İnsan niçin değiş(e)mez?
Değişmesi için insan bir hadiseye, hemcinsine veya benzeri bir şeye değil de hakikatin ta kendisine değmeli ki bu temas onu eski hâlinden bambaşka bir ahvale taşıyabilsin. Üstelik bu hakikat, alelâde bir mahiyetin ötesinde, o kişinin şahsi hayatında o güne kadar bir sebeple red veya inkâr ettiği bir hakikat olmalı. Aynı insan o mevzuda o âna kadar herhangi bir sebeple red veya inkâr ettiği bu hakikate öylesine bir şiddetle değmeli ki bu temas neticesinde, ahbaplarını hayrete sürükleyecek miktarda öncekinden farklı birine dönüşmeli.
Türkçede hakkı yenen ve bolca yanlış kullanılan kelimelerden birisi de ‘değişmek.’ Yazık ki olur-olmaz yerlerde ve ekseri yanlış maksatlarla kullanılan bu kelime, dârı bekada bizden hakkını istemeye kalksa hepimiz yanarız. Bir kere, en başta bu kelimeyi kullandığımızda hangi maksadı işaret ettiğimizi ayrıştırmıyoruz. Öyle ya ‘değişmek’ dediğimizde acaba
- - Tahavvülü mü kastediyoruz,
- - Tagayyürü mü
- - Yoksa tebeddülü mü?
- - Yahut maksadımız düzayak mübadele mi?
- - Belki de istihaleyi kastediyoruz?
- - Yahut inkılâbı mı?
Bu tabirleri ve aralarındaki farkları bilmediğinizde veya gözetmediğimizde işimiz kolay; tombala torbasına elimizi sokar gibi pek sınırlı kelime dağarcığımıza zihnimizin kudreti çekilmiş elini sokar, avucumuza ilk geleni çekip çıkarır ve muhatabımızın suratına aşkederiz. Ekseri tam da böyle yapıyoruz zaten. Ama iş az-biraz meramda hassaslaşmaya başlayınca yollar çatallanıveriyor birden. Öyle ya, hangi manâyı kastediyoruz? Biz hangisini kastettiğimizi tefrik edebilmiş miyiz ki muhatabımıza da usûlünce farkettirebilelim?
Bize sorsak her şey değişiyor. Şehir değişiyor, siyasetçiler değişiyor, iktidar değişiyor, muhalefet değişiyor; hatta ânbeân insan değişiyor. Görenler bir değişim fırtınası var zannedecek. Ama sahiden öyle mi? Kim ve ne, nasıl, hangi şartlarda değişir? ‘Değişim’i meselâ ‘farklılaşma’dan hangi hususlar ayrıştırır? Değişimin dönüşümle hısım ve akrabalığı var mı? Varsa ne?
Karşılıklı eylemek
‘Değişmek’ fiilinde modern dikkatlerden kaçan pek mühim bir husus var: Bu fiil, vukuu için karşılıklılığı şart koşan işdeş bir fiil. Tıpkı ‘bakışmak’, ‘sürtüşmek’, ‘tanışmak’, ‘karışmak’, “görüşmek’, ‘barışmak’ veya takışmak’ misâllerindeki gibi, yapı bakımından bir başına ifa edilemeyecek bir çifteliliği tazammun etmekte. Dolayısıyla demek ki taraflar arasında bahsi geçen fiilin karşılıklı gerçekleşmesi veya yaşanması için bir mütekabiliyeti, denkliği yahut muvaziliği yahut da müsaviliği şart koşmakta.
Bu nevi fiillerin teşekkülü ve tezahürü için birbirine denk en az iki tarafın varlığının mecburiyeti, fiilin bu şekilde tesmiyesinin şartı. Buradaki ‘-iş’ eki, işte bu karşılılığa işaret etmekte. Demek ki ‘değişmek’te de bir yanyanalık veya karşılaşma vaziyeti var. Peki ‘değişmek’te kimler yahut neler yanyana veya karşı karşıya gelmekte? Meselâ ‘karışmak’ta fail, kendisine denk veya muvazilerinin içine geçmekte; en azından dışarıdan bakıldığında zahiren onlardan biri hâline gelmekte ve ortaya bir hercümerç çıkmakta.
Öyleyse soru şu: Bir şeyin değişmesinin şartı ne?
Bir şeyin değişmesinin şartı, o şeyin kendisinden başka bir şeyle karşılaşması, akabinde de o şeye maddeten veya manen teması... Demek ki ‘değişmek’ için evvelâ ‘değmek’ şart. Başka bir ifadeyle bir şey, zatından farklı bir şeye öyle bir temas etmeli, ona öylesine bir hiddetle, şiddetle, kudretle, hararetle veya celâdetle değmeli ki neticede esaslı bir farklılaşma, yani karşılıklı birbirine değme faaliyeti ve akabinde de bu birbirine değmenin neticesinde bir başkalık ortaya çıksın.
Meyve değer, peki insan?
Şekilde, özde, yapıda, renkte, hâlde, hususiyette; hasılı zahirde veya batında gerçekleşebilir bu farklılaşma. Ama o değen şeyin, değme faaliyeti neticesinde değilen şey, o değmenin izlerini yahut alâmetlerini üzerinde taşıyabilsin. Biz de dışarıdan baktığımızda o şeyin şimdiki hâliyle öncekini kıyasladığımızda bu farklılaşmayı, farklılaşmanın mahiyetine bakarak ‘değişme’ şeklinde kıymetlendirebilelim.
