Filistin bir sınav kağıdı her Mü'min kulun önünde
Bir deli akıl çırpınıyor aramızda
Rızık korkusu can korkusu baş mesele
Çıplan dünyadan çıplan ve gövdenden
O büyülü çiçekleri yol arın bir kere
Başını eğmiş zalimleri dinlersin
Dersin 'lokmam ellerinde'
Filistin bir sınav kağıdı
Her mü'min kulun önünde
De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır
De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine
Cahit Zarifoğlu – Soru İşaretlerinden Biri
Filistin gündemiyle yatıp kalkıyor, elimizden bir şeyler gelmediği için hayıflanıyor, en azından siyonizme destek verenleri boykot ederek bir nebze olsun avunmaya çalışıyoruz. Kocaman yüreğe sahip yiğit insanların şehri Gazze, bombalar altında on binlerce şehit verirken bile vakarlı duruşuyla bütün insanlığı hayretlere ve hayranlığa sürüklüyor. Fakat şu soruları sormadan da edemiyoruz: İslam dünyası niçin böyle darmadağın, Filistin'i ve Gazze'yi bir başına bırakacak kadar ruhunu yitirmiş, adeta mefluç halde? Ne oldu bize? Ne vakit derlenip toparlanacağız?
Evet, Müslüman dünya olarak felç olmuşuz, hastayız. Fakat hep böyle değildik. Tarih bizim açımızdan ne zaman, nerede ve nasıl ters döndü, işte bunu bilmek ve hatalarımızdan ders alarak yeni bir diriliş sürecine girmek durumundayız. Bakın, size günümüzün tam tersi bir manzarayı takdim edeceğiz. Bugün biz nasıl Avrupa'ya bakıp kendi perişan halimizden şikâyet ediyorsak, 500 yıl önce Avrupa da bizim gücümüzden dehşete düşüyor ve tıpkı bizim gibi kendi halinden şikâyet ediyordu.
“Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum. Ordulardan biri galip gelecekse diğeri mahvolacaktır. Gayet tabii her iki hasım da yara almaktan kurtulamaz.
Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, şahsi israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde.
Asker itaatsiz, subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: Düşman zafere alışkın, biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz?
Lehimizde olan tek husus İran'dır. Düşmanımız saldırmak için acele ederken arkasındaki bu tehlikeyi gözetmek durumundadır. Ancak İran akıbetimizi sadece geciktirir, bizi kurtaramaz. Türkler İran konusunu hallettikten sonra Doğu'nun var gücüyle boğazımıza sarılacaktır. Ne kadar hazırlıksız olduğumuzu söylemeye cesaret edemiyorum.”
Bu satırların yazarı, Avusturya imparatorunun elçisi olarak Kanuni Sultan Süleyman'ın huzuruna çıkan Flaman asilzadesi Ogier Ghislain de Busbecq'tir. Busbecq şikâyetinde öyle haklıdır ki, o zamanın mezhep savaşlarıyla birbirine girmiş Avrupasında (tıpkı bugünün Ortadoğusu) yaşlı bir Protestan olarak Katolikler tarafından linç edilmek suretiyle ağır yaralanacak, birkaç gün sonra da ölüp gidecektir.
Nereden nereye, öyle değil mi?
İşte bu ahvâli değerli ilim ve fikir adamlarımızla hasbihal edelim, yukarıdaki soruları onlara da sorup kıymetli tespitleriyle Filistin'e, Gazze'ye ve İslam âleminin şu vaziyetine bir nebze ışık tutalım istedik.
Filistin'den bize düşen dersler: Daha fazla üreteceğiz ve sistemi dönüştüreceğiz
Gazze pek çok açıdan dünya, insanlık, bizler, hepimiz için bir turnusol kağıdı oldu. 50 gündür yaşadıklarımız bütün dünyayı değiştirdi. Bireysel ve kitlesel büyük bir eylem dalgası ve dönüşüm içindeyiz. Bireysel aydınlanmalar, kitlesel hareketler yaşıyoruz. Kitlesel eylemler kitlesel bilinçle oluyor. Evet, belki Batı’da görüldüğü gibi bizde büyük eylemler yapılmıyor, ama toplumumuzda gittikçe bilinçlenen bir kesimin olduğunu da gözden kaçırmayalım. Boykot meselesinde, sosyal medya paylaşımlarında, yaklaşımlarda bunu görebiliyoruz. Diğer yandan eylem yapmak için herkesin aynı yöne bakması lazım. Bizdeki sivil oluşumların aynı yöne bakmakta zorlandığı görülüyor. Aynı şekilde Türkiye’nin sivil toplumu ile Mısır’ın sivil toplumu farklı beklentilere, farklı gündemlere sahip olabiliyor. Devletlerin aldığı siyasi ve askeri pozisyonlara göre burada da bir farklılık oluşabiliyor. Öte taraftan sessizliğin kabullenmek demek olmadığını düşünüyorum. Mesela hemen sonuç almak istiyoruz bir şey yaptığımızda. Sabırsız bir yönümüz var.
Gazze-Filistin dünyanın meselesidir
Şöyle de bakmalıyız: Gazze’yi, Filistin’i, Türkiye’yi, İslâm ülkelerini aşan bir noktaya geldi bu konu. Her an her şey olabilecek, dünya savaşına kadar uzanabilecek bir gerilim var bölgede. Akdeniz sularına belki buradaki ülkelerin toplam deniz gücünden daha büyük güç intikal etti. Bunu söylemek bir korkaklık değil, bazı şeyleri dikkate almak gerekiyor. Savaşı öyle basit bir hadise olarak değerlendiremeyiz. Bir kere başladığında ne zaman ve nerede biteceğini belirlemek mümkün değil. Biz savaştan korkan değil, aksine onun ne olduğunu çok iyi bilen bir milletiz. Her şeyin zamanı vardır. Şurası anlaşılmalı: Filistin özgür olmadıkça, dünya huzur bulamaz.
Sistem tıkanmış durumda
Sistemin tıkanıklığını İslam İşbirliği Teşkilatı toplantılarında görebiliyoruz. Herkesin durduğu yer ve beklentiler farklı olunca güçlü kararları, etkili yaptırımları ve sonuç alıcı adımları olan ortak bir karar metni imzalanamıyor. Birlikte hareket edilemiyor. Bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik var. Birleşmiş Milletler’de de aynısı mevcut. Ateşkes için diyelim Rusya teklif verdi, ABD bunu veto ediyor. Başka bir teklif gelince bu kez Rusya’dan veto geliyor. Çin, kimi teklifi beğeniyor, kimisini beğenmiyor. Güvenlik Konseyi’ndeki 5 daimi devlet anlaşamadığı zaman, ki çoğu zaman anlaşamıyor, ortak bir çözüm bulunamıyor. Bu sebeple dünyada büyük bir güvenlik sorunu var. Bugün meselemiz Gazze, yarın Kıbrıs, öteki gün Tayvan ya da başka bir şey olacak, ama bu çözümsüzlük paradigması değişmiyor. Uluslararası sistemin kurumları artık çare değil, sorun merkezi olmuş durumda.
