İçimizde Enver Hoca mı Var?
Enver Hoca idaresindeki Arnavutluk’ta, dünyada başka bir yerde eşini-benzerini göremeyeceğimiz bir işe girişilir: Bir uçtan öbürüne ülkenin birçok yerine, yüzlerce değil, binlerce askeri mahiyette mevzi inşa edilir. Hem ahalinin, hem de askerin haftalarca içeride kalarak ülkesini savunabileceği şekilde tertip edilen bu koruganların bazıları, atom bombasına bile dayanacak bir kavilikte imal edilmiş. Acaba insan da birçok korku neticesinde, tıpkı bir tiran gibi kendi içerisinde koruganlar inşa eder mi?
Geçen yüzyılın ortalarında Enver Hoca idaresindeki Arnavutluk’ta, dünyada başka bir yerde eşini-benzerini göremeyeceğimiz bir işe girişilir: Bir uçtan öbürüne ülkenin birçok yerine, yüzlerce değil, binlerce askeri mahiyette mevzi inşa edilir. Demir, çelik ve betondan imal edilen bu koruganların kimisi üç-dört kişilik, kimisiyse birkaç ailelik. Hem ahalinin, hem de askerin haftalarca içeride kalarak ülkesini savunabileceği şekilde tertip edilen bu koruganların bazıları, atom bombasına bile dayanacak bir kavilikte imal edilmiş.
- Alman Harbi yıllarına denk gelen bu zaman diliminde bir devletin topraklarını muhafaza etmesi için yeterli sağlamlıkta ve gene kabul edilebilir miktarda, tedbir sadedinde bu çeşit bir askeri tertibe ihtiyaç hissetmesi elbette makuliyet sınırlarında. Kim müdafaa maksadına matuf bu çeşit teşebbüsleri tahfif edebilir ki?
Ama işler Enver Hoca’nın Arnavutluk’unda böyle cereyan etmedi. Dış tehdit korkusu, zamanla paranoyakvari davranmayı beraberinde getirdi ve kabul edilebilir kendini müdafaa kaygısı, makuliyet sınırlarını katbekat aştı. Ülke baştanbaşa çılgınca bir korugan ağıyla örüldü.
Çakmak Hattı Koruganları
Aslında bu mevzilerin bir benzerine bizde de rastlanmakta. Meselâ Çakmak Hattı.
Gene Alman Harbi sırasında Almanlar’ın evvelâ Polonya’yı işgal etmeleri, akabinde de tıpkı Cihan Harbi’ndeki gibi bütün Avrupa’yı adım adım işgale başlamaları, dönemin Türkiyesi’ni de tedirgin eder. Balkanlar’dan gelebilecek muhtemel bir Alman istilâsına karşı İstanbul’un Büyükçekmece Semti’nden başlayarak Karadeniz’e kadar uzanan sahil şeridinde bir savunma hattı tertip edilir ve bu hat da dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın adıyla anılır.
- 200 kilometrelik hat boyunca birçok yere askeri mevzi inşaına karar verilir. Ne ki maddi imkânsızlıklar, birbirlerine yeraltı tünelleriyle bağlı bu koruganların hesaplandığı gibi tamamlanmasını engeller. Gene de bizde bile hâlen daha sağlam koruganlara rastlamak mümkün.
Demek ki korugan inşa etmek, bizatihi tenkide şayan bir tatbikat değil; tersine, kimi durumlarda bir mecburiyet. Ama mesele, bu mecburiyetten sonra başlıyor.
Korunaktan Korugana
Doğduğu âlemden hazzetmeyen pak ruh, şu veya bu şekilde sığınacağı bir liman, barınacağı bir korunak arar. Dünyaya gelir gelmez ufunet teneffüs eden bir bebeğin, kendisini buradaki pisliklerden bir şekilde koruması, ruhunun henüz kirlenmemişliğinden. O da bir barınak arar kendisine; bir korunak. Safiyetini sürdürebileceği, ruhunu kirletmeden yaşayabileceği, kirlenmeyeceği ve daha da mühimi kirletmeyeceği bir korunak.
İnsanın dışarıdan gelen hakiki yahut zanni tehlikelere karşı kendisini muhafaza edebilmesi için kendince korunaklar inşa etmesi elbette kabul edilebilir bir şey; mecburiyet hatta. İdamei hayat esas çünkü. Ama ya ötesi? Korunağın ötesi korugan.
- Birçok durumda makul olanla olmayanı, neticelerinden hareketle değil, daha başından miktarından hareketle tespit edebiliriz. Enver Hoca’nın ülkesini baştan başa kuşatan beton koruganlarını da bu minvalde kıymetlendirmek kabil: Tencereye bir tutam tuz atmak başka, meselâ iki paket tuzu boca etmek daha başka bir şey. Neticeleri de birbirinin tezadı. Biri yemeğe lezzet katarken öbürü yemeği yenilmezleştiriyor; aslından, esasından ve maksadından uzaklaştırıyor.
