Hz. Muhammed Aleyhisselam postacı değildir

Hz. Muhammed Aleyhisselam postacı değildir.
Hz. Muhammed Aleyhisselam postacı değildir.

İslamî ilimlerle azıcık meşgul olan, fıkıhta müçtehidler dönemini, hadiste tedvin ve tasnif dönemini biraz okuyan kimseler için aslında bunlar çok açık hususlardır. Maalesef zamanımızda daha önceden çözüme kavuşturulmuş meseleler şeytan ve dostları tarafından tekraren gündeme getirilince yeniden cevap vermek gerekiyor.

  • “O’dur ki: ümmîler içinde kendilerinden bir Resûl gönderdi, üzerlerine O’nun âyetlerini okuyor ve onları tezkiye ediyor, kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki bundan evvel açık bir dalalet içinde idiler. Ve (Peygamberi) onlardan henüz kendilerine katılmamış bulunan başkalarına (diğer insanlara) da göndermiştir. O, azîzdir, hakîmdir. İşte o, Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.” (Cuma 62/2-4)

Allah Teala tüm peygamberleri kendilerine ittiba edilsin diye göndermiştir (en-Nisâ 4/64). Kimine suhuf veya kitap vermiş kimine vermemiş ancak tamamına uyulmasını istemiştir. Son peygamber Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme de Kur’an-ı Kerim’i indirmiş, başka kitap inmeyeceği gibi başkaca peygamber de gelmeyeceğini beyan etmiştir. Kıyamete kadar her insan Kur’an’a ve Peygamber Efendimize iman ve ittiba etmekle yükümlüdür.

Nasıl olsa Kur’an inmiş, yazılı hale getirilmiş, Allah Teala tarafından korunacağı da bildirilmiş (el-Hicr 15/9) ve gerçekten de kelime bile değişmeden günümüze kadar da korunmuş, o zaman bu bize yetmez mi? İçine bir sürü uydurma karışan, birbiri ile çelişkileri bulunan hadislere ihtiyaç var mı? gibi sorular sorulmakta ve bunların da peşine gidenler olmaktadır.

Yukarıda mealini verdiğimiz ayette Peygamber Efendimizin hem kendi kavmine hem de onlardan sonrakilere yani tüm insanlığa gönderildiği açıkça ifade ediliyor ve vazifeleri sayılıyor. Nitekim bu vazifeler başka ayetlerde de zikredilmektedir (Mesela bk. el-Bakara 2/151; Âl-i imran 3/164).

Üç vazife

Ayetteki sıraya göre ilk vazife Kur’an ayetlerini okumak, yani kendisine gelen vahyi ümmetine tebliğ edip ulaştırmak. Bunun hakkıyla yerine getirildiğini hiçbir değişikliğe uğramadan gelen Kur’an bize göstermektedir.

İkinci vazife ise tezkiye etme yani maddî-manevî arındırma. Peygamber Efendimiz, insanlara bedenin görünen ve görünmeyen kirlerden nasıl temizleneceğini öğrettiği gibi, insanlığın şirkten ve günahlardan; nefislerin manevi hastalıklardan, kalbin bulanıklardan arındırılmasının yolunu da göstermiştir.

Üçüncü vazife Kitabı ve hikmeti öğretmek yani talimdir. Burada hem Kitabın hem de hikmetin talimi vardır. Müfessirler Kitaptan kastın onun emir ve yasakları, şeriatın zahiri hükümleri olduğunu söylemişlerdir. Hikmet için Elmalılı Kitabın güzellikleri, ledünniyâtı, esrârı, hükümlerin illetleri ve faydalarına işarettir, demektedir. Başta İmam Şafii olmak üzere çok sayıda alim hikmeti sünnetle tefsir etmiştir. Elmalılı bu tefsirleri bir araya getirerek, “Rasûlullah her türlü hikmetleri içinde toplamış olan hukuk ilmi ve şartlarını, teşrî hikmetini, ahlâkın anlamını, esrâr-ı ictimâîyi, beşeriyetin maslahatını, hayatın başlangıcı ve sonuyla ilgili ilmi, devlet ve kâinâtta cârî ve hâkim olan kanunları, ilâhî sünnetlerin özünü, bunların tatbik tarzı ile icrâsını kavlî ve fiilî sünneti ile öğretiyor.” demiştir.