Kurtuluş savaşla kazanılır
Bugün geldiğimiz noktada Gazze, toprağını savunan gençlere kaldı. Bir halk bütün insanlarıyla, gücüyle, varlığıyla direniyor. Kurtuluş savaşlarının böyle de bir kaderi var. Bizde de münferit gelenler belki oldu ama genel manada dönemin koşullarının da etkisiyle ne dünyadan ne de İslam aleminden insan gücü olarak ciddi bir destek gelmedi. Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği savaşa bakın, o da böyledir. Cezayir halkı büyük bedeller ödemiştir. Aynı şey Libya bağımsızlık mücadelesi için de geçerli. Birçok örnek verebiliriz. Elbette halklar dün bizim yanımızdaydı, Cezayir’in, Libya’nın yanında olduğu gibi, bugün de Gazze’nin ve Filistin’in yanındadır. Ama istenilen düzeyde olamıyor maalesef. Ötesine geçebilme güç ve imkânı geçmişte çok zordu. Ama bugün daha fazla imkân var, yol var, güç var. Dayanışmamızı artırmamız şart. Sadece Müslüman dünyanın değil, tüm zayıf toplulukların küresel sistem tarafından bir tür tutukluluk hâli içine alındığını görüyoruz. Bu siyasi, ekonomik ve kültürel tutsaklığa, küresel gözaltına son vermek zorundayız. Aksi halde bize hayat hakkı tanımazalar. Sadece sahada değil, siyasette, ekonomide, kültürde, üretimde ve en önemlisi fikirde, her yerde savaşmak zorundayız.
Kırılgan devletlere sahibiz
Türkiye son dönemde biraz güçlendi, toparlandı mesela. Pakistan, Endonezya, Malezya da biraz kendine gelmeye başladı. Ama yine de kırılgan devletlere sahibiz. Bilhassa ekonomi cihetinden. Bu durum toplumsal, siyasî ve askerî gücümüzü de doğrudan belirliyor. Bu kapitalist sistemi biz kurmadık ve biz yönetmiyoruz. Oyunu sen kurmazsan oyunun aktörü de sen olamıyorsun. Maalesef, 150 yıldır dünya egemenliğini elinde bulunduran kapitalist sistem belirliyor çoğu şeyi. Kapitalist sistem kazanç üzerine kuruludur. Bunun karşısına eşitlik mottosuyla komünizm çıktı, ama başa çıkamadı ve yenildi. Kapitalizmin karşısına çıkabilecek tek sistem hâlâ İslâm olarak gözüküyor bugün. Fakat İslâm dünyasına bakıyorsunuz bilimde, teknolojide ve sanayide üretim namına oldukça zayıf kaldığını görüyorsunuz. 57 devleti ve 1.6 milyarı aşan nüfusuna rağmen İslâm aleminin 85 milyonluk tek devlet Almanya kadar sanayide üretim gücü bulunmuyor.
ABD’nin telefonunu, Almanya’nın makinasını, İsviçre’nin arabasını kullanıyorsun, günlük hayatta sahip olduğun hemen bütün araç-gereç Batı tasarımına ve üretimine dayanıyor ya da Çin, Hindistan, Japonya menşeli fabrikalardan geliyor, ondan sonra çıkıp “Ben niye güçsüzüm?” diye hayıflanıyorsun!
Geçenlerde yapılan Mehmet Genç ile ilgili sempozyumda bunları konuştuk. Osmanlı Devleti 1800’lü yıllarda kapitalistleşemiyor. Evet bunun bir sebebi var: Sömürü üzerine bir anlayışa sahip değil bu devlet. Ama tabii eksik bir yönü var, o da sanayileşme ve makinalaşma konusunda yaptığı girişimleri yürütememesi ve birçoğunda da geç kalması. Aydınları, hatta Avrupa’ya kaçarak muhalefet yapan aydınları da Endüstri Devrimi konusunda bilgisiz, ne olduğunun tam farkında değil, fabrika nedir, üretim nedir, ekonomi nasıl çalışır, pazar nasıl işler, endüstri ürünleri üretim ve ticareti neleri değiştirdi tam anlamıyla kendi dönemlerinde kavrayamıyorlar. Hatta Avrupa’ya kaçan muhaliflerin bu konularda bırakın kitabı, dikkate alınacak ciddi bir tane yazısı bile bulunmuyor. Varsa yoksa siyasi dedikodular, Avrupaî yaşam, Sultan Abdülaziz’e, Sultan II. Adülhamid’e hakaretler, bunlarla uğraşıyorlar. İngilizler endüstriyel üretimde ilk adımı atan devlet oldukları için piyasaya kısa sürede hakim oluyorlar, büyük paralar kazanıyorlar, üretimlerini gün geçtikçe büyütüyorlar. Tekstil makinaları sayesinde bir dokuma ürününü onda bir maliyetine imal edip bunu bütün dünyaya gerekirse kurdukları sömürgecilik sistemi ile zorla satıyorlar. Bizdeki 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması gibi, hemen her ülkede kendi lehlerine vergi indirimleri ve benzeri imtiyazlarla dolu anlaşmalar yapıyorlar. Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya ve diğer Avrupa devletleri İngilizleri takip ediyor, nihayet ABD bu sömürü düzeninin liderliğine geçiyor.
Dün toprakları işgal ediyorlardı, bugün zihinleri
İngilizler, Hindistan gibi dokuma konusundaki en büyük rakiplerini alt etmek ve yerel üretimi bitirmek için dokumacı ustalarının parmaklarını kesmek suretiyle üretimi yok ediyorlar. Kongo’yu sömürgeleştiren Belçikalıların kauçuk kotasını dolduramayan Afrikalıların ellerini kestiğini biliyoruz. Asya’da ve Afrika’da sömürgeler kuran Avrupa devletlerinin kanla kaplı defterlerinde daha sayısız katliamlar, hatta soykırımlar var. Dünya tarihinin karanlık odası sömürgecilik tarihidir. Şiddetle, baskıyla, katliamla yanyana yürüyen bir kapitalist sistem var, sürekli kabuk değiştiren bir sömürgecilik var. Dün toprakları işgal ediyorlardı, bugün onlara her şeylerini veren zihinleri. Aksi durumda ise isyan eden halkları katliama tabi tutuyorlar. Amerika kıtasında, Afrika’da, Asya’da milyonlarca insan Batılı beyaz adamın daha fazla kazanç hırsına kurban edildi, ediliyor. Sadece buraları değil, kendi insanlarını da acımasızca sömürdüler. Kadınları ve küçücük çocukları tarlalarda, atölyelerde, fabrikalarda, kömür madenlerinde, her yerde ağır şartlarda uzun saatler boyunca karın tokluğuna modern kölelik sisteminde 1900’lere kadar çalıştırıdılar. Bizde, Osmanlı Devleti’nde böyle bir sömürü düzeni olmamıştır.
Kapitülasyonlar başa bela oluyor
Osmanlı fabrikalar kurmayı ve makinalaşmayı birçok kez deniyor ama bir türlü tam manasıyla başaramıyor. Mehmet Genç hoca Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi (2000) kitabında bu konuları incelemiştir. Sultan II. Mahmud ile 1820’lerden itibaren fabrikalar kuruluyor, fakat bir nokta geliyor maalesef üretime devam edilemiyor. Birkaçı dışında çoğu kapanıyor. Bunun birçok sebebi var, ama başta kapitalist mantığı tam anlayamamak ve kapitülasyonların imtiyazlı vatandaşlara verdiği ticaret haklarının istismar edilmesine karşı kesin çözümler üretememek geliyor. Müslümanlar kapitalist sömürü düzenini başından itibaren benimsememişlerdir.
