İngiliz imparatorluğunun ‘ahlâk’ anlayışı
Derler ki, bir su birikintisinin içinde birbiriyle kavga eden iki balık görürseniz, bilin ki oradan bir İngiliz geçmiştir. Bu vecize, İngiliz dış politikasını çok iyi açıklıyor: Böl ve yönet! Toplumların içindeki etnik, kültürel, dinî farklılıkları birbirine karşı kışkırtarak, eğer böyle bir farklılık yoksa hedef toplumun içine nifak sokarak bölmek, İngiliz dış politikasının temel prensibidir. Böldükten sonra da tarafların içine sızarak onları kendi çıkarına göre yönlendirip yönetmek, ünlü “kontrollü gerilim” stratejisinin de temel prensibidir.
Bu strateji uygulanabilirse tarafların hangisi kazanırsa kazansın asıl kazanan; tarafları kontrol edendir yani İngiliz’dir. İngilizler der ki “İngiltere’nin devamlı dostu da devamlı düşmanı da yoktur. İngiltere’nin devamlı menfaatleri vardır.”
Yine bu noktada, tarihimizin en kritik seçimi öncesinde, Sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ı hedef alarak seçimi etkilemeye çalışan Batı/Atlantik grubunun meşhur dergilerinin en etkilisi olan ve Rothschild ailesinin İngiltere’de konuşlu en büyük koluna ait The Economist’in olduğunu da unutmamalıyız.
Tek başına bu bile İngiltere’nin Cumhurbaşkanımızı “düşman olarak algıladığının” kesin delilidir. İngiliz derin devleti ile gerektiğinde iletişim kurabilen bu çok etkili dergi, İngiliz Dış İstihbarat servisi MI6’nın onayı olmadan bu kadar sansasyonel bir sayı yayınlayamazdı.
Burada, devlet ve milletimiz için hayâtî olan soru şudur: Batı/Atlantik grubu ve İngiltere, devletimizi ve Cumhurbaşkanımızı neden düşman olarak algılıyor? Gerçi benzer durum Çin medyası için de geçerli ama o başka bir bahis.
Tayyip Erdoğan Türkiye’yi, Batı/Atlantik güç yapılanmasının mutlak hakimiyeti, boyunduruğu altından kurtarıp, millî ve hür bir devlete dönüştürebildiği için Atlantik grubunun düşmanlığını üzerine çekti.
Biz de bize ne yapmamız, nasıl siyaset izlememiz gerektiğini dayatmak isteyen İngiltere’nin marifetlerine bir göz atalım.
Tarihin en büyük suçu
Genç bir Amerikalı tarihçi ve felsefeci olan Will Durant, hayatında ilk defa 1930 yılında Hindistan topraklarına adım attı. Durant “The Story of Civilization / Medeniyet Tarihi” adlı 11 ciltlik önemli eserini yazmak için dünya turuna çıkmıştı.
Durant, kendi ifadesiyle İngiltere’nin “Hindistan’ı bilinçli ve kasıtlı bir şekilde mahvetmesi” ile ilgili gördükleri ve okuduklarının ardından öylesine bir hayrete ve öfkeye kapılmıştı ki, araştırmalarını erteleyerek “tarihin en büyük suçu”nu ifşa etmek için kısa bir kitap yazmaya karar vermişti.
Durant ‘’The Case for İndia/ Hindistan’ın Durumu” başlıklı kitabında, duygularını ve öfkesini şöyle ifade ediyordu:
“İngilizlerin Hindistan’ı fethetmesi, yüksek bir medeniyetin bir ticarî şirket (İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası) tarafından hiçbir vicdana ve hukuka sığmayacak şekilde işgal ve yok edilmesi demektir. Sanata karşı kayıtsız olan ve sürekli kazanmak isteyen bu şirket, ülkeyi ateş ve kılıçla mahvetmiştir.
Düzensizlik, çaresizlik, rüşvet, katliam, ilhâk, hırsızlık, “kanûnî” ve gayrı kanûnî yağma bugün itibariyle (1930) 173 senedir acımasızca devam etmektedir.”
İşgalin en rezilânesi
Babürlü Devleti’nin çöküşünden sonra 18. Yüzyıl boyunca Hindistan’da iktidar mücadelesi veren çok sayıda beyliğin ortaya çıkışından yararlanan İngiltere, ağır silahlarının gücü ve ahlâk yoksunluğunun getirdiği kötücül tavrıyla geniş toprakların kontrolünü ele geçirmişti.
Nâip ve Mihraceleri kendi belirlediği bir fiyatla yerlerinden uzaklaştırmış, hazinelerini boşaltmış, (1840’lı yıllardan itibaren varisi olmayan idarecilere uygulanan “ilhâk doktrini” de dahil olmak üzere) çeşitli yöntemlerle devletlerine el koymuş ve asırlardır işledikleri toprakları çiftçilerin ellerinden almıştır.
