Hüdayinabit Bir Neşet: Hasan Aycın
Hasan Aycın karikatürü, deforme edilmiş gerçeklik anlayışına müracaat etmektense illüstrasyonun, desenin, hatta resmin ameliye, perspektif ve kompozisyon anlayışlarına yaslanan, işçilikte gayreti zirveye taşıyan, tesiri kalıcı, karamsarlıktan uzak bir nevi kara mizah. İnsanın ruhunu aydınlatan bir kara mizah ama. Onun karikatürlerinde, ancak eski Doğu Avrupalı misâllerinde rastlayabileceğimiz tarzda bir mizah tarzı var: gözü istikbâldeki güzel günlere dönük. Bu mizah anlayışı, içinde kuru fikir taşımaktan çok, hisle meczedilmiş ama aynı zamanda fevkalâde bir kılıkla resmedilmiş bir alelâde barındıran, titiz bir inceliğin mahsûlü müstesna bir hamule.
Hasan Aycın bütünüyle çorak bir ülkede doğmadı. Gene de o çorak ülkenin daha da çorak cenahındaki yegâne iki nebat vaziyetindeki Karamehmetler ve Yalçın Turgut, ona nispetle eğrelti otu seviyesinde.
Bu tespitten sonra şu hususu eklemek mecburiyetindeyiz: Belli ki Hasan Aycın, mahâlle olarak içinde bulunduğu bu iki isme de, onların temsil ettiği çizgi ve karikatür anlayışına da, mizah tarzına da pek bir şey borçlu değil. Hüdayinabit bir peydahlanmadan bahsediyoruz yani. Hasan Aycın ile selefleri arasındaki en tebellürleşmiş hususiyet, bu iki isme nispetle mizah anlayışının da, çizgi fenninin de, karikatür anlayışının da hayli mütekâmil keyfiyeti.
Kılı kırk yaran bir hassasiyet mecburiyetindeyiz: Merhum Cevat Ülger’in çizimlerinde de, vefasız talebesi merhum Yalçın Turgut’unkilerde de, estetik bir meram veya ifade seviyesini tutturma niyeti yahut sanatkârane bir dolayımlılık kaygısından çok, aktüel hadiselere dair, ertesi gün unutulmak, hatta yokolup gitmek kaydıyla bir not düşme tavrı, belki zaman zaman da aleni biçimde belirgin, kimileyin bağıran tahfif edalı bir hiciv anlayışı vardı.
Her ikisi de bu tavırlarında kendilerince mazurdular. Çünkü onlar seviyeli bir çizgi ifadesinin peşinde koşmaktan çok, muhataplarının seviyesine ve beklentilerine muvazi bir tebliğ peşindeydiler. 70’li yıllardan bahsediyoruz neticede. Ve o yıllarda ister solcu olsun, istese sağcı yahut İslâmcı veya milliyetçi, erbabı kalemin ekserisinin esas derdi, davalarını savunmaktı. Yahut adam toplamak. Kime karşı? Cevap her şeyi açık ediyor: karşı tarafa! Bugünden bakınca bu tavra, bir çadır tiyatrosundaki alelusûl bir temsilin akabinde mümkün mertebe fazla alkış toplamak beklentisi dersek ne kadar haksızlık ederiz acaba?
Kalite asansörü
Hasan Aycın’ı bu iki bir nevi Vaftizci Yahya’sından da, o vakitlerin öbür çizerlerinin handiyse hepsinden de ayıran vasfını bu damarda aramak lâzım: Bir şey söylemek ile o şeyi tebliğ etmek arasında zahiri farkın zıddına, öz bakımından bir tezat vardır ki ekseri ihmâl edilir. O da bir şeyi ister alelâde bir tarzda söyleyelim, istersek sanat yollarından birinin üzerinden, farketmez; aynı meramı sanatkârane söylediğimizde o şeyin söyleme tarzını değiştirmiş olmuyoruz sadece, muhtevasını da, hatta kimileyin mahiyetini de farklılaştırıyoruz. Bu hususu mevcut bunca çirkin ve sahte misâllerini hesaba katarak düşünmeyelim. İçinde bulunduğunuz muhit sizi yukarı da itebilir çünkü, bizdeki gibi aşağı da çekebilir.