Sistemi dönüştürecek üretim gücümüz olmalı
1838’de İngilizlerle imzalanan Baltalimanı Ticaret Antlaşması, ülkede yerli üretimi ve ticareti adeta biçiyor, yok ediyor. Bu antlaşma devlet yıkılana değin yakamızı bırakmıyor. 1960’larda, 70’lerde Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girip-girmemek üzerine yapılan tartışmalarda söylenen meşhur bir slogan vardır: “Onlar ortak, biz pazar!”. İşte bunun gibi bir durum yaşanıyor. Osmanlı üretemiyor, ürettiğini satamıyor, ucuza üreten ve düşük vergilerle mallarını gönderen Avrupalı devletlerin pazarı haline geliyor. Ekonomisi günden güne çöküyor. Gazze meselesi diyoruz, Filistin’den bahsediyoruz, ama işin kökü işte ta buralara dek gidiyor. Tarihimizin kalbine, Osmanlı Devleti’ne dek uzanıyor. 1800’lerde itibaren aşama aşama ilerleyerek sanayi ve ekonomide Osmanlı’nın yaşadığı gerileme ve çöküş, siyasi ve sosyal bütünlüğünü de bozuyor. Devlet ve toplum çözülüyor.
Kapitalist dünya düzeni değişmedikçe, Müslümanlar olarak bizler daha fazla üretmeye başlayıp daha fazla sözümüzün geçeceği bir şekilde sistemi dönüştürmedikçe işimiz gerçekten zor. Onların ürettiği ve söz sahibi olduğu bir düzende zayıf kalmaya mahkûmuz. Mesele budur aslında. Bilimde, sanayide, teknolojide daha fazla üreteceğiz, yeni buluşlar yapacağız, ordularımızı daha güçlü hale getireceğiz ve nihayet sistemi dönüştüreceğiz.
Gazze direnişi dünyaya ilham verdi
Bütün söylediklerimizin ötesinde Gazze Direnişi ile gelen çok önemli kazanımlar var. Onları bilhassa dile getirmek istiyorum:
1. Müslümanlar ve insanlık büyük bir travma yaşadı, yaşıyor. Ancak bunun çok değerli bir geri-dönüşü var: Gazze insani değerlerin özgül ağırlığını değiştirdi. Sadece bir direniş örneği değil, insanlık örneği oldu. Kalbi ve aklı olan her insan Gazze’den kendine düşen payı öğrendi. Bana öyle geliyor ki insanlık yeni bir aşamada. Ruhlar silkelendi. İnsanlık tarihinde önemli bir ana tanıklık ediyor olabiliriz. Ben buna “Filistin Aydınlanması” diyorum.
2. Gazze gerçeğiyle birlikte Filistin konusunda dünya toplumu daha iyi bir şuur seviyesine yükseldi. Dünya ve insanlık siyonizmin gerçek kimliğiyle yakından tanıştı. İnsanlar kendilerine dayatılan küresel sistemin arkasındaki gerçeklerle yüzleşti. Siyonizm, karşısına aldığı iyi insanları birleştirdi. “Dünya başka bir yer olmalı” diyenler artıyor. Şimdi iyilerin güçbirliği zamanıdır.
3. Bu şuurlanma İsrail’in işgal ettiği topraklarda Filistinliler açısından çözümü hedefleyen bir tepkiyi oluşturdu ve bu şuur ister istemez yöneticilere de sirayet etti. İspanya başbakanının “Avrupa Birliği ne derse desin, biz Filistin’i tanıyacağız” minvalinde konuşması, Batı için büyük bir olaydır. Bunun arkası gelecektir.
4. Dünya ortak bir çözüm bulmak için harekete geçti. Şu anda Brüksel’de, Paris’te çeşitli toplantılar yapılıyor. Sonucu ne olur, henüz belli değil. İsrail, Gazze’yi, hatta Batı Şeria’yı, bütün Filistin’i yutmak istese bile bunun öyle kolay bir süreç olmayacağı ortaya çıktı. Siyonist Yahudiler dışında hiç kimse buna razı değil. Toplumların sesi devletleri çözüme zorluyor. İnsan haklarının sadece “bazıları” için değil, herkes için geçerli olması isteniyor. İnsanlık başka türlü ayakta kalamaz.
5. En mühimi, oluşan tepkiler müşahhas bir şekilde karşılığını da bulmaya başladı. Mesela bu süreçte Müslümanlığı seçen insanların sayısında muazzam bir artış var. Batı’da İslâm’ı merak ediyorlar. Kur’an-ı Kerim okumaya başlayanlar var. Bir yandan Siyonist olmayan Yahudilerin desteğini görüyoruz. Vicdan sahibi olan her dinden ve her ideolojiden insanların Filistin’e desteği söz konusu. İnsanlık vicdanı harekete geçti. İşte bu, her şeyin sebebi olan 75 yıldır süregelen işgali bitirecek olan gücü doğurabilir.
6. Gazze’nin insanları binlerce kayıp verdiler, on binlerce evleri yıkıldı, alt-yapıları çöktü, aç kaldılar, su bulamadılar, ilaçları bitti tedavi olamadılar, ama onurlu duruşlarından zerre kadar taviz vermediler. İzzetlerini, şereflerini, bayraklarını, vatanlarını her zaman hatırlanacak biçimde korudular, koruyorlar. Her türlü saygıyı hak ediyorlar. Gazze’nin insanları bir ayna oldu insanlığa. Bizlere nice dersler verdi bu inançları, toprakları, vatanları için yaşayan onurlu insanlar. Bunun bugün olduğu gibi gelecekte de ilham veren sayısız yansımaları olacaktır.
- Maalesef gavurlara benzedik ve liderlik de yok
- İngiliz’in büyük projesi 'böl ve yönet'tir. Vehhabilik ve Şiiliğin İslam dünyasında bu kadar güçlü olmasının başka bir izahı var mıdır? Ezici çoğunluğu Sünni olan İslam dünyasında Ehl-i Sünnet inancının bu derece zayıflamasını, sapkın fırkaların revaç bulmasını nereden okuyacağız? Filistin meselesini ağzına sakız yapan İran'ın İsrail'e tek fiske vurduğunu gördük mü? Ayrıca biz de mânevi bağdan koptuk. İslam nedir, Kur'an nedir, umurumuzda değil. Dikkat ediyor musunuz, Hamas mücahitleri devamlı Kur'an okuyorlar. Sakal nedir, Hz. Peygamber'in (sav) sünneti nedir, bizden çok daha iyi biliyorlar ve sahip çıkıyorlar.
- Müslüman dünyanın hâl-i pür melalini konuşuyorsak iki ana sebepten bahsedebiliriz.
- Birincisi, herkesin hatta bazı seküler akademisyenlerin bile dile getirdiği gibi Müslüman dünyanın bir başı, bu dünyayı siyaseten bir arada tutacak lideri yok. Hilafet dediğimiz kurumun olmaması.
- İkincisi, globalizasyon ve sekülerleşme ile biz ahlâken çürüdük ve gâvura benzedik. Müslümanlar olarak şu vaziyetteyiz ve en farkında olmayanı da maalesef biz Türkleriz.
