İnsanı da tabiatı da israf çılgınlığı bitirecek
Sofrada ekmek kırıntısı bırakmanın günah, tam doymadan kalkmanın sünnet, paylaşmanın kadim bir gelenek olduğu bu topraklarda Allah’ın nimetlerini hoyratça israf etme ayıbından kurtulmadan ne gıda güvenliği olabilir ne de sürdürülebilir bir kalkınma.
“Gıda güvenliği” de koronavirüsle birlikte daha fazla telaffuz edilen tanımlardan oldu. İnsanın hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan gıdanın mevcudiyetinin ve erişebilme kabiliyetinin ölçüsü olarak kullanılıyor. BM Dünya Gıda Güvenliği Komitesi'ne göre, gıda güvenliğinden kasıt, her insanın aktif ve sağlıklı bir ömür sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu yeterli ve besleyici gıdaya fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan kolayca ulaşabilmesi.
Gıda güvenliği meselesi insanın hayatında hep var oldu. Çünkü insan açlığı veya aç kalma korkusunu yok edemediği zamanları çok yaşadı. İşgaller, savaşlar, hastalıklar, kuraklık, yakıt kıtlığı, ekonomik istikrarsızlık, nakliye aksamaları gibi farklı risk faktörleri nedeniyle ihtiyaç duyduğu gıdanın kesilebileceği olasılığını aklının bir yerinde hep tuttu.
1 milyar insan açlığın pençesinde
Bugün yeryüzünde tahmini bir milyar insan aç ve aç kalma korkusunu yaşıyor. İhtiyaç duydukları gıdanın güvencesiz olması sebebiyle kronik açlık çekiyorlar. Gıda güvenliğinin göstergesi olarak bilinen bulunabilirlik, erişim, kullanım ve istikrar gibi dört temel unsur maalesef hayatlarında her daim eksik.
BM 1948'de İnsan Hakları Bildirgesi'nde Gıda Hakkı’nı tanıyıp, 1996 Dünya Gıda Güvenliği Zirvesinde "gıdanın siyasi ve ekonomik baskı için bir araç olarak kullanılmaması gerektiğini" ilan etse de uygulama hep bunun tersi oldu.
1970’lerde Henry Kissinger’ın “petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” sözü orta yerde dururken gıdaya dair bir eşitliğin ve güvencenin varlığından söz etmek mümkün olabilir miydi? Bu söz söylendiği günün öncesinde de aslında hiç lafta kalmamıştı. Fakat söylendikten sonra kast edilenin sömürgecilerin petrol üretim sahalarını kontrol etmesine benzer dünyanın kayda değer gıda üretim alanlarının da kontrol edilmesi anlamına geldiği sanıldı uzun bir süre.
Oysa mesele bu kadar basit değildi.
GDO çıktı, gıda bozuldu
Çok sonraları gıdayı kontrol etme politikasının tohum ve bitkilerin genetiğinin değiştirilmesi, zürriyetsiz hibrid tohumlarının toprakları işgal etmesi, tabii kaynakları kirletecek ticari gübre ve zehirlerin kontrolsüzce yaygınlaşması, yerel ürün genetiklerinin “patent” adı altında çalınması ve GDO’lu bitki ve gıdalarla insan fıtratının bozulması gibi geri dönülemeyecek müdahalelerde bulunmak anlamına geldiği anlaşıldı.
Böylece hem gıda kontrol edilir oldu hem de insan.
Öyle ki bugün gıda güvenliği ele alınırken dahi farklı birçok ulusal ve uluslararası kurum, kuruluş ve örgütün açlığı ve yoksulluğu azaltmaya yönelik önerdikleri temel küresel politikalar dahi dünyanın başına musallat olan bu müdahalelerden medet umuyor. Mesela en önemli hedeflerden biri olarak ön plana çıkan Sürdürülebilir Kalkınma, gıdanın kontrolünü, insanın yönetilmesini sağlayan adımlardan ayrı düşünülmüyor.
Sıfır açlık... Ama nasıl?
Bütün planlardan beklenti ise kulağa hoş geliyor “Sıfır Açlık.” Açlığın sona erdirilmesi, gıda güvenliğinin sağlanması, beslenmenin iyileştirilmesi ve 2030 yılına kadar sürdürülebilir bir tarımının küresel ölçekte hayata geçirilmesi sıfır açlık hedefine ulaştıracak insanlığı.