Dünyadan korkmak zahirde ve içtimai plânda seyredince korugan kılığındaki neticesini işaret ve müzmin hastalık vasfındaki mahiyetinin sefaletini lâyığınca tespit edebilmek kabil. Gelgelelim iş ruh plânında ve derinlerde seyredince koruganın binasını da, içerideki tahribatını da işaret edebilmek ne mümkün!
Demek ki işin aslını, insanın zahirde tezahür eden amelleri değil de, derununda cereyan eden ama sadasına da, neticesine de şahitlik edilemeyen faaliyetleri belirlemekte.
Hayali Tehlike Geçse de...
Hayattan korkan ve insanca yaşamak için indirildiği bu âlemde ona mahsus bir şerefle yaşamaktansa kendi derinliklerindeki zindanlara ruhlarını hapsedenlere ne ibretengiz bir misal Enver Hoca. Enver Hoca gibi tiranlar, kendi ahalisinden korkularını örtmek için sahte tehlikeyi memleket sınırlarının dışına itelemeyi ve düşmanı dışarıdan beklemeyi itiyat hâline getirir.
Benzeri bir durum biz sıradan insanlar için de cari. Birçoğumuz, sadece etrafımızdaki zalimlerden kendimizi korumak için değil, kendi zalimliğimizden ürktüğümüz için de korunaklar inşa ederiz. Bazılarımız tehlike geçtikten sonra sığındıkları o korunaktan çıkar ve mutad yaşantılarına devam ederken yazık ki bazılarımız ısrarla korunaklarında yaşamaya devam eder ve zamanla korunaklarını bir korugana çevirirler. Ve bunu bir ömür asla farketmezler.
İyi ama her korugan, korunağın bir nevi değil ki. Bazen Palton’un meşhur metaforundaki mağaradır bu korugan, bazen de içine hiç günışığı sızmamış, rutubetli taş duvarlarla çevrili bir zindan. Her hâlükârda kişinin içinde inşa edilidir ama. O kişi dışarıda yemekte-içmekte, yatmakta-kalkmakta, başkaları gibi hemcinsleriyle hayata karışmakta, işe gidip gelmekte ve nice rüyalar görmekte, nice hülyalar kurmakta ama derinliklerindeki koruganında mahpus. Gönüllü bir hapistir bu.
Katleden Rahim
Kişinin adım adım, tecrübelerinden hareketle şu veya bu şekilde mizacını inşa etmesi başka bir şey, kendi içinde adeta Enver Hoca’nınkini andırır bir tarzda korugan inşa etmesi daha başka bir şey. Bir kere ilki dışarıda tezahür eden ve dolayısıyla başkalarınca da müşahade edilebilen bir mahiyette iken öbürü zahirde değil, batında inşa edilir ve birçok durumda kişinin kendisi tarafından dahi farkedilmeyebilir. Kendini müdafaa hakkı, rahatlıkla şahsiyetini muhafaza için inşa edilen mekanizmanın içine kendi kendisini hapsetmeye dönüşebilir. Birçok durumda ân meselesidir bu. Küçük bir kırılmaya, hatta alınmaya bakar.
- Korugan dediğimiz de bir rahimdir neticede. Ama sahte, hatta iğneli fıçı misali bir rahim. Ruhu boğan ama buna nispetle nefsi azmanlayan bir rahim. Rahmeti ve merhameti dışına iten, zulmeti ve korkuyu ise içeri hapseden.
En zor iş, kişinin kendi kendisini hapsettiği bu zindandan çıkması. Bundan zoru da var: Bu zindanı farketmesi. Daha doğrusu kabullenmesi. İnsanın meşru korunağını gayrımeşru korugana dönüştürdüğünü ona farkettiren imkânların başında sanat gelir.
Sanat dediğimiz hadise, korugandan çıktığında insanın gözüne ilk elden ilişenleri terennümünden ibaret. Evet, uzun vakitler karanlıklara veya en iyi ihtimalle alacakaranlıklara alışmış bir gözün, parlak gerçekler karşısındaki kamaşmasının beraberinde getirebileceği idrak bozulmalarını da muhtevi bir rasattır bu. Doğru ama koruganın dışından da ilk haber aynı zamanda.
O yüzden tarihin her devrinde sanatkârlar, hususen de şairler, delilikle dahilik arasında biryerlere iliştirilmişlerdir; kimileyin de peygamberlikle. Sanatkârı bu miktarda yüceltmek, elbette şerrinden korunma maksadını da gizlemekte. Ruhlardan, şeytanlardan, gaiplerden ve ötelerden haber getiren sanatkâr, ahalinin nezdinde baştacı edilmesi icap eden müstakbel bir tiran namzedi aynı zamanda. Ama hakiki sanatkâr, tarihin her devrinde cemiyetini korunganlarından çıkarmayı başaran kişidir.