- ‘Kravat haçın sembolüdür’
- Bir misal vermek gerekirse... Bildiğimiz kravat yok mu, hikâyesini duydunuz mu? Katolik Haçlılar boyunlarına haç takıyorlar. Protestanlar ise modernlik adına haç yerine kravatı icat ediyorlar. Kravat haçın sembolüdür. Hindistan ve Pakistan ulemasının fetvası var. ‘Bunu bildiği halde kravat takan kâfir olur’ diyorlar. Müslümanlarda bir gâvura benzeme hastalığı var.
- Hz. Ömer'in ordusu bir kalenin fethinde bir türlü müyesser olamıyor. Bakıyorlar ki, madden hiçbir noksanlık yok hatta fazlalık bile var. Bu işte bir iş var, ‘normalde burayı almalıydık’ deniyor. Sonra işin mânevî cihetini yokladıklarında ordunun misvak kullanma sünnetini ihmal ettiğini görüyorlar ve derhal orduya misvak temin edip sonrasında o kalenin fethine müyesser oluyorlar.
- Biz mânevî bağdan koptuk. İslam nedir, Kur'an nedir, umurumuzda değil. Dikkat ediyor musunuz HAMAS mücahitleri devamlı Kur'an-ı Kerim okuyorlar. Hz. Peygamber'in (sav) sünneti nedir, bizden çok daha iyi biliyorlar ve sahip çıkıyorlar. Bizdeyse ilahiyatçılar sünneti küçümsüyorlar, gâvura benzemeyi hiç umursamıyorlar. Sonra kalkıp Filistin'den bahsediyorlar, İslam ümmetinin sorunlarından dem vuruyorlar.
- Dediğimiz gibi bir bu siyâsî başsızlık ve bir de gâvura benzeme hastalığı. Bizim genlerimizle oynadılar ve bizi kendilerine benzettiler. Diğer her şey hikâye. İslam ümmetinin şu perişanlığının iki ana sebebi budur.
- İngilizin 'Böl ve yönet' oyunu
- İngiliz’in büyük projesi 'böl ve yönet'tir. Vehhabilik ve Şiiliğin İslam dünyasında bu kadar güçlü olmasının başka bir izahı var mıdır? Ezici çoğunluğu Sünni olan İslam dünyasında Ehl-i Sünnet inancının bu derece zayıflaması, sapkın fırkaların alabildiğine çoğalıp revaç bulmasını nereden okuyacağız? Filistin meselesini ağzına sakız yapan İran'ın İsrail'e tek fiske vurduğunu gördük mü? Oysa Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'de Ehl-i Sünnet Müslümanlara neler yaptığını biliyoruz. İran bize İsrail'den daha şiddetli bir düşmandır. Ama bunun kaç kişi farkında? Şu yaşananlara rağmen içimizde hâlâ ciddi mânâda İran sempatizanı var. Müslümanlar adına zuhur eden bazı partilerin İran'a yakın mesafede durduğunu esefle görüyoruz.
- İran ve Hizbullah Ebubekirlerere yardım etmez
- Filistin meselesini de sürekli manipüle etmek istiyorlar. Daha önce Yasir Arafat vardı, o Batı dünyası tarafından manipüle edildi. 1987 yılında ise HAMAS kuruldu. Hamas Sünni bir hareket. Zaten İran ve Hizbullah'ın kahpelik etmesi de bundan dolayı. Hamas mücahitlerinin içinde adı Ebubekir, Ömer ve Osman olanlar var, bunu hazmedemiyorlar. Irak'ta Şiiler yönetimi ele geçirdiğinde adı Ebubekir, Ömer ve Osman olanları sokaklarda cayır cayır yakıyorlar. Kontrol noktalarında arabaları durdurup kimlik soruyorlar, adın Ebubekir ise yandın, ölümlerden ölüm beğen.
- İngilizler, İslam dünyasında Ehl-i Sünnet inancına karşı İran ile Şiiliği, Suudi Arabistan ve BAE ile de Vehhabiliği öne çıkarıyor ki, çoğunluğu Sünni olan İslam dünyasını bölüp parçalasın ve bir şekilde kontrolü altında tutabilsin. Sadece İslam dünyası da değil, bütün dünyada enteresan hâdiseler oluyor. Arjantin'in başına Yahudi biri getirildi. Ukrayna'nın başında bir Yahudi olan Zelenski var.
- Çağımızın en büyük problemi kriptolar
- Yahudiliğini zâhir eden hadi neyse, onu en azından biliyoruz. Asıl tehlike içimizden birileri gibi görünüp aslen Yahudi olanlar ve Yahudileşenler. Çağımızdaki en büyük problem kripto problemi, münafık problemi. Kendi kimliğini açıklayandan gelen zararı görür ve tedbirini alırsın. Kriptodan, münafıktan gelecek zararı bilemediğin için içerden yıkılırsın.
- Bir bu, bir de şu yaşantı olarak İslam'dan uzaklaşma. Filistin için üzülen Müslümana bakıyorsun, ezan okunuyor ama lay lay lom oturuyor. Filistin için bir şeyler yapacaksan önce camiye koşup namazını edâ edeceksin. Kur'ânı Kerim'de Allah-ü Teâlâ ‘beni zikredin’ demiyor, ‘çok zikredin’ diyor.
- Yemeği bile tek başına yiyoruz
- Cemaatle namaz kılma diye bir hasletimiz kalmadı. Hatta bırakın bunu, kendi evlerimizde cemaatle, ailecek yemek yemeyi bile unuttuk. Herkes giriyor kendi başına mutfağa, bir tabağa yemek doldurup odasına çekiliyor. Oysa Peygamber Efendimizin (sav) “Tek başına yiyen doymaz” diye bir hadisi var. Ailecek yemeğe oturmada bereket vardır, ülfet vardır, muhabbet vardır. Evlerimizde ne bereket ne ülfet ne de muhabbet kaldı. Evde olmayınca, toplumda da bereket ve muhabbet kalmıyor haliyle.
‘Savaş sömürülenlerle dünyanın zorba egemenleri arasında’
Mağdurlar tek millet olduğu gibi zalimlerin de tek millet olduğu anlaşılmış bulunuyor. Yaşanmakta olan katliam dalgası, ellerinde tuttukları ve başarılı şekilde yönettikleri kitle iletişim araçlarını akıl/zihin imha araçları gibi kullanan küresel egemenlerin ve işbirlikçilerinin gerçek kimliklerini, ustaca gizlendikleri “sevimli” maskelerinin altındaki kan içici karakterlerini deşifre etti.
Arap/İslam devletlerinin” liderleri Gazze’de her geçen gün daha da ağırlaşan katliama karşı büyük oranda kör ve sağırlar. Hatta tamamen duyarsızlaşmış durumdalar. Netanyahu’nun “iktidarlarınızı korumak istiyorsanız sessiz kalmak zorundasınız” tehditlerini kabullenmiş durumdalar. Anlaşılıyor ki yolları İsrail’den veya İsrail’in onay verdiği mahfillerden geçerek iktidar olmuşlar ve koltuklarında oturmaları İsrail’in iradesine bağlı.
Gazze’de sürmekte olan katliam, özü itibarıyla Gazze halkı ile İsrail devleti arasında yaşanıyor ve bu süreç bir tarafın mağduriyetini diğer tarafın caniliğini perçinliyor. Her geçen gün büyüyen ve derinleşen katliam Gazze halkını mağduriyetin, katliamın faili İsrail devletini ise caniliğin zirvesine taşıyor. Ancak bu durum, yaşanan gerçeğin sadece görünen kısmını ifade ediyor.
