Hazzın gayyasında keyfimiz yerinde

Şehit İsmail Heniye’ye
Şehit İsmail Heniye’ye

İsrail’in kurulması için yahudiler ve yerli işbirlikçileri tarafından yıkılan Devleti Aliyye’nin hâl sahnesinden çekilmesiyle İslâmiyet nasıl ki bir cemiyet nizamı hâlinde yaşanılırlık imkânını kaybettiyse ümmet de peşisıra onu takip etmede. Fiilen ümmetin varlığından bahsedemeyiz artık. Ye’se hacet yok çünkü bu vaziyet, ümmetin bilkuvve varlığına mani teşkil etmez. Tersine, onun tecellisine hizmet eder. Evvelâ ümmeti parçaladılar, sonra da Filistin’de çocukların bedenlerini. O sapık yahudiler batıl itikatlarının icabını yerine getiriyor, yani ibadet ediyorlar ama biz bu suskunluk ve kayıtsızlıkla ne yapıyoruz? Biz bu pısırıklıkla hangi itikadımıza riayet ediyoruz? Yoksa bizi yekdiğerinden ayıran itikadımıza sırtımızı dönmüş vaziyette mi âddedilmeliyiz?

İnsanın kendisini düşünmesi meşru iken sadece kendisini düşünmesi gayrimeşru.

Basit gibi görünen ama mühim bir tefrik. Öyle ya, hem insaniyet, hem de İslâmiyet icabı kendimizi düşünmemiz, ona göre hareket etmemiz ve kendimizi lüzumsuz yere tehlikelere atmaktan uzak durmamız lâzım, hem de icabında kendimizi feda etmemiz.

Kendisini düşünen ve akıbetini hesaba katan her insan, (Sadece buradakini değil elbette.) hem zatının, hem de mesuliyetindekilerin haysiyetini, şerefini, izzetini ve mevcudiyetini dikkate alarak icabında kendini feda etmekten geri durmaz; durmamalı. Ama bir tek kendini düşünen birisi bunu asla yapmaz; yapamaz. Aklına bile gelmez hatta; gelse bile binbir dereden su getirir de kendini zıddına ikna eder. Dahası, zamanımızdaki gibi kendini bir dava için veya cemiyeti için feda etmeye girişenlerle fırsatını bulursa alay eder. Yahut en azından tahfif eder.

Bu kanaate göre yaşamak ‘kutsal’dır. Başkaları kendisini şunun için veya bu dava adına feda edebilir ama akıllı insan, yaşamaya bakar. Neme lâzım efendim, dünyaya bir kere gelmiyor muyuz zaten? İşte sadece kendini düşünmek bu. İnsanın yaşama hakkına sahip çıkıyormuş gibi görünen ama aslında insan haysiyetine aykırı bir tavırdır bu. Haysiyetsizce dahi olsa hayatta kalma adına geri kalan ne varsa hepsini feda etme ve tümünden vazgeçme anlayışı... Başka bir ifadeyle üç buçuk asırdır kademe kademe bütün insanların sürüklendiği dereke. Kendi keyfini düşünme ve kendi hazzını önceleme seviyesizliği.

Gayyaya süpürülen insanlık

Bütün bir insanlık, sefil bir gayya kuyusuna süpürülmüş vaziyette ama hiçbirimiz farkında değiliz. Fark eder gibileşenleri de bir yolunu bulup susturmayı beceriyoruz. Ahiretteki akıbetimizi adeta dünyaya taşımışız. Bize sorsalar hâlimizden memnunuz; ufak-tefek şikâyetler müstesna tabii. Herkes içinde adım adım boğulduğu bataklığı yaşamak zannediyor ve herkesin en büyük derdi, yarın daha güzel yaşamak. Güzel ve daha çok. Hazzın gayyasında keyfimiz yerinde.

Doğru, neredeyse sekiz milyar insanın hepsi bu seviyesizlikte muvazileştirildi ama gene de biraz titizlikle baktığımızda, inanç esaslı, milli ve itikadi sebeplerle bazı insanların aynı seviyede fakat farklı tabakalarda bulunduklarını kolaylıkla görürüz. Kimileri için fiilen, kimileri içinse fikren veya hissen yahut hem fikren, hem de hissen cari bu görünmeyen prangalarla haz bataklığının zeminine bağlanmışız ama çamur seviyesi herkeste aynı değil.

Acı hakikat: Haztaparlık mezhebine yeni geçen Müslümanlar, çamura en fazla batanlardan. Ağızlarına giren bataklık çamurunu zemzem niyetine içmeye devam ediyorlar.

Evet, insaniyeti bilumum den’ilikten, aşağılıktan, seviyesizlikten ve her nevi bataktan kurtarmakla mükellef Müslümanlar, bizzat bu bataklığın dibine hızla sürüklenmekte.

En evvelâ kurtarıcıların kurtarılması lâzım.

Görünmeyen prangalar

İyi ama bu prangalar nasıl oluyor da görünmüyor?

Küçük bir sarfı nazarla hemen farkedebiliriz ki bu kelepçelerin de, prangaların da beheri teker teker görünüyor aslında; hem de yeni açmış bir kabak çiçeği gibi. Peki biz hem kendimizde, hem de başkalarında bu zincirleri niye göremiyoruz? Bu prangaların herbirinin isimleri farklı da ondan; farklı ve süslü. Bazen idamei hayat olarak karşımıza çıkıyor bu zincirler, bazen medarı maişet, bazen kariyer, bazen de nemelâzımcılık. En çok da zevkperestlik.

