Finlandiyalı misyoneri yeniden hatırlamak
Finlandiyalı misyoneri dinledim ve bir daha anladım ki içindeki derin boşluk olduğu yerde öylece duruyordu. “Avrupa kâfirdir” hükmünü kolayca veren misyoner, mevzu kendi imanına gelince bir kaya gibi katılaşıyor; ne kendi sorguluyor, ne de sorgulanmasına tahammül gösteriyordu. Sadece kendini avutuyordu. Tıpkı o İngiliz başpiskoposu gibi...
İngiltere Millî İstatistik Ofisi (ONS) 29 Kasım’da “Religion, England and Wales: Census 2021 / Din, İngiltere ve Galler: 2021 Nüfus Sayımı” başlıklı bir rapor neşretmiş. 9 sayfalık raporun ilk üç maddesi şöyle:
- Din sorusu isteğe bağlı sorulmuş; 2011 yılında ise bu soruya yüzde 92,9'a denk gelen 52,1 milyon cevap vermişken 2021’de yüzde 94'üne tekabül eden 56 milyon kişi cevaplamış.
Hristiyanlık yüzde 13 geriledi
- İngiltere ve Galler'de yapılan bir nüfus sayımında ilk kez nüfusun yarısından azı (yüzde 46,2 yani 27,5 milyon kişi) kendilerini “Hıristiyan” olarak tanımlamıştır, bu da 2011 yılı rakamına göre (yüzde 59,3'e karşılık gelen 33,3 milyon) yüzde 13,1 gibi ciddi bir gerileme olduğunu gösteriyor. Bu azalmaya rağmen din suâline verilen en yaygın cevap “Hıristiyan” olmaya devam etmiştir.
- En yaygın ikinci cevap ise “dinim yok” olmuştur. 2011 yılında “dinim yok” diyenlerin oranı 14,1 milyonluk yüzde 25,2’dir. 2021 yılında bu oran 22,2 milyonu ifade eden yüzde 37,2’ye yükselmiştir. Yüzde 12’lik bir artış söz konusudur.
Kendini avutan başpiskopos
Millî İstatistik Ofisi’nin bu raporu hakkında York Başpiskoposu Stephen Cottrell’in söyledikleriyse bir hayli ilginç. Başpiskopos ülkesinde Hıristiyanlığın gerilemesinin "büyük bir sürpriz olmadığını" söylemiş, fakat yine de “Hıristiyanlığın dünyadaki en büyük din hareketi" olduğunu ekleyip kendini bir şekilde avutmaya çalışmış.
Şu kendini avutma neleri çağrıştırıyor bir bilseniz. Mesela bundan yirmi küsur yıl önce bir kitap fuarında Finlandiyalı bir misyoner ile karşılaşmıştım. Hayli genç ama feleğin çemberinden geçmiş biriydi. Söylediğine göre uyuşturucu dâhil her türlü pisliğe gömülmüş fakat yine de içindeki boşluğu bir türlü dolduramamıştı.
Türkleri irşad için gelmiş
Yakışıklıydı, para sorunu yoktu, en güzel kızlarla gezip tozuyor, en iyi eğlence mekânlarını arşınlayıp duruyordu ama huzursuzdu işte. Bir İngiltere gezisinde gayet nazik ve babacan bir papazla tanışmış, boğulmak üzere olan birinin can simidine sarılması gibi sarılmıştı ona. Bu papazın telkinleriyle misyoner olmaya karar vermiş, “Türk kardeşlerini irşat etmek için” ülkemizi mesken tutmuştu. O vakitler birkaç yıldır Türkiye’de idi ve Türkçesi de biraz kırık olmakla beraber hiç fena değildi.
Hemen işe koyuldu ve o vakitler editörlük yaptığım yayınevine sık sık uğramaya başladı. Kitap fuarında ayaküstü başlayan bir sohbetin buralara uzanacağı doğrusu tahmin edilecek şey değildi. Anlaşılan beni gözüne kestirmişti. Bazı kereler kısa süreliğine uğruyor, çayını içip gidiyorsa da çoğu kez uzun oturmayı tercih ediyor, iş yoğunluğuma göre kendini ayarlamaya çalışıyordu. Öğle vakitleri büroma gelip, akşam vapur ile eve dönerken bana eşlik ettiği de az değildi. İlk başlarda sohbetlerimiz neredeyse hiç din ağırlıklı değildi, birbirimizin inancına dâir pek fazla kelam etmiyorduk. Daha ziyade Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye’nin sosyolojik ahvaline dâir konuşuyorduk.