Tam burada Hasan Aycın çizgisi mevzuunda, bahsini şart koşan en mühim hususa gelip dayandık: Kim, ne vakit, nerede ve nasıl eteğine yapışmış bulunursa bulunsun ve hangi şiddetle onu aşağı çekmeye sıvanırsa sıvansın, belli ki mevkiini koruyabilmiş; takdirkârıyım. Aynı zamanda çoğu çakma sanatkâr veya zenaatkâr gibi “Bu angut sürüsüne ne verirsen yutar.” dememiş yani. Az ahlâk değil bu.
Hasan Aycın’ın çizerlik çizgisinin müstakiliyetini şuradan da teslim mecburiyetindeyiz: Onun eser vermeye başladığı vakitlerden bugüne değin nice başka karikatür heveslisi bu sahada at koşturmayı denedi ama aralarından bir tanesi bile kendisine çıta olarak onun seviyesini seçmeyi hayâl bile edemedi. İstisnasız hepsi adinin bayağısı, birbirinin taklidi çizgilerle oyalanarak overlokçu kızların gözüne girme gayretleriyle yetindiler. O yüzden Hasan Aycın bir deniz feneri. Mazinin değil ama şimdinin. Aynı zamanda bu fener belki mimari açıdan hâlâ kıymetli ama adeta şehrin dışına sürülmüş; denize dökülmeye aday bir şey. Şehrin yani idrak sahasının. Işığı handiyse kendinden menkûl bu fenerin. Sadece kendi dibini aydınlatan bir mum.
Birçok neşriyatta imzasına ve çizimine rastlıyoruz; adeta bir nevi muhafazakâr moda objesi: olmazsa olmaz. Ama ne işe yaradığı meçhûl. Gene de nice derginin son sayfasında onun bir karikatürü bulunursa iyi olur: “Gençler böyle şeyleri seviyo’muş be abi.” Böyle bir vasatta bir ömür icrayı sanat eylemek büyük sabır, yüce metanet. Tekraren: müstesna ahlâk!
Sanatkârane zenaatkâr
Mizahı sanat zannedenlere göre geğirmek de sanat. Bahse değmez fasıl. Böylelerine “Sanat nedir?” diye sorulduğunda aklına geleni hayasızca sayıp döker ama iş nesnesini işarete gelince daima sahtesini gösterir. Adisini yahut. Hâlbuki sanat, insanı sınırlayan, hatta belli bir vakit sonra insanı bıktıran gündelik gerçekliğin yerine, hem onun evsaf ve kıymetini bütünüyle kuşanmayan, hem de bazı hususiyetleri bakımından onun yerine geçmeye namzet, üstelik gündelik gerçekliğin yerine geçer gibileştiğinde ekseri ondan daha sahici bir intiba bırakan ama ona nispetle muhakkak daha tesirli, üstelik onun daha iyi anlaşılmasına hizmet eden; içinde yaratıcılık yahut da en azından bir tasarlanmışlık barındıran, meramını dolayımlılık üzerinden muhatabına aktaran ve onun hayalinde belirgin bir suret çizmeye niyetlenen bir zihin ve his müşterek faaliyeti. Öteki zihin faaliyetlerinden farklı olarak hem imalât, hem de muhataplık safhalarında his hassesine mecburiyeti, sanatın mühim bir vasfı.
Bu zaviyeden baktığımızda kolayca fark ederiz ki ne illüstrasyon sanattır, ne desen, ne karikatür, ne de bu nevi çizimler. İçinde tasarlanmış suret barındıran şekli ifadelerin arasından bir tek resmin sanatlılığının sebebi, sadece onda, suretiyle manâsı arasında kâfi miktarda tecride rastlayabilmemiz.