Kitabın talimi hem içeriğinin ne olduğunun öğretilmesi hem de bunların açıklanmasını yani beyanı içermektedir.

Bu ayetleri nasıl anlayacağız?

Şimdi Rasulullah’ın (s.a.v) görevini sadece Kur’an’ı getirmekle sınırlarsak, bu ve benzeri ayetleri nasıl anlayacağız ve mana vereceğiz? Allah Teala ayetleri okuma vazifesinden sonra diğerlerini sadece tekit için mi getirdi? Tezkiye sadece Kur’an okuyarak mı yapılacak? Peki beyan vazifesi ne olacak?

Ayet-i kerimede “ve” edatı ile birden fazla vazife sayıldığına göre bunlar arasında bağlantı olsa bile asgari bazı farkların olması gerekir. Bu şekilde anlamadığımızda Allah Teala’nın gereksiz kelime kullandığı gibi bir anlam çıkar.

Peygamber Efendimiz Kur’an’ın lafzını ulaştırdığı gibi bunların ne manaya geldiğini de hem sözleri hem de yaşantısı ile göstermiştir. Biz buna beyan diyoruz. Efendimizin bu vazifesi, yukarıda bahsettiğimiz ayetlerde talim içinde zikredilirken, “Sana bu kitabı indirmemiz de ancak şunun içindir ki onlara hakkında ihtilâf ettikleri şeyi beyan edesin ve iman edeceklere bir hidayet, bir rahmet olsun!” (en-Nahl 16/64) ayetinde açıkça ifade edilmiştir.

“Bu hususlar Peygamber Efendimizin dönemi ile sınırlıdır. Çünkü hadislerin naklinde bir sürü sıkıntı vardır. Allah Teâlâ Kur’an’ı koruyacağını vaat etmiş ama hadisi koruyacağını vaat etmemiş” gibi sözler birkaç yönden hatalı ve itikadî açıdan da problemlidir.

Öncelikle yukarıda mealini verdiğimiz Cuma suresinin üçüncü ayeti Peygamber Efendimizin bu vazifelerinin kendi dönemi ile sınırlı olmadığını açıkça göstermektedir. Kur’an’ı ulaştırma vazifesi sonraki dönemleri de içine alır ama tezkiye, talim ve beyanı kapsamaz demek ise hem saçma hem de ayete terstir. İkincisi, eğer Peygamber Efendimizin beyanları olmadan Kur’an’ı anlamaya, hükümleri ile amel etmeye kalkışırsak iki durum söz konusudur; ya kendimiz anlamaya uğraşacak ve hüküm çıkaracağız ya da bir başkasının yorumlarına bakacağız. Her iki durumda da Peygamber Efendimizin vazifesini bir başkasına vermiş olacağız.

Tefsir ve beyan gereklidir

“Kur’an zaten apaçık kitaptır; ayrıca tefsirine, beyan edilmesine gerek yoktur” ifadesi de hem bir yanlış anlamayı barındırmakta hem de vakıa ile uyuşmamaktadır.

Evet Kur’an için çeşitli ayetlerde “açıklayan, apaçık ortaya koyan, ifade etmek istediği şeyleri en ince ayrıntısına kadar anlatan” gibi manalara gelen “mübîn” kelimesi kullanılmıştır. Buna “okuyan herkes her hükmünü ve dediğini anlar” şeklinde mânâ vermek öncelikle “bazı ayetlerin tevilini sadece Allah’ın bileceği”ni ifade eden Âl-i İmran suresinin 7. ayeti ile çelişir. İkincisi de Kur’an’dan başkasını kabul etmeyen ve anlamak için sünnete ihtiyaç olmadığını söyleyenler ne diye ciltlerce tefsir yazmakta ve bunların peşinden gidenler de hadis kitaplarındaki rivayetlere güvenemezken nasıl olup da 1400 yıldan fazla bir zamanda gelen kişilerin yorumlarına güvenmektedir. Yoksa bu kişilere vahiy gelmekte de biz mi bilmiyoruz?