‘Avrupa kâfirdir’ diyen misyoner
Avrupa'daki dinsizlikten fena halde şikâyetçi olduğunu hatırlıyorum. Bir keresinde mevzu nereden geldiyse, “Avrupa’nın Hıristiyan olduğunu söylüyorlar, hiç alâkası yok. Avrupa bildiğin kâfirdir” diyerek hayıflanmıştı. Hakikaten Avrupa’nın haçlı ruhunu mu arıyordu, yoksa içinde hâlâ kapanmayan boşluğun acısını bu şekilde örtmeye mi çalışıyordu, anlamaya çalışıyordum. Çünkü epeydir tanıyordum onu, büyük bir ciddiyetle beni dinlerken kimi zaman içten içe acı çektiğini görebiliyordum. Son derece nazik biri olsa da bu acıyı bastırmak için çabalarken birden kabalaşıyor, sonra hemen kendini toparlayıp renk vermemeye çalışıyordu.
Derken nasıl olduysa bir anda bodoslama dînî mevzulara girmeye başladı, beni de peşinden sürüklemek istedi. Oysa ben buna pek istekli değildim. Karşımda beyni fena halde yıkanmış bir misyoner vardı. Kendi müktesebatınca bir İslâm telâkkisi de mevcuttu. Bu mevzulara girdiğimizde hır çıkacağını çok önceden anlamıştım. Aslında bir zamandır sohbetlerin o eski tadı da yoktu; zamanlama hatası yapıp uçağını kaçıran bir yolcunun telaşı ve endişesi sinmişti tavırlarına.
Göze-göz dişe-diş
Artık her gelişinde Hıristiyanlık telkini yapan bir kitapla içeri giriyor, önce masama bu kitabı usulca bırakıp, sonra Hıristiyanlığa dâir mevzulara giriş yapıyordu. Mâdem öyleydi, “Göze göz, dişe diş” olacaktı ve öyle yaptım. Ben de ona her çıkışında önceden ayarladığım İslâmî muhteva taşıyan kitapları vermeye başladım. Durum eşitlenmiş gibi görünüyordu ama aslında pek öyle değildi. Zîra benim verdiğim kitaplar onun verdikleri gibi misyoner menkıbelerinden ibaret değildi, çoğunlukla mühtedilere ait İslam ile diğer dinleri ve bilhassa Hıristiyanlığı mukayese eden “okkalı” eserlerdi.
Mâdem öyleydi, ben de ona İslâm’ı anlatmaya başlamıştım. Öyle bir noktaya gelmişti ki, mavi gözlerini kocaman açıyor, büyüyen gözbebekleri ve renkten renge giren sûretiyle derûnunda kopan fırtınayı daha fazla saklayamıyordu. İçindeki yaraya, o boşluğa dokunduğumu anlamıştım. Mızmız bir çocuğa dönüşmüştü. Yarasını tedavi etmek isteyen doktora el sürdürtmeyen, ortalığı velveleye veren küçük bir yumurcağa.
Aniden kayboldu
Sonra aniden gözden kayboldu. Aylarca büromu mesken tutan, gelemediği nadir zamanlarda illâki telefonla arayıp hal hatır soran Finlandiyalı misyoner, sanki yer yarılıp da içine girmişti. Birkaç kez aradım fakat telefon bir türlü açılmadı. Baktım ki vaziyet budur, ben de peşini bıraktım. Aradan uzun yıllar geçti, adını bile unutmuştum.
Derken bir gün internette kitap sitelerini dolaşırken karşıma Türkçe misyoner kitapları çıkmasın mı? Yazarın adına baktım, evet, onun adıydı. Mademki adını hatırlamıştım, bir google yapayım, bakalım neler çıkacak dedim. Youtube videolarını buldum. O gencecik, ince hatlara sahip yüzünden eser kalmamış, yaşlanmış, biraz da kilo almıştı. Buralardaki vazifesi bitmiş olmalıydı, zîra ülkesi Finlandiya’ya yerleşmişti. Oradaki bir misyoner teşkilatına âit kanalda, idare eder Türkçesi ile İncil’den pasajlar anlatıyordu.
O da kendini avutuyor
Finlandiyalı misyoneri dinledim ve bir daha anladım ki içindeki derin boşluk olduğu yerde öylece duruyordu. “Avrupa kâfirdir” hükmünü kolayca veren misyoner, mevzu kendi imanına gelince bir kaya gibi katılaşıyor; ne kendi sorguluyor, ne de sorgulanmasına tahammül gösteriyordu.
Sadece kendini avutuyordu.
Tıpkı o İngiliz başpiskoposu gibi...