Katliamların tek aktörü İsrail olmadığı gibi potansiyel mağdurları da sadece Gazze halkı değil. Dolayısıyla yaşanan imtihan sadece Gazze halkının yahut İsrail devletinin imtihanı değil. İsrail devletinin gelenekselleşmiş caniliğinin bu son dalgası, yaşanmakta olan imtihanın Gazze halkını ve İsrail devletini aşan boyunu ortaya koymuş durumda.
‘Zorbalar iradelerini sorgulayan herkesi yok etmek istiyor’
Her geçen gün daha da açık bir şekilde görüldüğü ve anlaşıldığı üzere yaşanmakta olan imtihan esasen tüm dünyadaki madden ve mânen sömürülmüş, bu nedenle güçsüz, zayıf, çaresiz bırakılmış halklarla, tüm dünyanın zorba egemenleri arasında yaşanıyor.
Devletler şeklinde örgütlenmiş küresel zorbalar, iradelerini birazcık bile olsa sorgulayan, konforlarını fiilen değilse bile potansiyel açıdan tehdit etme ihtimali bulunan herkese karşı din, ırk, bölge, cinsiyet, yaş farkı gözetmeksizin zorba ve cani olduklarını ve olacaklarını Gazze’deki katliam sayesinde açıkça ortaya koydular.
Mağdurlar tek millet olduğu gibi zalimlerin de tek millet olduğu anlaşılmış bulunuyor. Yaşanmakta olan katliam dalgası, ellerinde tuttukları ve başarılı şekilde yönettikleri kitle iletişim araçlarını akıl/zihin imha araçları gibi kullanan küresel egemenlerin ve işbirlikçilerinin gerçek kimliklerini, ustaca gizlendikleri “sevimli” maskelerinin altındaki kan içici karakterlerini deşifre etti.
Tüm bu nedenlerle de Gazze’de yaşananlar en az Gazze ve Gazze halkı kadar tüm dünyayı ve tüm insanlığı ilgilendiriyor. Dolayısıyla yaşanan mağduriyetlerin ve zorbalıkların tarafları artık tüm insanlıktır.
‘Hiçbir şey 7 Ekim'den öncesi ile aynı olmayacak’
Görünen o ki, bundan böyle hiçbir şey 7 Ekim’den öncesi ile aynı olmayacak. Hem bölgede hem de dünyada birçok şey değişti ve değişecek. Mağduriyet açısından sadece Gazze halkının, zorbalık açısından ise sadece İsrail devletinin imtihanı olmayan ve ikinci ayına giren bu katliam dalgası birçok şeyi deşifre edip, saklanamaz, üstü örtülemez hâle getirdi.
Zira Gazze’de yaşanan katliam birçok kapalı gözü ve kulağı açarak, gerçeği görür ve işitir hâle gelmelerini sağladı. Küresel güç odaklarının kontrolündeki kitle iletişim araçlarının marifetiyle akıl tutulmasına uğratılmış kitleler, Gazze’de yaşananlarla bir oranda da olsa kendilerine geldiler. Her şeyden önce “Batı” deşifre oldu. Batının her fırsatta dile getirdiği ve bu sayede tüm dünyayı kuşatmasına imkân sağlayan “insan hakları”, “özgürlük”, “demokrasi” söylemlerinin kocaman birer yalan olduğu açıkça görüldü. “İnsan hakları”, “özgürlük” ve “demokrasi” söylemlerinin sadece Batılı devletler için işgal ve sömürülerinin meşrulaştırılmasını sağlayan bir şey olduğu anlaşıldı.
ABD Başkanı Biden’da prototipine kavuştuğu üzere, Batılı devletlerin işlerine gelmeyen şeylere kör ve sağır oldukları, kendi kimlik ve kişiliklerinde vicdanı öldürmeyi başardıkları, aklı işlevsiz bir kelimeye dönüştürdükleri, dünyanın dört bir yanındaki insanların önemli bir kısmı tarafından görülmeye başlandı.
Dolayısıyla Batılıların bundan böyle “özgürlük”, “insan hakları”, “demokrasi” söylemlerini kolayca dile getirmeleri pek mümkün olmayacak gibi. Dile getirseler bile inandırıcı olmakta her zamankinden daha fazla zorlanacakları kesin.
‘İslam devletleri bağımsız devlet hatta İslam değiller’
Gazze dramı, “İslam devletlerinin” “bağımsız devlet” olmadıklarını, hatta daha da önemlisi “İslam” olmadıklarını deşifre etti ve ediyor. “İslam Devletlerinin” ismen “Müslüman” olan yöneticilerinin önemli bir kısmının küresel güç odaklarının birer emir eri oldukları, emir erliğine mahkûm oldukları Gazze dramı ile deşifre oldu.
Tamamına yakını “Arap” olan bu devletlerin vatandaşı Müslüman kitleler, “devletlerini” yönetenlerin kendilerinden olmadığını, çünkü kendi canları yanarken onların canlarının selamette olduğunu, kendi vicdanları sızlarken onların vicdanının kuruduğunu, kendileri gözyaşı dökerken onların gülebildiklerini gördüler.
‘İslam İşbirliği Teşkilatı kocaman bir balon’
57 “İslam Devletinin” birlikteliğinden oluşan “İslam İşbirliği Teşkilatının” ise konu Müslümanların mağduriyetleri olunca sadece kocaman bir balondan ibaret olduğu, daha önce birçok kez yaşandığı üzere şimdi de bu vesileyle bir kez daha görüldü. Başta Türkiye olmak üzere birkaç devletin hakikati haykıran sesi vicdanları harekete geçirmeye yetmedi.
Müslüman halkların Gazze’deki İsrail katliamları nedeniyle vicdanları sızlarken, yaşanmakta olan ve elleriyle önleyemedikleri caniliği dilleriyle lanetleme çabası içerisinde kıvranırlarken, “İslam” sıfatı taşıyan “devletlerinin” kendilerine tayin edilmiş rutin işlerini yürütmenin ötesinde bir kaygıya sahip olmadığını gördüler. Bu durumda da “neden?” diye sormaya başladılar.
‘Yaşananlar hayırlara gebe’
Bunlar yaşanan katliamın hesaplanamamış yan etkileridir. Ve kabul etmek gerekir ki bu yan etkiler hayırlara gebedir. Gazze dramının tüm “İslam ülkelerinde” bir iç hesaplaşmanın başlangıcını oluşturmasını beklemek gerekecek gibi. Gerçekleşmese bile o tarafa bir yönelişin ilk adımları atılmaya başlandığı açık.
İsrail devletinin Gazze katliamı bireysel boyutuyla Müslüman olmanın yeterli olmadığını, daha da önemlisi salt şahsi Müslümanlığın sorunlu olduğunu anlamayı sağladı. Yaşadıkları coğrafyalar, mensubu oldukları kültürler farklı bile olsa Müslümanlar arasında bilinç, irade ve güç birlikteliği olmamasının İslâmî açıdan büyük bir eksiklik olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. Müslümanlar şahsî, bölgeye dâir, siyâsî, ekonomik açılardan birbirlerinden uzak durdukça kaybedenlerin her şartta kendileri olacağını; “dostları” küresel güç odaklarının gözlerinde ve zihinlerinde hiçbir değer ifade etmediklerini bizzat yaşayarak öğrenmeye başladılar.
