İnsan hakları ihlalleri şehirlerde niçin artıyor?
İnsan hakları konusunda otoritenin merkezi veya mahalli oluşunun bir faydası yoktur. Bunun garantisi devletler veya kurumlar değil, maşeri vicdan dediğimiz toplumun bizzat içinden gelen baskı mekanizmasıdır.
Son yıllarda modern şehirler, insan haklarını savunma konusunda öne çıkar. Hele de yaşama hakkı söz konusu olduğunda. Farklı bakış açılarını öne sürüp hayat hakkını ortadan kaldıran inanç ve geleneksel değerlere ilişkin kanun yapma ve adalet mekanizması bu noktada devreye girer. Kişiye mahsus haklar da böyledir. Bizzat toplum içerisindeki yahut devlet ile toplum ilişkisindeki asıl ünite şahıstır. Çalışma, kazanma ve hareket özgürlüğüne sahiptir.
“Şehirleşememiş” toplumlarda ise şahsın yerine ilişkilerin temelinde kabile veya aile yer alır. Söz sahibi olma hakkı, şehirlerde şahıs temel alındığı için genel temayüle uygun düşebilir yahut karşı da gelebilir. Hareket özgürlüğüne gelince, şehirlerde yaşayanların çalışma ve öğrenim görme gibi cihetlerden dolayı her türlü hareket özgürlüğüne ve transit geçiş hakkına sahip oldukları teslim edilir.
Rant İçin Yerlerinden Edilen İnsanlar
Fakat şehirlere dair öngörülen bu ideal, belki de teorik vizyon dünyanın pek çok ülkesinde geçerli görünmüyor. Daha önceleri vatandaşlar ile yapıldığı farz edilen toplumsal sözleşme gereği “refah devleti” tarafından üstlenilen projelerin özel sektöre devri ve bizzat özelleştirme politikalarıyla kapitalizme dönüşme operasyonu insanı, toprağı dolayısıyla iskan işini de meta haline getirdi.
Dünyanın çoğu şehrindeki “tehcir” olgusunun nasıl bir yaygınlık gösterdiğini ve milyonlarca insanın hayatını etkilediğini gözler önüne seriyor.
1985 yılında Peter Marcus tarafından yapılan bir araştırmaya göre, New York şehrinin sakinlerinden yüzde 1,5 ila 3,5 kadarı yani 100 bin ila 250 bin civarındaki bir nüfus, evlerinden göç ettirilmiş durumda. Haydi buna önceki devirlerde ihtiyaca binaen yapılan “kentsel dönüşüm” yahut “nezihleştirme” operasyonu diyelim. Oysa gerçekte aşırı kazanma hırsının yol açtığı, insanların barınma hakkını gaspa dönük küreselleşen bir trend söz konusu. Şehrin rant getiren alanlarını zaten zengin olan kesimlere açarak bir tür seçkinleştirme, serveti belli kesimde toplama işi. Çoğunluğu oluşturan çalışan kesimin aleyhine azınlığı teşkil eden zenginleri kollama. Üstelik mevcut piyasa şehirde bulunmalarını ve çalışmalarını gerektiriyorken adil olmayan bir şekilde kazanç fırsatlarını sadece belli bir kesime sunma.
Şehirleşme İle Hak İhlalleri Artıyor
Şartlar şehirde yaşayan çoğunluğun aleyhine gelişirken demokratik olmayan politik düzen bu durumu körükleme işlevini yerine getiriyor. Bu yılı değerlendiren “Hemen Adalet Komisyonu” raporunu göz önüne aldığımızda Mısır Arap Cumhuriyeti’nin vilayetlerinde gözden kaybedilen veya özgürlükleri ellerinden alınan vatandaşların dağılımı bize merkez vilayetlerde yani Mısır deltası ve sahil kesiminde daha fazla ihlaller bulunduğunu ortaya koyuyor. Güneydeki vilayetlerde rakamlar daha düşük. Örnek vermek gerekirse, Kahire’de özgürlükten mahrum etme oranı yüzde 43, Şarkiye’de yüzde 20, İskenderiye’de ise yüzde 9. Yılın ilk yarısında toplam 1266 ihlal vakası yaşanmış. Oysa Feyyum, Yeni Vadi, İsmailiye ve Asyut’ta bu oran yüzde 0,9.
- Kahire, Şarkiye ve İskenderiye’de emniyet güçlerine yönelik kaçırma ve gözden kaybetme oranı ise yüzde 68. Toplam 619 ihlalin 423’ü buralarda gerçekleşmiş. İsmailiye ve Asyut’ta bu oran yüzde 0,6’larda.
Hakların Garantisi Maşeri Vicdan
Bazı sosyal teoriler bu olguyu bize açıklar. Şehirleşme kavramı, devletin kurumlarını ve kanun yürütücüleri daha ziyade taşrada görülen akrabalık ve kan bağlarıyla dahil oldukları topluluklardan, sosyal dokudan ayırıyor. Bu da meydana gelen insan hakları ihlallerinde fertlerin ve mahalli kurumların toplumsal baskıdan azade olmalarını sağlıyor. Bu durumda şehirleşme ve kurumsallaşma kavramlarının devletlerin menfaatine olduğu tezi de sorgulanma ihtiyacı duyuyor. Bu da bize gösteriyor ki, insan hakları konusunda otoritenin merkezi veya mahalli oluşunun bir faydası yoktur. Bunun garantisi devletler veya kurumlar değil, maşeri vicdan dediğimiz toplumun bizzat içinden gelen baskı mekanizmasıdır.
Bu açıdan bakıldığında şehirlerin insan haklarının merkezi olduğuna dair yaklaşımın son derece elitist olduğu anlaşılıyor. Otoritenin gücüne karşı toplumun haklarını önceleyen ve sahip çıkan uluslararası bir baskı olmadıkça vaziyet bu minvalde.