İnsan ve çevrenin bir değerinin olduğunu mu sanıyorsunuz?

İnsan ve çevrenin bir değerinin olduğunu mu sanıyorsunuz?
İnsan ve çevrenin bir değerinin olduğunu mu sanıyorsunuz?

Bugün birçok hatırlı bilim adamına göre yenilenebilir enerji kaynakları, gözardı edilemeyecek düzeyde çevre üzerinde olumsuz etkilere sahip. Bu etkilerin belli başlıları insan sağlığı, gürültü, kirlilik, ozon tabakasının incelmesi, zehirlenme, su baskını, sera gazı üretimi, sakinler üzerindeki etki, ötrofikasyon, nehirlerin kuruması ve ormansızlaşma. Tabii ki olumsuzluklar bunlarla sınırlı değil. Bu yüzden birçok analize dayanarak bu bilim adamları yenilenebilir enerjilerin çok dikkatli bir şekilde seçilmesi gerektiğini söyleyip duruyorlar.

29. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı COP29, 11-22 Kasım 2024 tarihleri arasında Azerbaycan'ın Başkenti Bakü’de gerçekleştirildi. Yolsuzluk karşıtı kuruluşlar, konferans için yaygın yolsuzluğa sahip “otoriter” bir devletin seçilmesini eleştirdiler. COP29'un "resmi ortağı" şirketlerin İlham Aliyev'in ailesine ait ya da Aliyev ailesinin işletmeleriyle bağlantılı olması da ne BM için ne de Bakü için sıkıntı edilmedi. Aksine konferansın finans odaklı olması düşünüldüğünde bu tercihin bilerek yapıldığı anlaşılıyor.

Uydurulmuş bir iklim değişikliği masalında ülkelerin sera gazı emisyonlarını azaltmaları, hayatlarını ve geçim kaynaklarını sözde iklim değişikliğinin kötüleşen etkilerinden korunacak şekilde düzenlemeleri isteniyor. Bu işleri yapmak içinse trilyonlarca dolara ihtiyaç var. Daha önceki iki toplantı da BAE ve Mısır’da düzenlenmişti. Durum gösteriyor ki konferans ülkelerinin seçilmesinin de kendi içinde bir mantığı var.

Konferansta ülkeler, Paris İklim Anlaşması kapsamında güncellenmiş ulusal iklim eylem planlarını da sundular. Bu planların küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelerin 1,5°C üzerinde sınırlanması ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine yatırımı teşvik etmesi isteniyor. Gerçeği bilmesek dünyanın bütün zenginleri biz fukaraların nefes aldığı şu yalan dünya için kendilerini nasıl paralıyorlar diyeceğiz.

"Yeşil Kalkınma" dedikleri şey

Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine yatırımlar ise “Yeşil Kalkınma” olarak tanımlanmış durumda. Tabiatıyla bu tanımı duyduğumuzda aklımıza ilk gelen insana bahşedilmiş her bir tabii gıdayı bozarak onu boğazından köleleştiren “Yeşil Devrim” geliyor. Bu açıdan daha işin başında hiçbir araştırma dahi yapmadan “Yeşil Kalkınma” ile ülkelerin ve insanlarının başına neler gelebileceğini tahmin etmek hiç zor değil.

Yeşil kalkınma ile ekonomik büyümeyi çevrenin sürdürülebilirliği ile uyumlu hâle getirmeyi, ekonomik büyümenin eko-verimliliğini iyileştirmeyi ve çevre ile ekonomi arasındaki sinerjiyi güçlendirmeyi amaçladıklarını söylüyorlar. Yeşil kalkınmanın en önemli ayağı ise “Yeşil Enerji” olarak belirlendi. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin sözde “küresel ısınma” bahanesiyle yeşile geçişe zorlanacağı, bunun da ciddi derecede ekonomik ve sosyolojik etkilerinin olacağını bizler dile getirsek de küreselcilerin buna şimdilik pek takıldıkları yok.

Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), insan faaliyetlerinin fizîkî iklim sistemini değiştirdiği ve sıcaklıkların sanayi öncesi seviyelerin üzerine çıkması nedeniyle çevre felaketlerine yol açabileceği konularında uyarı yaptığından beridir acilen yeşil ya da yenilenebilir enerjiye geçişin gerekliliği dünyanın gündemine oturdu. Siyasetten sözde bilim dünyasına, dev şirketlerden medyaya, akademi dünyasından sanatçılara kadar herkesin ağzında iklim değişikliğine karşı yeşil kalkınma var. Oysa her şeyden geçtik iklim değişikliğinin varlığı kadar yeşil enerjinin dünyayı kurtaracak enerji olduğu olgusu dahi kesin ve sağlam bir iddia değil.

“Felaket boyutlarında bir iklim değişikliği yaşanıyor” gibi bütünüyle uydurma bir durum üzerinden ortaya atılan yalanlar farklı kanallardan sürekli gündemde. Gerçekliği tartışılacak şeylerin her tarafta bu kadar dillendirildiği yerde tabiatıyla insan nereden başlayarak bu yalanlara cevap vereceğini de şaşırıyor. Zaten hep olduğu gibi bu sahtekârlıkta da farklı düşünenlerin engellenmesi için elden geleni yapıyorlar.

Küreselciler herkesi kullanıyor

Küreselciler, Sağcı-Muhafazakâr-Milliyetçi kesimden siyasilerle planlarını hayata geçirirken, Solcu ve Yeşil siyasetçilerle de “Yeşil Enerji” gibi masallara toplumların inandırılmasını sağlıyorlar. Hidro, rüzgar ve güneş enerjilerinin iklim değişikliğini hafifletmek ve sürdürülebilir kalkınmaya katkıda bulunmak için çâre oldukları çoktan ezberletildi insanlara. Bakın, sözde eleştirdikleri devletlerin özellikle elektrikli araçlar, güneş panelleri ve rüzgar tribünleri konusundaki çalışmalarının en ateşli taraftarları modernizm, laisizm, bilim ve teknoloji tapınıcısı kesimler.

Oysa kazın ayağı öyle değil. Öncelikle yeni enerji kaynaklarının üretimi, önemli oranda kritik mineral ve metallere dayanıyor. Bunun için de önce bu mineral ve metallerin yeryüzüne çıkarılması gerekiyor. Daha en başında ihtiyaç duyulan kobalt, bakır, lityum, grafit ve nikel gibi elementlerin çıkarılmasının sözde kaygılandıkları çevreyi ve biyolojik çeşitliliği tamamıyla bitirecek oranlarda olacağı hesaplanıyor.

Üstüne bu nadir toprak elementlerine ev sahipliği yapan ülke insanlarının yerinden yurdundan edilmesi, sosyal ve silahlı çatışmalarla karşı karşıya kalmaları ve sağlık ile ekonomide ciddi sorunlar yaşamaları gibi tehlikeler var.

Bunlarda oyun bitmez

Şeytanda oyun bitmez. Küreselciler epeydir planlanan bu etkilerin iklim değişikliği sonucu oluşacak gıda kıtlığı ve kuraklıklara bağlamaya çalışıyorlar zaten. İklim değişikliği nedeniyle 1,5 milyar insanın yer değiştireceği, toplumları sosyal patlamaların, çatışmaların hatta savaşların beklediği gibi yalanlar nicedir yazılıp çiziliyor. Sözde dünyayı kurtaracak yenilenebilir enerji kaynaklarının ihtiyaç duyduğu hammaddelere erişimin hiçte sürdürülebilir olmadığı gerçeği bilinçli olarak ülkelerden ve insanlarından gizleniyor.

Kuşkusuz hammaddelere olan talep, sözde iklim değişikliğini hafifletmek ve enerji güvenliğini güçlendirmek için öngörülen enerji teknolojilerine olan taleple eş zamanlı olarak artacak.

Uluslararası Enerji Ajansı'nın temiz enerji geçişinde kritik minerallerin rolü hakkındaki 2021 raporunda "Hızlı Temiz enerji teknolojilerinin büyümesinin kritik minerallere olan talebi artırması bekleniyor” diyerek bunu itiraf etti zaten.

Mesela,

- Kanada 2030 yılına kadar tüm yeni araçların %60'ının ve 2035 yılına kadar %100'ünün elektrikli olmasını planlıyor.