Dolasıyla bundan böyle Batıya ve kendi “devletlerinin” siyasetlerine bakışları daha sorgulayıcı olacaktır. Sorumluluklarını başkalarına yansıtmak yerine üstlenmek iradesini göstermeleri düne göre daha fazlasıyla muhtemeldir. Çünkü Gazze’de yaşananlar, tüm parçalanmışlıklarına rağmen Müslümanların tek vücut olma imkânını tamamen kaybetmediklerini gösterdi.
Hatta daha da önemlisi “yanlışa dille itirazda” “Müslüman” kitleler yalnız olmadıklarını fark ettiler. Dini, inancı ayrı olsa bile hâlâ vicdan ateşinin koru tamamen sönmemiş insanların, gerçekleşen katliama itiraz sesleri yükselttiklerini ve bunda da son derece samimi olduklarını gördüler. Bu elbette ki akıl tutulmasına uğratılmış, vicdanı kurutulmuş dünya için bir umut, daha da önemlisi vicdanlı bir dünyayı tesis etme umutları için paha biçilmez bir imkândır.
- ‘Yöneticiler onların çizdiği sınırları aşamazlar!’
- Bir Müslüman ülkede halk, küresel kapitalist etkiden korunmuş değildir. O halk aynı zamanda İslam medeniyetinin değerlerine dayanan taleplere de sahiptir ve bu iki talep alanının birbirleriyle olan çelişkisinin buhranını yaşamaktadır. Aynı İslam ülkesinde iktidar, küresel kapitalistlerin tercihiyle oluşmuştur. Yöneticiler onların çizdiği sınırları aşamazlar. Aştıklarında iktidar ellerinden gider.
- Bu soruya cevap verebilmek için önce çağımızın toplumsal yapısını, önceliklerini ve eğilimlerini tahlil eden bir giriş yapmak gerekiyor. Zamanımız küresel kapitalizmin etkisi altında tanımlanmış ve biçimlenmiştir. İktisâdî gücü elinde tutan pek küçük bir topluluk medyaya da hâkimdir. Bu topluluk hâkim olduğu medya üzerinden tüm dünyaya kendi talebini empoze ediyor.
- Bu taleple karşı karşıya kalan dünya halkları da daha önceki yüzyıllarda modernitenin örgütlediği seküler bir eğitimden geçmişlerdir. Bu eğitim neticesi bireyselleşmişlerdir. Bireyselleşen insan sadece ‘ben’ der. Onun sabit referans sistemi mevcut değildir. Onun hiç ayrılmayan, hayatın tabiatı icabı daima onunla beraber olan içgüdüleri vardır. Bu insan içgüdüleri yönetmeye karşı da eğitilmemiştir. İşte küresel kapitalist etki ve onun talebi böyle bir insan kitlesi üzerine gelmektedir.
- Bu talebin muhtevası çok renkli ve geniştir. Hedefi ise her insanda var olan ve modern insanda özgürlük adına kontrol altına alınmış bulunan içgüdülerdir. Küresel kapitalizm, insanların içgüdülerine hitap eden büyük bir talep empoze ediyor. Dünya halkları talep noktasında sonsuz. Bu talebin hedefi de şüphesiz yönetimler. Yönetici, kitle halkın talebinin muhatabıdır. Sonsuz talebi sonlu imkânlarla tatmin etmek ise yönetici kitlenin görevi haline gelmiştir. İçgüdüye hitap eden talebi sonsuz olan, bunlar tatmin edilmediği zaman mutsuz olan ve depresyona düşen kitle ile bu temin için çırpınan yönetimlerden ibaret olan dünya, birden bire Gazze faciası ile karşılaştı. Geniş kitlelerde ve yönetimde, “nereden çıktı bu Gazze, bana ne” algısı oluştu. Çünkü kitle talebin tatmininin peşinde, yönetim de bu tatmini yerine getirmek derdindeydi.
- Modernitenin hüküm sürdüğü dünyada esas özne şu dönemde küresel kapitalizmdir. İsrail de bu özne grubuna dâhildir. Dünyanın diğer toplumlarıysa, onlara “ötekiler” de diyebiliriz, nesne mesabesindedir.
- Bir ülkede iktidar seçilerek yönetime gelmiş ise halkın küresel kapitalist etkiyle biçimlenen talebini yerine getirebildiği sürece iktidarda kalır. Getiremezse yönetimde zorlanır ve sonunda iktidarı terk eder.
- At sahibine göre kişner
- Yöneticiler küresel kapitalist güç tarafından iktidara getirilmişler ise onun isteklerine ‘evet’ demekten başka bir çareleri yoktur. Burada halk hiç önemli değildir. “Hayır” derlerse iktidarı terk etmek zorunda kalırlar. Bu tablo aynı zamanda bir model veya bir şablonu ifade ediyor. Sosyal hâdiselerde model ya da şablon pek arzu edilmeyen bir açıklama vasıtası olsa da burada bir yol gösterme açısından tercihimizdir. Herhangi bir İslam ülkesinde halkın talebi, küresel kapitalist etkiden korunmuş mudur buna bakmak lâzım. Ve aynı ülkede yönetici kesim seçilerek mi yoksa küresel kapitalist güç tarafından mı iktidara gelmiştir. Mesele bu vuzufta ortaya konduğunda soruların cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
- Bir Müslüman ülkede halk, küresel kapitalist etkiden korunmuş değildir. O halk aynı zamanda İslam medeniyetinin değerlerine dayanan taleplere de sahiptir ve bu iki talep alanının birbirleriyle olan çelişkisinin buhranını yaşamaktadır. Aynı İslam ülkesinde iktidar, küresel kapitalistlerin tercihiyle oluşmuştur. Yöneticiler onların çizdiği sınırları aşamazlar. Aştıklarında iktidar ellerinden gider.
- Şimdi gelelim bu konuyla ilgili bir alt paranteze. Son olaylar bize şunu gösterdi. Modern dünyada halk kitleleri, İsrail’in Filistin’deki soykırımına karşı büyük tepkiler gösteriyorlar. Şu soruyu soruyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Modern dünyanın bir özne olduğunu bilerek düşünmeye başlayalım. Modern dünya “Sanayi Devrimi”ni ve ardından “İletişim Devrimi”ni gerçekleştirmiştir. Bu iki büyük devrimle dünyayı yönetir ve yönlendirir hâle gelmiştir.
- Zalimler ve ötekiler
- Modern dünyaya mensup birey de bu büyük birikimden hisse sahibidir. Kendisini mal sahibi olarak görür ve kendisine özgüven besler. İletişim imkânları sayesinde küresel kapitalistlerin koyduğu engeller aşılarak modern dünyanın bireyi de Gazze’deki hadiselerden haberdar oluyor ve “Gazze’de ne oluyor” diyor. Oradaki katliamı kabul edemiyor. Çünkü o da insandır, onun da her ne kadar modernist değerlerle biçimlenmiş olsa dahi ilahi menşeli bir merhameti ve vicdanı vardır. Ancak unutulmasın ki modern birey şu anda dünyada mal sahibidir. Ve bu mal sahibi oluş, ona büyük bir özgüven ve özgürlük alanı açmaktadır.
- Modern dünyanın dışında kalan dünya halkları ise ötekilerdir. Sanayi Devrimi’ne ve “İletişim Devrimi”ne katkıları olmamıştır. İhtiyaç sahibidirler. Dolayısıyla kendilerine bir güven duymazlar. Çünkü modern dünyaya muhtaçtırlar. Gazze’de olup gelişen katliam onların vicdanlarında derin yaralar açıyor fakat seslerini çıkaramazlar. Küresel efendilerin öfkesi ve cezalandırması her an gelebilir.
- Müslümanların birliği noktasında tarihe müracaat ediyoruz. Tarihteki büyük birlik ve eylem hareketlerine ve bunları oluşturan toplumsal yapılara bakıyoruz. Bu konuda dört tane örneğimiz var.
- Birincisi Roma. Dünyanın merkezine hâkim olan ve birçok kavmi yöneten büyük imparatorluk. Daha önce Akdeniz çevresindeki mevcut siteleri ve küçük devletleri kendisine tâbi kılan büyük siyasal yapı.
- İkinci misalimiz Osmanlılar. O da büyük bir siyâsî yapı. Bir birliğin gerçekleştirilmiş hâli. Anadolu, Balkanlar, Kafkasya ve Karadeniz çevresi, Suriye, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika, beylikler, küçük devletçikler hatta aşiretler, Devleti Aliyye’nin geniş ve etkin yönetim çatısı altında birleştirilmiştir.
- Diğer örneğimiz İngiltere. Üzerinde güneş batmayan İmparatorluk. Dünya halklarını kolonileri üzerinden yöneten bir büyük birlik. Modernist bir devlet.
- Bir diğeri ise Amerika. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki büyük birliği Amerika kurmuştur. Koloniler devri artık geçtiği için bu kez ikili veya çoklu paktlar, anlaşmalar, kurumlar ve örgütler üzerine kurulan bir büyük birlik. Bu dört örneğe de baktığımız zaman şunu görüyoruz. Özde bir seçkinler topluluğu var. Bunlar değerler üzerinde anlaşıyorlar. Değerlerden idealler üretiyorlar. İdeallerden de realiteye tatbik edilebilecek modeller. Hem birey hem toplum için modeller.
- Modern şahıs modern devlet esaslarına göre üretildi
- Pek iyi bildiğimiz bizlere okutulan modern devlet böyle bir modelin ürünüdür. Modern birey de aynı esaslara göre üretilmiştir. Toplumun seçkinleri değerler, idealler ve model üzerinde kesin bir mutabakat sağlamışlardır. Bu mutabakatın verdiği coşkuyla modellenen birey ve toplum maddî güç üretir. Bu maddî güç toplumsal nizamı kurar.
- Toplum nizamı kurulduğu zaman ise o toplumda güven ve geçim şartları teessüs eder. Böyle bir toplumda yaşayan insan kendisini güvende hisseder ve geçimi de temin edilmiştir.
- Dolayısıyla mensup olduğu topluma karşı güçlü bağlarla bağlıdır. Yukarıda sözü edilen mutabakatın oluşturduğu coşku, toplum ve şahsı inşa eden modelin bir başka boyutu olarak zihnî ve duygu alanını da oluşturup zenginleştirir. Böylece o toplumsal yapıda hem şahıs hem cemiyet ölçeğinde bir bütünlük ve birikim ortaya çıkar.
- Genel olarak insanın maddî ve mânevî ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçların dengeli bir şekilde tatmin edilmesi esastır. Değerler, idealler ve model üzerinde mutabakata varmış ve bunun sonucu maddi güç ve zihinsel ve duygusal bir bütünlük sahibi olmuş bir toplumsal yapı, kendisine mensup olan bireye gereken bütün ihtiyaçlarını verebiliyor. O birey hayatını belli bir konfor içinde idame ettirebildiği gibi zihin ve duygu ihtiyaçlarını da mensup olduğu toplumun bilim, tefekkür ve sanat birikiminden istifade ederek giderebiliyor. Burada da yine bir şablondan söz edebiliriz.
- Yukarıda da belirttiğimiz gibi sosyal hadiselerde şablonlar pek tercih edilmese de bir başlangıç olarak kendilerinden istifade edilebilir. İslam dünyasına değerler, idealler ve model üçlüsü açısından baktığımızda daha başlangıçta ortaya büyük bir dağınıklık çıkıyor. İslam dünyasının kadim dönemlerine baktığımızda özellikle İslam ortaçağı; değerler, idealler ve modellerin toplumsal yapıda kuvvetli bir mutabakat içerisinde yaşadığını, bu mutabakatın ortaya koyduğu coşkuyla toplumsal yapının maddi güç ve zihinsel ve duygusal alan oluşturduğunu gözlemliyoruz. Niyazımız odur ki İslam dünyası, Gazze’deki katliam vesilesiyle bir uyanışa geçsin ve değerler, idealler ve modeller üzerinde güçlü bir mutabakata sahip olsun inşallah.
‘Müslümanların birliğine, izzetine, istikbaline sahip çıkan idareciler yok’
Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubî, Rükneddin Baybars gibi önderler; bugünküne benzer küresel kuşatmaların, Haçlı seferlerinin, Moğol mezaliminin yaşandığı zamanlarda suyu tersine akıtmayı başardılar. Türklerin, Kürtlerin ve Arapların duyarlı olanlarını bir araya getirdiler. Bağdat, Musul, Halep, Diyarbekir, Şam, Kahire gibi mühim beldelerin kalbini ve kaderini birbirine bağladılar. İnsan unsuru açısından bence çâre bugün de budur, böyledir.
Müslüman coğrafyada düşkünlük ve acziyetimizi yaygınlaştıran, zaaflarımızı süreğen hâle getiren, felah ve hürriyet cehdimizi kötürümleştiren 2 temel kangren var:
İlki, Müslümanların birliğine, izzetine, istikbaline sahip çıkan idarecilerden mahrumiyetimiz. Halkına düşman, işbirlikçi ve hain kamburlardan kurtulamayışımız.
İkincisi ise ilmî, teknik, ekonomik, estetik ve askerî alanlarda güçsüzlüğümüz. Bizi hayatın taşrasına iten, egemen dünyanın periferisine hapseden tembellik ve dağınıklığımız. Çekim gücü yüksek, küresel uyanış ve intifada yekinmesiyle bütünleşmiş bir sahneye, vitrine, işlek irtibat kanallarına sahip olamayışımız.
Önce zihnî bir değişime, fikrî bir devrime ihtiyacımız var şüphesiz. Belki iki asırdır vurguladığımız bu gerçeğin en azından belli sayıda ve belli vasıflara sahip insanda kökleşmesi gerekiyor artık. Onlar arasında dönüştürücü bağlar kurulması, çoğalıp zenginleşen akıl nimetinin ve adanmışlık cehdinin ortak bir havuzda birikmesi gerekiyor. Aklı iflah etmeden hayatı ıslah edemeyiz zira.
Kafayı ve kalbi tahkim etmedikçe, şevkle çekilmiş fakat gerisini getirememiş bir iftitah tekbiri ile öyle ayakta bekler dururuz. Okumuşlarımızın hiç değilse bir kısmını kurtarmamız, müşterek salih amellere öncülük edebilecek aydınlarımızı yüreklendirmemiz, halklarımızı sömürüye elverişli hâle getiren şaşkınlıktan, taklitçilikten ve câhilî kirlerden bir an önce arınmamız gerekiyor. Bu alanda azıcık mesafe kat ettiğimizde bile yeryüzünü titreştirebildiğimizi söyleyebiliriz.