Bunları başa alarak söyleyelim; sanat ilkece herkese seslenen, uzun vakitlerin ve nice tekrarların akabinde, hususen bu muamelâta meyilli ruhları inceltmeye müteveccih bir faaliyet. Resim ise bu faaliyetin renkler ve şekiller üzerinden tasarlanmasına dayanan şubesi. Karikatürü resimden ayıran vasıf ise kendine mahsus şekil ve renk istimâli üzerinden mübalâğayı, hicvine kaldıraç kurarak bir tespiti, bir vaziyeti, bir aksülameli, bir hissi veya bir fikri muhatabında bir tebessüm canlandırmaya teşebbüsü vazife bellemesi. Bazen fiili bir tebessümdür bu, bazen dudakları aşağı kıvrılmaya zorlayan bir kekremsiliktedir, nadiren de fikri kendisine eşlikçi seçer. Pekâlâ, karamsar bir fikir de olabilir bu.
Sanattan mahrum kalanın çizgiden anladığı
Karikatür alelâde bir tebessüme müteveccihse süfli, bu tebessümü kalıcılaştırma gayretindeyse, üstelik buna bir de yedirilmiş bir fikri ekleyebilmişse, ekleyebildiği ve muhatabında kalıcılaştığı miktarda ulvi. Demek ki sanat kıymeti bakımından değil ama muhatabında tesir bırakma zaviyesinden resme nispetle karikatür, fazladan bir meziyete sahip: fikri suret kılığında ifade.
Doğru, karikatürün ekserisi fikri suretin içine hapsederken hayli miktar kırpar ve süfliliğe irca eder. Orada bir fikrin kırıntısını bile göremeyiz artık. Ama aynı zamanda kendine mahsus bir çarpıcılığa da kavuşturabilir. Bu süflilik vaziyeti, karikatürün neredeyse hepsi için cari olsa dahi gene de geride kalan o pekaz bir kısım nümune, içine hapsettiği fikrin de, hissin de, suretin de hakkını vermenin bir yolunu bulur.
Böylelikle nihayet Hasan Aycın karikatürünün mümeyyiz vasfına ulaştık: karikatürün deforme edilmiş gerçeklik anlayışına müracaat etmektense, illüstrasyonun, desenin, hatta resmin ameliye, perspektif ve kompozisyon anlayışlarına yaslanan, işçilikte gayreti zirveye taşıyan, tesiri kalıcı, karamsarlıktan uzak bir nevi kara mizah. İnsanın ruhunu aydınlatan bir kara mizah ama. Onun karikatürlerinde, ancak eski Doğu Avrupalı misâllerinde rastlayabileceğimiz tarzda bir mizah tarzı var: gözü istikbâldeki güzel günlere dönük. Bu mizah anlayışı, içinde kuru fikir taşımaktan çok, hisle meczedilmiş ama aynı zamanda fevkalâde bir kılıkla resmedilmiş bir alelâde barındıran, titiz bir inceliğin mahsûlü hamule. O yüzden onun herhangi bir karikatürünü nerede görürseniz ânında tanırsınız; imzasına bakma ihtiyacı hissetmeden. Bir üslûp sahibi yani. Doğrusu bu kendine mahsus ibda seviyesini Türk edipleri de, şairleri de kendilerine hedef tayin etse yeri. Aksi takdirde edebiyatımızın da, sanatımızın da, sıradan bir meramı alelâde ifadeden müteşekkil koca bir vasatlık çöplüğüne dönüşmesine ramak kaldı.
Öte yandan bu vaziyetin acı tarafına temas etmezsek eksik kalır: Karikatürden anlamayanların, hatta baktığı karikatürün meramını kavrayamayanların bile gene de herhangi bir Hasan Aycın karikatürü karşısında, orada sarf edilmiş gayreti teslim etmemesi, dolayısıyla burun kıvırması zor. Bu mukayyet ihtiram, yazık ki içinde yaşadığı camia tarafından belki hürmet görmesini ama anlaşıl(a)mamasını mümkün kılmakta. Eserinin eksikliği değil, birincil muhataplarına fazlalığı yüzünden.
Hasılı Hasan Aycın karikatürü hem muhatabına muhtaç, hem de müdavimine. Aynı zamanda devam ettiricisine de. Aksi takdirde bu müstesna karikatürü beraberinde götürmek mecburiyetinde kalacak.