- İngiltere 2030 yılına kadar benzinli ve dizel araç satışını yasaklamayı gündemine almış durumda.

- ABD, 2030 yılına kadar binek araçların yarısından fazlasının elektrikli olacağını açıklamıştı. Bunun Trump ile bir nebze sekteye uğrayacağı düşünülse de kabineye Elon Musk’ın gireceği söylentileri elektrikli araç planını değiştirmeyebilir. Bloomberg New Energy Finance, elektrikli araç satışlarının 2020'deki %4'lük trendden 2040'ta %70'e fırlayacağını, 2050 yılına kadar ise rüzgar ve güneşin dünya elektriğinin yaklaşık %50'sini karşılayacağını ve lityum iyon pillere olan talebin 2021'deki 269 gigawatt-saatten 2030'da yıllık 2,6 terawatt-saate ve 2035'te Net Sıfır olarak 4,5 TWh'ye çıkacağı öngörüsünü yapıyor.

Fakat ortadaki gerçek durum küreselci kalpazanların evdeki hesaplarının çarşıya uymayacağını da net olarak gösteriyor. Çünkü sadece İngiltere'nin "31,5 milyon benzinli ve dizel aracını" elektrikli pillere geçirmesi tahmini “207.900 ton kobalt, 264.600 ton lityum karbonat, 7.200 ton neodim ve disprozyum ve 2.362.500 ton bakır" gerektiriyor.

Dünya çapında tahmini 1,4 milyar motorlu araç olduğu hesaplanıyor. Hepsini değiştirmenin anlamı İngiltere için hesaplanan miktarların 40 kat fazlası mineralin gerekeceğini gösteriyor. Yaklaşık 450 kilo ağırlığında bir elektrikli araç pili üretmek, 227 tona yakın mineralin çıkarılmasını ve işlenmesini gerektiriyor ki bu kadar minerale erişmek için 680 ton toprağın kazılması ve etrafa saçılması gibi bir bela var başımızda.

Daha fazla emisyon için çalışıyorlar

Yani gerçekte olmayan bir felaket olarak pazarlanan iklim değişikliğini sözde azaltması beklenen teknolojiler, geleneksel enerji kaynaklarından daha fazla malzeme tüketip, belki çok daha fazla sera gazı emisyonunun atmosfere salınmasına neden olacak.

Sera gazı emisyonlarını dert ettiklerini söyleyenler kurnazca daha fazla sera gazı emisyonu üretecek bir enerji sistemini alternatif olarak bizlere yutturmaya çalışıyorlar. Bu sahtekârlığın aynısının metan gazı üreterek sera gazı emisyonlarını artırdıkları için hedefe konulan Ruminant hayvanlar için yapıldığını biliyoruz.

Hayvanlara uygulanacak bir takım basit diyetlerle düşürülmesi mümkün metan gazını bahane edenler, alternatif olarak dayattıkları yapay et üretiminin daha fazla sera gazı emisyonuna sebep olduğu gerçeğini ısrarla gözümüzden kaçırmaya çabalıyorlar.

Öte yandan ihtiyaç duyulan yeraltı madenlerine ve minerallerine sahip olan ülkeler açısından düşündüğümüzde iklim değişikliği yalanıyla nasıl başka bir tezgâh döndürülmek istendiği de ortaya çıkıyor. Özellikle gelişmekte olan ve kaynaklarını kendi imkânlarıyla kullanamayan ülkeleri en az iki net felaket bekliyor. Bu ülkeler önce sera gazı emisyonlarını azaltmaları, hayatları ve geçim kaynaklarını sözde iklim değişikliğinin kötüleşen etkilerinden korunacak şekilde düzenlemeleri için trilyonlarca borca sokulacaklar. Sonrasında da sahip oldukları gerekli minerallerin çalınacağı acımasız bir sömürü düzeninin içine itilecekler.