Demek ki bahsedilen farklılaşma ya düpedüz bir başkalaşma olmalı yahut onu kuvvetle akla getirmeli. Burada değişmenin hızlılığı veya yavaşlılığı, zahiriliği veya batıniliği değil, mahiyeti mühim. O değme ânı, o şey için bir milât hükmünde mi, değil mi? Değişmede esas mesele bu.
Öte yandan bugün anlam daralmasına uğramakla birlikte ‘değmek’ fiilinin hâlen daha kullanılagelen manâlarından biri de olgunlaşmak; hususen de meyvenin mevsimindeki olgunlaşması. Azerbaycan Türkçesi’yle Türkiye’nin bazı yörelerinde ve nice Türk lehçelerinde de yananlamlarıyla birlikte rastlayabileceğimiz bu kullanımda, ham meyveye güneş ışığı ile birlikte topraktan emdiği tuz ve mineral gibi nice faydalı şey değer ve o meyveyi de değdirir; olgunlaştırır. Hamlığı gider ve yenilebilir safhaya ulaşır.
Anlaşılacağı gibi değmek için, bizden başka bir şeyin bize değmesi, değmekle yetinmeyip içimizde bir şeyleri tetiklemesi ve neticede bizi değdirerek değiştirmesi şart.
‘Değmek’ kelimesinin artık unutulmaya yüz tutan Türkiye Türkçesi’ndeki mânâlarından biri de vasıl olmak, ulaşmak; yolunu bitirip seyahatini tamamlamak. Burası da mühim.
Her şey değişir mi sahiden?
Peki ama değişmek insan için de kabil mi? Yani iddia edildiği gibi insan değişir mi? Sıklıkla kullanılagelen bir dillendirme diye insanın değişimini doğru veya muhtemel diye mi kabûlleneceğiz yoksa her şey değişirken bir tek insan mı bu imkân ve fırsattan mahrum bırakıldığını söyleyeceğiz? Bu mahrumiyeti aşmanın müstesna dahi olsa bir yolu var mı?
Değişmesi için insan bir hâdiseye, hemcinsine veya benzeri bir şeye değil de düpedüz hakikate değmeli; hakikatin ta kendisine değmeli ki bu temas onu eski hâlinden bambaşka bir ahvâle taşıyabilsin. Üstelik bu hakikat, alelâde bir mahiyetin ötesinde, o kişinin şahsi hayatında o âna kadar bir sebeple red veya inkâr ettiği bir hakikat olmalı. Aynı insan o mevzuda o âna kadar herhangi bir sebeple red veya inkâr ettiği bu hakikate öylesine bir şiddetle değmeli ki bu temas neticesinde, ahbaplarını hayrete sürükleyecek miktarda öncekinden farklı birine dönüşmeli. İşte insan için ‘değişmek’ dediğimiz şey bu: Hakikati keşfin akabinde yaşanan zorların zoru kabûl safhasını da aşıp farklı bir şahsiyete tekâmül... handiyse istihale...
Ancak bu çerçevede ve bahsi geçen şartlarda insanın değişiminden bahsedebiliriz. Enderlikte sınır tanımayan bir istisna.
İşaretle yetinelim: İnsan yolunun başındayken yahut yarısındayken, yani istikamet üzereyken ve hedefine henüz değmemişken, hakikatin kırıntısına bile değemez. Değmek için yolu tamamlamak; yarıdalıktan da yarılıktan da, yarımlıktan da kurtulmak şart. Bu kelimeyi insanın tekâmülünü tabir maksadıyla kullandığımızdaysa şu hususu görmezden gelemeyiz: İlkece insan ancak son nefesinde tekâmülünü tamamlar ve nihayetinde kemâle erer diyebiliriz. Yahut da nadiren ölümden beter öyle felâketlere mâruz kalır ki bu değme neticesinde kişi tekâmülünü âdeta hükmen tamamlar ve kemâle değer; böylelikle de değişir yani.
Sahte değişim
Öte yandan her şeyin sahtesi var da değişmenin olmaz mı? İnsanın münafıklığının sınırı mı var? Üstelik bu değişme münafıklığı çift yönlü işler; dışarıya ve içeriye karşı. Nadiren de insan etrafını da kendisini de değiştiğine o kadar kesin ikna eder ki bu durumda mürekkep bir münafık değişimden bahsedebiliriz. Gerek dışarıya ve gerekse içeriye karşı sergilenen bu sahte değişme havası neticesinde kişi, değişme mesuliyetinden de kökten sıyrılır; hayır kapısını kendi yüzüne, bir daha açılmamak üzere kapar.
Hülâsa değişmeyen tek şey değişim değil, insan. Alelâde insan değişmez ve bu kaideyi hiçbir şey değiştiremez. İnsanın değişmesi için hakikate sadece teması yetmez; o temas, onun özünü de değiştirebilmeli ki buna dönüşüm demek belki daha doğru.
Bu iki tespitten hareketle mevzumuzu şöyle toparlayabiliriz: Değişmek için hem kavi bir değme faaliyeti, hem dekarşılıklılık şart; bir de bu değme bir kemâlata da işaret etmeli ki müspet bir değişmeden bahsedebilelim.