Tabii ki bu hedeflerin gerçekleşmesi adına sürdürülecek her samimi çabayı önemsemek gerekiyor. Lakin hedefe giden aşamalara bakıldığında nedense açlık, gıda güvensizliği, kötü beslenme sorunlarının hep daha fazla üretimle çözülmesi gerektiği fikri çıkıyor ön plana. Oysa gıda güvenliği sorununun, sürdürülebilir bir tarım isteğiyle de uyuşmayacak şekilde var olmasının sebebi halihazırda üretilenlerin ölçüsüz bir şekilde israf edilmesi değil mi? İşgallerden savaşlara, hastalıklardan yakıt kıtlığına uzanan farklı risk faktörleri varlığını sürdürürken dahi ihtiyaç duyulan gıdadan fazlası insan eliyle çöp ediliyorsa daima “daha çok üretim” demek aslında sorunlu bir yaklaşım olmuyor mu?
Ülkesel ve bireysel düzlemde ekonominin ve alım gücünün artmasıyla birlikte gıda israfının ürkütücü boyutlarda bir alışkanlık haline geldiğini görmeden meseleyi üretim ile sınırlandırmak birçok yönden hesaplı bir tutum da değil.
İsraf hastalığı tedavi edilmeli
Sağlıksız abur cubur şeyleri almanın dışında ihtiyaç duyulandan çok daha fazla yiyeceği satın almak, alınan meyve ve sebzelerin kullanılmadan bozulmalarına neden olmak, lokantalarda, kahvaltı yerlerinde yiyebileceğinden büyük porsiyonlar istemek, düğünlerde, kokteyllerde, eğlencelerde tüketilecek olandan fazlasını dağıtmak, restoranlarda çoğu yenilmeyen ücretsiz ekstralar sunmak, çocuklara bile devasa tabaklar sipariş etmek artık alışkanlık haline gelmiş durumda. Memleketteki “bolluk” adeta nimete olan saygıyı ve hevesi körelterek israfı tetikleyen bir vaziyete döndü.
- Üstelik bu kötü alışkanlığın o çok duyarlı olduğumuzu söylediğimiz tabii kaynaklarımızı tükettiğini, dolayısıyla çevreye zarar verdiğini hatırlayan yok gibi. Alım gücümüz var diye yiyecekleri israf ettiğimizde, onu taşımak ve işlemek için harcanan kaynaklar kadar onları üretmek için verilen emeği, çabayı, enerjiyi, yatırımı, tohumu, yemi israf ettiğimizi; su, toprak, hava, gibi değerli kaynaklarımızı yorduğumuzu, tükettiğimizi unutuyoruz. Yine önü alınmaz yiyecek israfını karşılamak için çok ürettikçe çoğumuzun dilinden düşürmediği sera gazı emisyonlarına ve iklim değişikliğine negatif katkıda bulunduğumuzu da.
Gıdaya dair zamane insanının en yaman çelişkisi ürkütücü bir israf hastalığına tutulduğunu görememesi. Ülkemizde de dünyada da her gün üretilen gıdanın önemli bir bölümü hasat, paketleme, nakil ve perakende aşamalarında, bir o kadarı da satın alındıktan sonra evlerde israf ediliyor çünkü.
Gıdanı paylaş, doymadan kalk
Fakat israf çılgınlığının sürekli böyle gitmesi mümkün değil. Bunun durması gerekiyor. Bu açıdan eğer gıda güvenliği gerçekten sorun olarak görülüyorsa bin bir zorlukla üretilen ürünlerin üreticiden tüketiciye kadar uzanan yolda kayba ve atığa dönüşmemesi hususunda herkesin elini taşın altına koyması şart.
- Hem hasattan satış noktasına ulaşıncaya kadar yaşanan gıda kayıplarına hem de perakende ve tüketici düzeyinde israf edilmesiyle ortaya çıkan gıda atıklarına içi acıyarak “Yazıktır” diyeceklerin çoğalması gerekiyor. Bu açıdan Tarım ve Orman Bakanlığı’nın “Gıdanı koru, sofrana sahip çık” programı iyi bir başlangıç olabilir. Tabii ki bir moda misali geçip gitmesine izin verilmezse.
Sofrada ekmek kırıntısı bırakmanın günah, tam doymadan kalkmanın sünnet, paylaşmanın kadim bir gelenek olduğu bu topraklarda Allah’ın nimetlerini hoyratça israf etme ayıbından kurtulmadan ne gıda güvenliği olabilir ne de sürdürülebilir bir kalkınma.
Bizden hatırlatması…