Farklı kılık ve kılıflara giren dünyevi tutkular, hasretler ve beklentiler... Hepsinin de özü ve esası aynı: Kendini biricikleştirmek ve zatını herşeyin ama herşeyin üstünde görmek. Ve bu varolmanın tadını çıkarmak.

Bırakalım müminlik vasfını, müslümanlık sıfatı bile bizi bu derekeden uzak tutmaya yetmeliyken biz, nasıl oluyor da hâlâ alelâde göründüğü hâlde aslen muhteşem o misâllendirmedeki gibi bir bedenin uzuvları gibi hareket edemiyoruz? Kaldı ki bu misâl, Efendimiz’e mahsus.

Defaatle tecrübe etmişizdir, bedenimizdeki maraz, meselâ işaret parmağımızın ucundaki dolamadan ibarettir ama biz parmağımızdaki bu cerahatin sancısını başımızda bir ağrı şeklinde hissedebiliriz. Veya bedenimizin nice başka yerinde farklı arızalar şeklinde.

Bedenimizin filân yerindeki bir hastalığın tecellisi, hiç umulmadık bir uzuvda ağrı, sancı veya sızı şeklinde tecelli edebiliyor. Zati iradeden mahrum bir beden, bir yerindeki bir arazı farklı yerlerinde hissedip ona göre tedbir alabiliyorken, eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insanın en şereflisi iddiasındaki kişiler, nasıl oluyor da kendini ümmet isimli bedenin bir azası olarak hissedemiyor ve ona göre bir aksülamelde bulunamıyor da hiçbir şey olmamış gibi gününü gün etmeye devam edebiliyor? Sonra da yeri geldiğinde utanmadan, kendini atfettiği ümmetin bir ferdi olduğuna inanmayı nasıl beceriyor?

Paramparça bedenler ve yıkılan zanlar

Aksa Tufanı’nın üzerinden bir sene geçmek üzere. Bu zaman zarfında gördük ki kendimizi kandırdığımız kabûllerden biri daha çökmüş de biz farkında değilmişiz. O kabûl şu: Ahalisi Müslüman memleketlerin ekseri eşhası sahiden de Müslüman ama idarecileri satılmış kişiler. O yüzden ümmet böyle paramparça.

Aksa Tufanı bize bu zannın tam tersini ayan-beyan gösterdi: Sahiden de biz nasılsak idarecilerimiz de öyle; ne bizden eksikleri var, ne de fazlaları. Ortalık güllük-gülistanlıkken mangalda kül bırakmayan o idarecilerden bir tanesi olsun Filistin’le alâkalı sadra şifa bir adım atmadı, atamadı; belli ki atamayacak da.

Ümmet, varlığının tartışılabilirliğini alenileştirdi. İsrail’in kurulması için yahudiler ve yerli işbirlikçileri tarafından yıkılan Devleti Aliyye’nin hâl sahnesinden çekilmesiyle (Hatta tarihten kazınmasıyla) nasıl ki İslâmiyet, bir cemiyet nizamı hâlinde yaşanılırlık imkânını kaybettiyse ümmet de peşi sıra onu takip etmede. Fiilen ümmetin varlığından bahsedemeyiz artık. Ye’se hacet yok çünkü bu vaziyet, ümmetin bilkuvve varlığına mani teşkil etmez. Tersine, onun tecellisine hizmet eder.

Evvelâ ümmeti parçaladılar, sonra da Filistin’de çocukların bedenlerini. O sapık yahudiler batıl itikatlarının icabını yerine getiriyor, yani ibadet ediyorlar ama biz bu suskunluk ve kayıtsızlıkla ne yapıyoruz? Bu pısırıklıkla biz hangi itikadımıza riayet ediyoruz? Yoksa bizi yekdiğerinden ayıran itikadımıza sırtımızı dönmüş vaziyette mi âddedilmeliyiz?

Karanlıkta aydınlığı beklemek

Bu bataklıkta ânbeân battıkça bu batıştan bir nevi haz almamızı sağlayansa zevkperestliğimiz; dünyaya aşırı meylimiz.

Hedonizmi felsefi bir mezhep zannedenler fena hâlde yanılıyor. Hedonizm belki bir vakitler fikri taraflar da barındıran ve ancak asillerle idarecilerin istifade edebildikleri bir imkân iken Sanayi İnkılâbı ile birlikte cemiyetlerin evvelâ orta sınıflarına, oradan da daha aşağı tabakalarına sirayet edebildi.

İlk bakışta bir cemiyeti teşkil eden tabakaların arasında iktisaden ve imkân bakımından en aşağıda olanlar, nice zevkten ve hazdan mahrum gibi görünebilir. Ama bu manzara pek yanıltıcıdır. Kapitalizmin şeytani sırrı da tam buradadır işte. Hazlar ve zevkler, miktar bakımından değil, anlayış ve hasret bakımından her cemiyetin en aşağı tabakalarına bile yayılmış vaziyette.

Yazık ki en çok da bizim cemiyetimize.

Asırlardır İslâm’ın sancağını taşıyan bir milletin düştüğü bu sefilliğin de bir hikmeti vardır elbette. Bereket her çıkışın bir inişi olduğunu bildiğimiz kadar, her çöküşün bir kalkışa zemin hazırladığının da farkındayız.

Farkında mıyız?

Sahici bir huruç hareketi için vaziyeti doğru tespit şart çünkü.