Ekonomik krizler ve göçler daha da artacak

Sonuç olarak sözde iklim değişikliğiyle mücadele edilirken onların milyarları bulan insanları, bir yandan ekonomik krizlerle öte yandan göçler ve sosyal patlamalarla boğuşmak zorunda kalacak. Bu alavere dalavere numaranın bunun üzerine kurgulandığı saklanmıyor da. Bugün en yüksek CO2 emisyonun küresel olarak kuzey ülkelerinde yoğunlaştığı, hammaddelerin çoğunun ise en az CO2 üreten güney ülkelerinde yer aldığı ve oralardan temin edileceği biliniyor.

Hâsılı yeşil enerji dönüşümü için gerekli mineraller ve metaller bakımından zengin olan topluluklar, geçim kaynaklarının bağlı olduğu çevreyle birlikte hiç edilecekleri günlere doğru gidiyorlar. Bu durum, çok kirletenlerin kendi ekonomilerini kurtarmak için iklim değişikliğini zayıf ama kaynağı bol olanları kata külleye getirmek için kullanmayı planladıklarını da gösteriyor.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı'na (IRENA) göre yenilenebilir enerjiler, tükenmez doğal kaynaklardan elde edilenler ve şu anda yüksek dağıtımlarıyla öne çıkanlar hidro, rüzgâr ve güneş. Bunların yanında biyo, jeotermal ve okyanus enerji teknolojileri de var.

Madencilik endüstrisi en fazla enerji gerektiren sektörlerden biridir. Bu açıdan tüm büyük madencilik şirketlerinin yenilenebilir enerji kullanımını artırmak veya hatta yakında %100 yenilenebilir enerji kullanmak için hedefler belirlemesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, küresel ilgi geleneksel enerji kaynaklarının olumsuz çevresel etkilerine odaklanırken, yenilenebilir olanların sosyo-çevresel etki açısından "temiz" bir imaja sahip olması.

Fakat geldiğimiz nokta, yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygın olarak inanıldığı gibi "insan dostu" veya "çevre olarak zararsız" olduğuna dair inancın sorgulanması gerektiğini çok net olarak gösteriyor. En başta da yenilenebilir enerjinin “iyi bir seçenek” olarak gösterilmesi ve görülmesinin, onların kusursuz olduğu mânâsına gelmediğini insanların bilmesi gerekiyor.

Bugün birçok hatırlı bilim adamına göre yenilenebilir enerji kaynakları, gözardı edilemeyecek düzeyde çevre üzerinde olumsuz etkilere sahip. Bu etkilerin belli başlıları insan sağlığı, gürültü, kirlilik, ozon tabakasının incelmesi, zehirlenme, su baskını, sera gazı üretimi, sakinler üzerindeki etki, ötrofikasyon, nehirlerin kuruması ve ormansızlaşma. Tabii ki olumsuzluklar bunlarla sınırlı değil.

Bu yüzden birçok analize dayanarak bu bilim adamları yenilenebilir enerjilerin çok dikkatli bir şekilde seçilmesi gerektiğini söyleyip duruyorlar. Fakat başımıza felaket düzeyinde bir iklim değişikliği çorabını ören küresel şeytanlar yine aynısını yapıp, algı operasyonlarıyla olumsuzlukları en az eleştirdikleri enerji kaynakları kadar olan yeni enerji kaynaklarını bize çözüm diye sunuyorlar.

İblisin at koşturduğu şu yalan dünyada şeytanın kılıcını kuşanıp melek maskesiyle dolaşanların iyi, güzel, faydalı, sağlıklı veya sürdürülebilir dedikleri her şeye temkinli yaklaşmakta fayda var. Felaket düzeyinde iklim değişikliği yalanına ve onun çözümmüş gibi gösterilen aparatlarına tavrımız da öyle olmalı. Hayat bununla ilgili bize yeterince deneyim yaşattı.

O yüzden bu noktada devlet ve millet olarak dönen dolabın farkında olmak, bunları dünyaya ifşa etmek ve kirli planlara karşı direnmek boynumuzun borcu. Başka yol yok. Yoksa devlet de olsanız insanlarınızın, tabiatınızın, kaynaklarınızın ezilerek, sömürülerek, borçlandırılarak ve sosyal kargaşalarla yüz yüze bırakılarak küreselci şeytanların oyuncağı olmaktan kurtulması zor.

Çok daha geç olmadan iklim değişikliği oyunu bozulmalı.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım