerek) nasıl öldürmeye taammüden teşebbüs eder? Bu ve benzeri birçok sual. Hiçbirinin üzerinde düşünmediğimiz.
Yazık ki biz beden mevzuunda ‘emanete sahip çıkma’nın ötesine geçebilmiş değiliz. Bunun bile ne manâya geldiğini idrakten uzağız. Ve hatta meselenin farkında bile değiliz. En azından bir asırdır. Öncekileri okumak da, anlamak da bize haram kılınmış. Bu vahametin farkına varmamız bile engellenmiş. Hâlbuki modern insanın asli tapınağı, bedeni. Ve biz lâfta bu kabûle karşı çıkarken amelde ne halt yediğimizin farkında bile değiliz. Bu işin hakikatine dair dişe dokunur bir imali fikir ameliyesinin ihtiyacını dahi hissetmiyoruz.
Beden kimdir ve bizim neyimiz olur? Ruh bedenin neresinde? Biri ötekini hangi şartlarda ve nasıl tesiri altına almakta? Bu münasebetin modern insanın zihnindeki tezahürü ne şekildedir? Mühim meseleler değil mi bunlar?