‘Zenginlikleri bir sünger gibi topluyoruz’
Doğu Hindistan Şirketinin yetkilisi olan John Sullivan, 1840’lı yıllarda şu tespiti yapmıştı: “Küçük saray yok oluyor, ticaret zorlaşıyor, başkent çürüyor, insanlar fakirleşiyor. İngilizler ise zenginleşiyor, bir sünger gibi Ganj Nehri’nin kıyılarından zenginlikleri topluyor ve bu topladıklarını Thames Nehri’nin kıyılarına akıtıyorlar.”
John Sullivan, Hindistan’ın Ootacamund adlı bölgesindeki “tepe istasyonlarının” kurucusu olarak biliniyor.
İngilizlerin Hindistan’ı sömürmeye başlaması, meşhur Doğu Hindistan Kumpanyasının (Şirketinin) kurulmasıyla başlamıştı. 1600 yılında Kraliçe 1. Elizabeth tarafından kurulan Doğu Hindistan Kumpanyasının amacı; ipek, baharat ve diğer kıymetli malların ticaretini yapmaktı.
Fabrika görünümlü karakollar
Şirket, ticaretin yanı sıra başta Kalküta, Madras ve Bombay olmak üzere Hindistan sahilleri boyunca fabrika görünümlü karakollar inşa etmişti. Zamanla binalarını, çalışanlarını ve ticaretini doğrudan askerî güçlerle koruma ihtiyacı da artmıştı. Giderek artan çatışma ile ayrılmış olan bölgeden Hintli askerler alınmaya başlanmıştı.
Kurulan fabrikaların sözleşmelerinde, kendi amaçları doğrultusunda savaş çıkartma hakkı da bulunuyordu. Ticaret kısa sürede “bölgeleri ele geçirme” operasyonuna dönüşmüş, ticaret merkezleri kalelerle koruma altına alınmış ve tüccarlar da askerlerin gölgesinde kalmıştı.
Hindistan’a gelen ilk İngiliz ‘simsar’, Hintliler tarafından fazla saygı görmemiş, İngiltere Kralı ile dalga geçilmiş ve elindeki mallar da kıymetsiz bulunmuştu. İlk İngiliz elçisi Sir Thomas Roe, Babürlü İmparatoru Cihangir’e güven mektubunu sunduğunda, o dönemde dünyanın en kudretli ve varlıklı hükümdarının önünde saygıyla eğilmişti.
İran’ın Babür yağması ve İngiliz işgali
Babürlü İmparatorluğu’nun sınırları Kâbil’den Bengal’in en doğusuna ve kuzeyde Keşmir’den güneyde Karnataka’ya kadar uzanmaktaydı. Fakat İran Şahı Nadir Şah’ın 1739 tarihinde Delhi’yi askerî güçle yağmalaması ve bütün hazinelerini ele geçirmesiyle Babür İmparatorluğu çökme noktasına gelmişti. İmparatorluğun başkenti sekiz hafta boyunca yağmalanmış ve yakılmıştı.
İmparatorluğun bütün hazinelerine, masallara konu olmuş ‘Tavus Kuşu Tahtına’, atlara ve fillere bile el konulmuştu. Sokaklarda 50 bin ceset vardı. Nakillere göre Nadir Şah ve askerleri, Hindistan’dan o kadar çok mal ve kıymetli eşya çalmışlardı ki, İran’a döndüklerinde üç sene boyunca hiç kimseden vergi almamışlardı.
Yağmanın ardından oluşan anarşi ortamı içinde kadim İran’da Satrap denilen bölge valileri kendi bölgelerinin kontrolünü ele geçirirken, başta Marasa ve daha sonra Peşva olmak üzere birbirine rakip iktidarlar da Delhi’deki merkezî otoriteye sadece kâğıt üzerinde kalan bir bağlılık sergileyerek, Mihrace ya da Naip sıfatlarını kullanmaya başlamışlardı.
Daha sonra Lord unvanını alacak olan Robert Clive’in yönetimindeki Doğu Hindistan Kumpanyası, 1757 yılında Bengal Naibi Siracüddevle’ye karşı askerî operasyon yaparak Palaşi’de üstün silahlarının ve klasik İngiliz hilelerinin sayesinde zafer kazanmıştı.
Bu zaferde, İngilizlerin devşirdiği Naibin en yakın adamlarından Mir Cafer’in ihaneti belirleyici olmuştu. Clive, zaferin ardından kısa sürede Naibin hazinesinin tamamı olan 2,5 milyon sterlini işgalden elde edilen ganimet olarak Doğu Hindistan Kumpanyası’nın İngiltere’deki kasasına göndermişti.
O tarihteki 2,5 milyon sterlin bugünkü 250 milyon sterline falan tekâbül ediyordu. 18. ve 19. yüzyıllardaki İngiliz vahşeti işte böyleydi.
Her türlü zorbalık ve kanunsuzluğu yapıyor, sonra da bu yaptıklarını kendileri yazıp yayınlayabiliyorlardı.
Acaba o İngiliz ile bugünkü İngiliz arasında bir fark görebiliyor musunuz?