‘Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe...’
Ra’d suresindeki “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumun durumunu değiştirmez” ayet-i celilesi her zaman için bir düstur, bir ikaz, bir menar şüphesiz. Karanlıklardan aydınlığa çıkmak, ikide bir arabayı atların önüne koşmamak, kaostan ve zilletten kurtulmak için de birlikte ve azimle çalışacağız; ulaştığımız aydınlık ve güzelliği, nimeti yitirmemek için de.
Yolun ne olduğunu iyi öğreneceğiz. Yoldaşı dikkatli seçeceğiz. Yol bilgisini birlikte sınayacağız. Asla ye’se düşmeyeceğiz. Üzerinde duyarlılık ve bilincin yeşereceği bir heyecan dalgası oluşturacağız. Birikime inanacağız. Kendiliğindencilik marazından uzak duracağız.
‘Müslümanlık baharı’
Toplum olarak düşüş ve yükselişleri, fizikteki bileşik kaplar meselesine benzetirim biraz. Sadece bir kişiyle gerçekleşmeyecek işler var. Sadece bir kitapla anlaşılmayacak meseleler, bir şarkıyla, ezgiyle yetinilmeyecek acı ve sevinçler, bir hamleyle aşılamayacak sarp yokuşlar var. Gücümüz yettiğince her alanı ayağa kaldırmak için koşturacağız. Hafıza inşasını asla ihmal etmeyeceğiz. Cehdimizi çeşitlendirecek ve kazanımlarımızın üzerine titreyeceğiz. Bir gözümüz saat gibi içinde yaşadığımız zamanı görecek, gösterecek, bir gözümüz de pusula gibi gitmemiz gereken yöne dikkat kesilecek. Zamanında bize bir “müslümanlık baharı” yaşatan önderlerin yaptığı ve başardığı da budur.
O güzîdeler; bir merhale bilinci içerisinde müşahhas, kavranabilir ilke, hedef ve yöntemler ortaya koymuşlardır. Bu çabalar bütününde kılıç ve demire, kitap ve mizan da eşlik etmiştir. Adalet ve merhamet asla boşlanmamıştır. İstişare, ehliyet ve liyakat önemsenmiştir. İlim yeniden canlandırılmıştır. İnsan yetiştirme çabası asla tavsamamıştır. Kurumlaşmaya ciddi bir şekilde değer atfedilmiştir. Müşahhas ve ulaşılabilir menziller öne çıkarılmıştır.
Kadınlar, genç kızlar, çocuklar hayatın, toplum yapısının ve kolektif cehdin öznesi kılınmıştır. Birlik duygusunun üzerine titrenmiştir. Böyle bir insânî iklim, bir süre sonra muhakkak kıymetli insanlar çıkarır. Bunun çürümemesi, yozlaşmaması, yok olmaması için çırpınmak sanıldığından daha kıymetlidir.
Ağızların ve kılıçların, kardeşlerimizi kemirmesine izin vermemeliyiz. Düşünceyi amelden koparmamalıyız. Canlı ve nitelikli insanlardan oluşan öbeklenmeler oluşturabilmeliyiz. Bunu Türkiye’de kısmen başardık da nitekim. Azıcık bir hareketlenme bile bukağılarımızı kırmamızı sağladı otuz yıldır. Okuyan, düşünen, cehdeden, özgüven sahibi olan, kendi birikimini ve dünyayı tanıyan insanların artmasıyla ciddi bir etki alanı oluştu. Çevre, birçok alanda merkeze yürümeye başladı.
İçimizdeki ateş, dilimizdeki dua, alnımızdaki ter, ocağımızdaki çorba onlarca ülkede yer buldu kendine. Bir zamanlar adını bile telaffuz edemediğimiz ülkelerde şimdi bizim çocuklarımız harçlıklarını biriktirerek su kuyusu açıyorlar, aşevi kuruyorlar, kütüphaneler ve yurtlar yapıyorlar. Birçok insanın, ‘bizden hayır çıkmaz’ dediği bir halka, ülkeye onlarca beldede dua ediliyor şimdi.
‘Ormancıyı görünce dizlerinin bağı çözülen milletin...’
Ormancıyı görünce dizlerinin bağı çözülen, korkudan konuşamayan insanların çocukları, torunları 15 Temmuz’da çıplak elle tankları durdurdular, ölümü göze alarak sokaklara, meydanlara çıktılar. Balkanlardan Afrika’nın uçlarına kadar çok farklı beldelerde bu dirence, bu salih amele eşlik eden, dualarla katılan çok sayıda kardeş buldular hemen. Allah, iyi niyetle, samimiyetle koşturan insanların cehdini, emeğini zayi etmez.
Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubî, Rükneddin Baybars gibi önderler; bugünküne benzer küresel kuşatmaların, Haçlı seferlerinin, Moğol mezaliminin yaşandığı zamanlarda suyu tersine akıtmayı başardılar. Türklerin, Kürtlerin ve Arapların duyarlı olanlarını bir araya getirdiler. Bağdat, Musul, Halep, Diyarbekir, Şam, Kahire gibi mühim beldelerin kalbini ve kaderini birbirine bağladılar. İnsan unsuru açısından bence çâre bugün de budur, böyledir.
Unutmayalım ki dünyadan haberdar ve adanmış bir uyanan, binlerce insanı uyandırabiliyor. Bir adım, binlerce güçlü adıma zemin hazırlayabiliyor. Bir feryat, binlerce avazın gök kubbeyi ve yeryüzünü titreştirmesini sağlayabiliyor. Bugün sahip olduğumuz parça doğrular, tanıklık ettiğimiz parça güzellikler de bu şekilde kök salıyor nitekim.
‘İstilacıların çanağından beslenen işbirlikçileri sırtımızdan atmalı’
Özgüvenle, sınanmışlıkla, nitelikli temsilci ile bütünleşen, küfrü ve zulmü her alanda / anlamda boykot eden ve bu arada kardeşiyle / kendi bünyesinden çıkanla dayanışmayı öne çıkaran düşüncenin azıcık yeşermesi bile mazlum ve derbeder coğrafyamızdaki insan unsurunu harekete geçirecektir. Fikrî ve fiilî işgaller karşısında bizi diriltecek, yeniden güçlü bir özne olmamızı sağlayacaktır. Bu noktada artık önemli olan tek bir kurtarıcının çıkmasını beklemek değil, kitlelere kimlik ve istikamet kazandırabilecek etkili bir kadronun, hayatın çeşitli alanlarını ayağa kaldıracak samimi ve seferber nesillerin yetişmesidir.
Çabaya, birikime, kardeşliğe inanmaktır. İstilacıların çanağından beslenen işbirlikçileri sırtımızdan atıp savurmaktır. Yeis örtüsünü parçalamaktır. Mevzi mevzi ilerleyen kavgayı, bütüncül bir ıslah, inşa ve direnç hattına çevirmenin yollarını aramaktır. Bu yolu arayan lakin birbirinden farklı, birbirine uzak beldelerde yaşayan faziletli insanlarla tez elden köprüler kurmaktır. Çare, çok çalışmaktır. Ezilenlere, mahrumlara, yol gözleyenlere sahip çıkmaktır. Kafamızın kıymetli düşüncelerle, sahici tasalarla yanıp tutuşması, direnişin küllî bir diriliş hamlesine yol açmasıdır.