Halbuki ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

  • “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (en-Nahl 16/43-44)

Ayette net olarak ifade edildiği üzere a) sadece peygamberlere vahiy gelir; b) bir şey anlaşılmaz veya bilinemezse anlayıp bilene sorulur, c) Rasulullah Kur’an’daki hükümleri ümmetine açıklar.

Sadece Kur’ana uyabilir miyiz?

Biz “sadece Kur’an’a uyarız” diyenler bu döneme ait değildir. Daha sahabe hayatta iken ortaya çıkmışlardır.

İmrân b. Husayn radıyallahu anha bir adam gelip bir şey sormuş, kendisine hadisle cevap verilince, “Allah’ın Kitabından konuşun, başkasıyla cevap vermeyin” demiş, bunun üzerine İmrân b. Husayn o adama, “Sen ne ahmak adamsın böyle! Söyle bakalım Kur’ân’ın hangi âyetinde yazıyor öğle namazının dört rekât olduğu ve açıktan okunmadığı” demiş ardından aynı şekilde beş vakit namazı ve zekâtı saydıktan sonra “Bunları Allah’ın Kitab’ında müfesser (açıklanmış) halde buluyor musun? Allah Teala bu hükümleri koydu, sünnet de bunları tefsir etti” demiştir. (İbn Mübarek, Müsned, 143, H. No: 233)

Kur’an-ı Kerimde çok sayıda ayette Allah’a itaatten hemen sonra Peygamber Efendimize itaat zikredilir. Ayrıca Rasulullah’ın müminler için üsve-i hasene yani takip edilecek en güzel örnek olduğu (el-Ahzab 33/21) ifade edilmiş ve “De ki: eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün!” (Âl-i İmrân 3/31) buyrularak Allah’ı sevdiğini söyleyen ve O’nun da sevgisini kazanmak isteyenlere yol olarak Peygamber Efendimize ittiba gösterilmiştir. “Sadece Kur’an’a uyarım” diyenler herhalde Allah’ın sevgisini kazanmak istiyorlardır. İşte onlara formül! Ayrıca Kur’an’a hakkıyla uyabilmenin ancak Nebiyy-i Muhterem Efendimize tabi olmakla mümkün olacağını da akıldan çıkarmamak gerekir.

Bu anlattıklarımıza nazaran “Şüphe yok o zikri Biz indirdik Biz, her hâlde Biz onu muhafaza da edeceğiz.” (Hicr 15/9) ayetinin sadece Kur’an’ın lafzına ait olmadığını, onun hattı ve manasını da içerdiğini ifade edebiliriz. Eğer mânâ korunmazsa lafız ve hattın korunmasının anlamı kalmaz. Mânâyı korumanın ilk basamağı da sünnetten geçmektedir. Buna göre özellikle ahkam ayetlerindeki Allah Teâlâ’nın muradının ne olduğunu bize aktaran sünnet ve hadis korunmuş olmalıdır.

İslamî ilimlerle azıcık meşgul olan, fıkıhta müçtehidler dönemini, hadiste tedvin ve tasnif dönemini biraz okuyan kimseler için aslında bunlar çok açık hususlardır. Maalesef zamanımızda daha önceden çözüme kavuşturulmuş meseleler şeytan ve dostları tarafından tekraren gündeme getirilince yeniden cevap vermek gerekiyor.

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve Resûl’e itaat edin de amellerinizi iptal etmeyin.” (Muhammed 47/33)